Kralın Bedenleri

Yayın hayatına yeni başlayan Kıraathane Kitapları'nın Türkçede ilk kez Orçun Türkay çevirisiyle yayımlanan Pierre Michon'un Kralın Bedenleri adlı deneme kitabından tadımlık bir bölüm yayınlıyoruz...

07 Şubat 2019 11:00

Kafamda gerçek olabilecek bir insan canlandırıyorum. Onu Rouen’da doğurtuyor, adını Gustave Flaubert koyuyorum. İyi bir aile, keçisakallı ve işi başından aşkın bir baba, emrine amade bir anne veriyorum. Annesiyle babasının onu sevmesini, onun da her şeye meraklı, candan, şen şakrak, girişken olmasını sağlıyorum. Temiz yürekli olmasını. İri kıyım, dev gibi bir beden veriyorum, gençliğinde de sarışın, karşı konulmaz –ama çabucak solacak, sonuçta insanın her şeyi de mükemmel olamaz ya– bir güzellik. Kadını erkeği, herkesin hoşuna gidecek, kendisini onlara adamasını, karşılığını da almasını, onları güldürüp ağlatmasını, yüreğinin ağzını hesapsızca açmasını sağlayacak bir güç ve bir canlılık sunuyorum. Bu özelliklere büyük bir gurur, kendini beğenmişlik, övüngenlik, tembellik, açgözlülük, azıcık da isteri ekliyorum. Oldukça yaygın bir tutkuyu çocukluğundan başlayarak ona da kazandırıyorum: edebiyat merakını. Aynı koleksiyonun parçası olduğu ya da aynı paketten çıktığı için, bu edebiyat dünyasında başarılı olma arzusunu da ona vermem gerek.

Bu noktada oyunu karmaşıklaştırıyorum: Hepsinin ayağına vurulan o prangayı bacaklarının arasına koyuyorum, Lamartine’den Bloy’ya dek birçoğunu kıskançlıktan deliye döndüren ya da Baudelaire’den Zola’ya dek kendisini yadsıma, etkisini yok sayma arzusuyla deliye döndüren çekilmez babayı, Victor Hugo’yu, kırk tarakta yaşayıp, aynı zamanda yüz tarakta, bin bir tarakta yazmayı başarmış, bir koltuğa iki karpuzu sığdırmış, bir ayağı Tanrı’nın sağında, bir ayağı Şeytan’ın ordusunda, bir ayağı aleksandrende, bir ayağı düzyazıda, bir ayağı kızlarda, bir ayağı Guernesey’de olmuş, başka türlü yazılabilecek her şeyi şiirine sokmuş, kendince uydurmuş, istifini bozmadan aşmış canavarı, zamanının tüm yazarlarını yalnızca kılavuzbalıkları, sığırkuşları olarak görmüş ve dolayısıyla, onlara karşı büyük bir hoşgörü, büyük bir sabır ve umursamazlık sergilemiş Timsah’ı gönderiyorum ona.

 

Edebiyatın çekiciliğiyle Victor Hugo gibi koskocaman bir engelin arasında onu tuzağa düşürüyorum.

Ayaklarına daha az destansı başka prangalar da vuruyorum: Keçisakallı babasıyla suç ortaklığı yapıp ona hukuk okutuyorum, içten içe reddettiği bir dal bu, herhangi başka bir dalı da reddedeceği gibi; kuşkusuz keçisakallıyla doğrudan bozuşmadan, ama yazmak, demek ki ya Büyük Timsah’a, en yüce mercie ya da avukattan bile kötüsüne –bir yazar bozuntusuna, sığırkuşuna, uşağa, ortam fahişesine– dönüşmek zorunda kalacağını da kendine itiraf etmeden, gizlice bu daldan yakasını sıyırmasını sağlayacak bir yol arıyorum. Şöyle bir kaçış planı buluyorum: Ona büyük fading’i, gece Pont-L’Évêque çıkışında bir arabada sinir krizi geçirmek suretiyle kaçışı gönderiyorum, keçisakallıların onayıyla eğitime son verecek ve sizi başkalarının gözünde sonsuza dek ağır hasta, demek ki kılınızı kıpırdatmanıza bile gerek olmayacak denli özgür kılacak bir kriz bu.

Daha da çok pranga ya da belki kanat, orasını bilmem: Sepete Pays d’Auge’u, Pays d’Auge’a karşı sevgiyle karışık küçümseme duygusunu, Caen ile Falaise, oradaki yoksullar, yarı zenginler, inekler arasındaki uçurumu; oldu olacak, Doğu’ya ve eskilere merakı atıyorum; balıkçı kasabası Trouville’de, Marsilya’da bir otelde, Mısır’da bir genelevde, Parisli heykeltıraş Pradier’nin evinde, düşleri ya da zevki için Élisa, Eulalie, Küçük, Louise adlarını verdiğim dört öfkeli, kocamış, etli butlu, iffetli geçinen, takıntılı, ateşli İokaste veriyorum; haz alsın ya da almasın, düşünce, pişmanlık, öfke sayesinde, eliyle ve zihniyle mastürbasyon yaparak onlardan sonsuzca haz alabilme yeteneğini veriyorum, genelde İokaste’den haz alındığı gibi.

Daha az bulunur bir pranga buluyorum: Ayağını tuhaf bir budalalık tutkusuyla ya da fobisiyle, bir de budalalığı kategori ya da öz düzeyine çıkaran uçuk kaçık bir fikirle bağlıyorum. Ama yok yere bunca yüceltilen bu olumsuz özün biraz da ona bulaşmasına, onu biraz aptal, sığır, kaba saba, Flaubert’vari kılmasına engel olamıyorum. Tüm bu pılı pırtının tepesine de ansiklopediciliğin, çılgınca bilgi toplama merakının, kitap düşkünlüğünün tenekesini, bu dünyanın birbirine karışmış saplarıyla samanlarının koca yığınını, içine darmadağınık halde Shakespeare’in kişiliği, Mozambik bayrağının rengi, Keops ve Saksonya porseleni, Yuhanna İncili ve her Napoli maskesinin belirli özellikleri tıkıştırılmış eciş bücüş çuvalı bağlıyorum. 

Tüm bu hoşlukları üstüne yığdıktan sonra yazmasına, demek ki in petto Büyük Yazar olduğu hülyasına kapılarak günlerce okul defterlerine bir şeyler karalamasına izin veriyorum. Bu beş yıl, on yıl sürüyor. Ermiş Antonius ve Şeytan’ın ilk hali gibi bitmek bilmeyen, karman çorman bir işi bitirmesine izin verecek denli hoşgörülüyüm. Onu Victor Hugo’ya dönüştürmesi gereken bu karmaşanın ortasında bilgece umutlanmasına, kuşkulanmasına, sevinmesine, gururlanmasına, kasım kasım kasılmasına, titremesine ses çıkarmıyorum. Derken, zamanı gelince, dur bakalım orada deyiveriyorum: Bir sonbahar akşamı, arkadaşları Bouilhet ile Du Camp’ın sesinden, tüm bunların boş olduğunu söylüyorum ona.

Böyle bir yaşam gerçek olabilirdi.

En az iki yüzyıldır her kuşaktan bin kişi bu yazgıyı yaşıyor, sayıları da gittikçe artıyor.

Birden olmayacak şey oluyor, bu kez sorumlusu ben değilim kesinlikle: Adına Flaubert denen şeye dönüşüyor. Kapanıyor, tüm delikleri tıkıyor. Tek bir hareketle kitabı ve ona uygun maskeyi üretiyor. Temiz yürekliliğini ve canlılığını korudu. Üstüne bir şeyler ekledi.


Kıraathane Kitapları ile daha fazla bilgi için tıklayın