Yunanistan, moralini, hukukunu kaybetmiş, emek vermekten aciz bir toplum olarak kendisine geri pazarlanıyor. Costas Douzinas Krizde Felsefe ve Direniş kitabıyla, Yunanistan’ın dününe ve bugününe bakıyor
30 Temmuz 2015 14:00
Costas Douzinas’ın Krizde Felsefe ve Direniş kitabı Türkçe olarak 2015 Nisan’ında, kitabın orijinali olan Philosophy and Resistance in the Crisis Greece and the Future of Europe ise Polity Press tarafından 2013’te yayımlandı. Geçen iki yıl dünyayı çok değiştirdi. Douzinas’ın kitabı da buna bağlı olarak, bir Türkçe önsöz, bir Türkçe giriş, bir de Türkçe sonuç bölümüyle yapılandırılmış. Douzinas’ın “duruma özel” olarak eklediği bu bölümler kitabın ayaklarını felsefeye bastığı için aslında çok da “gündemin gerisinde” kalmayan bir karakter kazanmasına yardımcı olmuş. Bu yazı da Douzinas’ın kitabının ana gövdesi, Türkçe önsözleri ve sonucuyla bugün Yunanistan’ın ve Avrupa’nın içinde bulunduğu durumla ilgili birtakım tespitlerde bulunmak için yazıldı.
Douzinas, kitabının adında olduğu üzere, Kriz, Felsefe ve Direniş, içeriğinde de aynı üç anahtar kelime üzerinden bölümlemelere gidiyor. Bu kategorizasyon sırasıyla Dün, daima olan ve bugün arasında bir bölünmeyle karşılaştırıyor okurunu.
Dünle başlayalım. Douzinas’ın dün tanımı, küreselleşme karşıtı hareketlerin tarihi, Yunanistan’ın borç tarihi ve Avrupa Birliği- Yunanistan ilişkilerindeki “ulusal egemenlik” ve “bağımsızlık” mantığına aykırı doğa üstüne kurulu. Bu kurulumu şöyle tarif edebiliriz. Yunanistan’da radikalleşme ihtiyacı ve eğilimi toplumda yayılmış durumda. Neoliberalizm ise bu ülkede her geçen yıl daha geniş sonuçları ortaya çıkan bir yıkıma dönüşmüş. Douzinas bu yıkımı farklı eksenlerle ele alıyor. İlki Yunanistan’daki “anomi” üstünden.
Yunanistan, moralini, hukukunu kaybetmiş, emek vermekten aciz bir toplum olarak kendisine geri pazarlanıyor. Akademisyenler, memurlar, esnaflar derken Yunanistan’daki geniş toplum kesimleri siyasetçilerin büyük günahlarını, büyük holdinglerin yolsuzluk ve ihanetlerini kolektif bir biçimde paylaşmak zorunda bırakılıyor. Üstelik bu en çok da Papandreou’nun Başbakan Yardımcısı Theodoros Pangalos’un sözlerinde ifade buluyor: “Hepsini beraber yedik.” Yenen nedir? Yunanistan’ın aldığı borç, Yunanistan’ın borcu ödemek için aldığı diğer borç. Peki, borç birlikte mi yendi, birlikte mi oluşturuldu? Yükümlülük yalnızca servetin büyük şirketlere göre küçük kısmını “yiyen” halkta mıydı? Douzinas bu “birlikte yedik” itirafının iktidarın sinizminin açık bir parçası olduğunu söylüyor. Aynı gemideyiz demek bir suçun üstten atılması ama bir yandan da kolektif bir şekilde kabul edilmesi refleksidir. Aslına bakarsanız bu suçu biz işledik; ama gemiyi beraber yürütelim demeye getiren bu söylem Syriza’nın yükselişiyle kusulmuş oldu. Bu bir bağlamda biz % 99’uz diyen kitlelerin % 1’in işlediği günahları sırtlanmak konusundaki isteksizliğinin ve öfkesinin de ifadesi olarak görülebilir.
Syriza’ya yönelen son tepkiler de gösteriyor ki artık kimse hükümetlerin halka karşı işlediği suçlara boyun eğecek kadar toplumun ve sistemin bir parçası olarak hissetmiyor kendini. Peki, iktidar sinizmi yalnızca bu yolla mı ortaya çıktı? Yunanistan’ın borca bulanmış dünü nasıl oldu da Yunanistan’ı “alternatif yok” söylemine uzun yıllar ikna etti? Dünyanın geri kalanında, örneğin Türkiye, bu ikna süreci nasıl sürüyor? Douzinas bu noktada her şey gibi krizin de bir tür gösteri olduğunu öne sürüyor ve Yunanistan’daki gösteri kültürünü anlatıyor. Bu öyle bir kültürdü ki Yunanistan Başbakan ve din adamlarının sağlık durumlarını ekonominin önüne koyuyor, ajanda belirleme işleviyle medyayı piyadesi olarak öne sürüyordu.
Gerçekten Türkiye medyasının da kriz dönemlerinde konuştuğu konuları düşündüğümüzde - futbol, popüler magazin ya da siyasi magazin- bir benzerlik kurmak fazlasıyla mümkün. Veri görselleştirmesi gibi gazetecilerin çok sevdiği yeni tekniklerin bir ulusun gerçeğine yabancılaşması için nasıl umarsızca haber bültenlerinde kullanıldığı, Yunanlılara kendileri ile refah arasındaki makasın nasıl açıldığının gösterinin bir parçası olarak nasıl sunulduğunu anımsatıyor. Her yıl Reza Zarrab’ın komik vergilerle girdiği vergi rekortmenleri listeleri gibi “veri görselleştirme çalışmaları” nasıl bizle dalga geçiyorsa, Yunanlılarla da dalga geçmiş olsa gerek. Yani gösteriye karşı yeni bir gösteri olarak sunabileceğimiz Syriza ve onun festivalleşmiş ama sonra kendisinin de saldırdığı direniş alanları aslında alternatif bir siyaset alanını ve ihtimalini işaret ediyorlar. Bunlara bağlı kalarak da Douzinas krizle ilgili ve gösteriyi ortasına koyan bu bölümü şu tespitle bitiriyor: Devrim canlı yayınlanacak.
Dünü (kriz anlatısını) geride bıraktık. Sıra daimi olana geldi, direnişe. Douzinas direnişin sürekliliğini dillendirirken Alain Badiou’nun tarihin yeniden doğuşu tanımına yaslanıyor. 1848 ve 1914 öncesi memnuniyetsizlik halkalarıyla 2010 öncesi dönemi kıyaslıyor ve 2010’un bu dönemlerin karakteristiklerini taşıyan bir kalkışma olduğunu söylüyor. Bölümüne de “Direnişin sonsuz geri dönüşü” başlığıyla başlayarak yeni geniş zamanlarımızı selamlamış oluyor. Bilim ve sanatın modern koşulu olarak sürekli devrimi öneriyor ve direnişlerin, devrimlerin itibarsızlaştırılmasına ilişkin girişimlerin her zaman boşa düşürüleceğini söylüyor. Dünyadaki devrimlerin/ devrimcilerin topyekun saldırılar altında olduğu bu dönemde, bu, bir temenni olarak dahi güzel bir ifade olsa gerek.
Felsefe bölümünde hukuka ve krize geri dönen Douzinas 2011 yılında Yunanistan’da başlayan direnişe karşı egemenlerin saldırısının “anomi” teriminin etrafında örgütlenişine eleştiri getiriyor. Egemenlerce aktarılmak istenenin aksine anomi denen şeyin temel olarak “sivil itaatsizlik” eylemleri olduğunu anımsatıyor. Yasadışılık ve suç ile eşdeğer tutulan şeyin aktivizm olarak meşru olduğuna dair bir kanıtlama evresine giriyor. Burada ise Arendt’in şu buyruğundan yararlanıyor: “Suçlunun gözlerden uzak durma çabası ile sivil itaatsizin açık açık meydan okuyarak yasayı kendi eline alması arasında dünya kadar fark var.” Yani “aleni” bir eylem olarak direnişin gayrimeşrulaştırılmasına karşı tanım üzerinden bir pozisyon üretiyor. Gerçekten de bu eylemlerin meşruiyeti ve hükümetin ve AB’nin saldırısına rağmen eylemleri yapan çoklukları oy verme davranışıyla birlikte bir partinin bedeni etrafında iktidara getirmesi çok büyük bir kırılma yarattı.
Bu, bir direnişin siyasi yaşamı baştan sona dönüştürmesini sağlamıştı. Ahmet İnsel Birikim Haftalık’taki köşesinde Syriza’nın Oxi sonrası Eurozone’dan çıkmamak adına temsiliyetinin ardından bu direniş ruhundan ne öğrenilmeliydi diyerek Douzinas’ın kitabın bu bölümünde yer alan bazı tespitlerini paylaşmıştı, şu satırları alıntılayıp: “Taviz verip kazanmaktansa şerefiyle kaybetmek kimilerine daha iyi gelebilir. Ancak tekrar tekrar yenilmenin, neoliberal kapitalizmin hayatlarını mahvettiği milyonlara bir faydası yok. Solun ihtiyacı, yeni bir örnek parti veya her şeyi kuşatan zekice bir teori değil.” “Solun yaratılan enerjinin, tahayyülün ve yenilikçi kurumların üzerine bir şeyler inşa etmesi” gerekiyor.” Bu söylemler direnişin bir siyasal partinin genel çalışmalarıyla kısıtlanamayacağı, tam da bu nedenle, direnişin oy verme davranışı ve sonuçlarıyla bağdaştırılamayacağını gösteriyor.
Douzinas’ın sonuç bölümünde direnişin ve direncin kelime anlamlarına geri dönmek gibi bir zekilik yaptığını okurla paylaşmak şart. Direnişin varlığının bir fizik kanunu olarak ele alındığı bu bölüm bize birçok şey söylüyor: Direniş kuvvet uygulayanın istikrarını bozar ve yönünü değiştirir. Dolayısıyla direnç kaçınılmazdır ve her ilişkiye içkindir. Kaçınılmaz bir gerçek olarak direnişi çokluğun ifade alanı olarak sunan Douzinas iktidara dair tüm oluşların direnişi ortaya çıkaracağını hatırlatmış oluyor. Direnişin tüketimle tatmin olmayan kuşakların tecrübelerinin ortak bir sonucu olduğunu, birçok siyasetçi ve düşünürün belki bilinçli belki bilinçsiz biçimde birbirlerinin sözlerini tekrar üreterek direnenleri “açıklamaya” çalıştıklarını söylüyor. Anlamak yerine açıklamak kavramını kullanmasının olası sebeplerinin başında bir iktidar ilişkisi var. Bir “anlam” hiyerarşisi bu.
Tabii felsefe ve direniş başlıkları bir araya gelince akla hep o sözcük geliyor: Özne kimdir, ne durumdadır? Douzinas, direnişle öznenin kendini keşfi üstünde duruyor. Direnişe katılanların benliklerindeki değişikliklerin farkına varışlarını ve şaşkınlıklarını ele alıyor. Direnişin insan doğasında yarattığı değişimi örnekliyor.
Özneden sonra da elbette mekân bahsi açılıyor. Yeni toplumsal hareketlerin en önemli dayanaklarından biri olarak mekân ve onun politikaları göz önüne seriliyor. Sokağın şehrin yasalarını bozuşuna dair bir övgü var bu bölümde. Douzinas’ın bir hukukçu olarak kurallar ve düzenin “bozumuna” ilişkin söyledikleri cesaret veriyor gerçekten. Douzinas’ın bu bölümde kurduğu söylem bana Ulrike Meinhoff’un Protestodan Direnişe kitabını ve ilgili makalesindeki mantığı anımsattı. Çokluk eylemlerinin geniş katılımlı meşruiyeti tam da Ulrike’nin arzuladığı şey değil miydi aslında?
Bir sonsöz söylemek gerekirse direnişi nereye konumlayacağımızı konuşmak gerekecektir. Direniş “fizik kuralları” çerçevesinde konuşulduğunda kaçınılmazdır; yeni politik sistemde de kaçınılmazdır. Hardt ve Negri’nin “Duyuru” metninden bugüne değişen bir şey yok. Çokluk tehdit altında ve direniş için mekân aramaya, form aramaya gerek yok. Direniş formunu yaratmakta, mekânını bulmakta tereddüde boşluk bırakmıyor. Çokluk her an mekânı ve biçimini bulup yola çıkıyor. Parti ise çokluğun bilgeliği karşısında çoğu zaman zor duruma düşüyor. Benim Douzinas’tan ve Yunanistan’ın Douzinas’ça anlatılan öyküsünden çıkardığım en önemli ders de bu aslında. Çokluğun parti yüzünden kaybetmeyeceği; partininse çokluk olmadan artık anlamsız olduğu.