Dirimart’ta 80. yaşında, müthiş bir üretkenlikle, ‘büyüleyici’ bir sergi açan Komet’le resme, dünyanın hallerine, acemiliğe, ontolojiye, filozoflara, şiire, kurtarıcı saçmalığa, bir performans olarak hayata ve daha birçok şeye dair konuştuk.
14 Aralık 2021 15:30
Komet, hoş geldiniz. Dirimart’taki son sergi, bir anlamda 80’inci yaş serginiz. Bu sergi için kafamda beliren ilk ifade –kullanıla kullanıla yıpranmış bir ifade de olsa– ‘büyüleyici’ olmuştu. Bir büyüyü yakalamış gibisiniz. Nasıl tanımlarsınız 80 yıldır dünyada olmayı ve bir büyüyü yakalama halini?
Acısıyla tatlısıyla zaten büyülü bir yer hayat. Ağaçları, bulutları, iki değnek gibi bacaklarını açıp kapayarak yürüyen insanlarıyla 80 yıldır seyrettiğim gösteri. Yumurtladıklarım bunların yansıması olsa gerek.
Kundera’nın çok sevdiğim bir ‘dünya’ tanımı var: acemilik gezegeni. Aslında Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin ismi olarak ilk bunu düşünmüş. Kast ettiği şey şu: İnsan denilen varlık, her yaşın acemisidir. 50’sinde 50 yaşın, 60’ın 60 yaşın vesaire. Bu nedenle “insanlığın dünyası acemiliğin gezegenidir.” Kundera’ya göre insanı sevilesi kılan şey de budur. Bakışınızda ve halinizde böyle bir şey seziyorum. Ne dersiniz?
Biraz Turgut Uyar’ın sözlerine benziyor. İşin içine ustalık karışınca, samimiyet biraz kaçıyor gibi oluyor zaten. Ama restorasyona gidince, söylemek istediğini daha iyi izah edebiliyorsun. Ama ilk yapılan iş eksik aksak da olsa, zarafet, sarihlik de gerekebiliyor veya döküntüleri hiç toparlamadan mı yola çıksak, bilemiyorum.
Resimlerinizdeki figürlere bir ‘panik’ hali hâkim gibi. Sanki anlaşılmayan bir şeyler olmuş ve figürler bir panik duygusu etrafında toplanmış gibiler. Zamanında, Topor ve Jodorowsky’nin de parçası olduğu ‘Panik’ grubuyla da bir bağlantınız vardı. Ne dersiniz panik konusunda? Yaratıcılığı ve düşünceyi sürekli tetikte tutan bir panik ve ‘şaşırma’ hali?
Panikçiler çok yakın arkadaşlarım oldular. Aynı galeride çalıştık uzun yıllar. Jean Briance galerisinde. Birçok sergilere katıldık beraberce. Beraber yaşadık belli bir Paris hayatını, ama grup üyesi değildim. Hâlâ hayatta kalanlar en büyük dostlarım. Panikten ziyade bir oluş hali, olmanın çeşitli vizyonlarından süzülen durumlar, yani ontolojik sezgi ilgilendiriyordu beni. Sitüasyonistlerle tanışmam önemliydi. Her türlü bağlanmaya ve etikete karşı kuşku ile yaklaşmak, yani seçme ve eleştiri özgürlüğünü temel mesele olarak düşünmek. Hayatın acemisi olduğumu kabul ediyorum. Çünkü her gün her şeyi ilk kez görüyormuş gibiyim. Ve her şeye şaşırıyorum. Orhan Veli “Alıştığımız bir şeydi yaşamak” diyordu. Ben ona gönderme yaparak “Alışamadığımız bir şeydi yaşamak” demiştim 1967’de. (Olabilir Olabilir, 2. baskı, 160. Kilometre, s. 177)
Resimlerinizle ilgili ‘sürreal’ lafı çok kullanılıyor. Biraz topu taca atmak gibi geliyor bana bu. Sürrealist olmadığınızı iki yerde söylüyorsunuz. Birincisi, “Duvar mı Eğri”de: “Halbuki ben sürrealist değilim / Çocukken modern idim.” Ve “İstemiyordum”da: “Canım sıkılıyordu / Sürrealist olmak istemiyordum.” Lale Müldür’ün kendi şiirini tanımlamak için kullandığı ‘sürreal realist’ ya da ‘realist sürreal’ ifadesini sizin için de kullanabiliriz diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Evet, “realist-sürreal” uygun oluyor.
“İstemiyordum” adlı şiirde çok sevdiğim bir dize var: “Memleket felaket bir durumdaydı / saçmalamak durumundaydım.” Saçmanın kurtarıcı bir güç olduğunu düşünenlerden misiniz? Yani varoluşçulardan?
Saçmanın insanı özgürleştirici bir tarafı olduğu muhakkak. Ama dozu kaçırmamak benim için önemli, çünkü asıl söylemek istediklerimi yok edebilir. Düşünce yetimin istila edilmesini istemiyorum.
Orhan Koçak bir yazıda resminizin bir ‘hikâyeye geri dönüş’ içerdiğini söylüyor. Soyut, vesaire üzerinden dışlanan hikâyenin geri dönüşü. Ama bu ‘hikâye’nin fragmenter, başı ve sonu açık bir hikâye olduğunu da ekliyor. Var mıdır sizin resimlerin hikâyeleri hakikaten?
Hikâyeleri o haliyle yoktur. Hepimizin her zamanın hikâyelerinden kesitler, izdüşümleri olabilir. Bazen ben de sonradan bakarken hikâye veya çeşitli anlamlar, çıkarımlar yapıyorum. Yani konumumuz aslında aynı denebilir.
İşlerinizde dünyayla kurulan bir ontolojik alaka görüyorum. Rimbaud, Nietzsche, Unamuno, Schopenhauer gibi negatif-modernlerin yolundan gidiyor gibisiniz. Yazı ve felsefeyle kurulan böyle bir ilişkiyi ben bir de Yüksel Arslan’da görmüştüm. Şunu sormak isterim: ‘Modernist’ yazarlar ve filozoflar sizi nasıl etkiler?
Bu saydığınız isimler ilk gençliğimden beri beni derinden etkilemişlerdir. Schopenhauer hariç. Unamuno’nun bilhassa Sis adlı novella’sını unutamam.
Son serginizde alto-modern diye adlandırılan bir dizi de var. Nedir bu alto-modern?
Orada yıllar sonra ayan-beyan, açık-seçik ve net olarak resmin elemanlarının, “şey”lerin münasebetlerinin problematik imkânlarını irdelemek istemiştim. Çok yıllar önceden modernizme başkaldıran, modernizmi sorgulayan birisi olarak, yeni bir biçim arayışı ve denemeleri olarak saf resim dilinin çeşitli olanaklarını harekete geçirme gayretidir bu çalışmalar.
Biraz ‘pop’ bir soru sorayım: Sizi en çok cezbeden renk hangisidir?
Ben renkçi bir ressam değilim. Zaten renk aslında olmayan bir şeydir ama aynı zamanda vardır. Ve bu bize göredir, yani yüzeylerden yansıyan ışık meselesi.
Nietzsche sevginizi biliyoruz; son yıllarda başka bir filozof var mı şiddetle okuduğunuz?
Baudrillard uzun yıllardır ve Sloterdijk.
Biraz şiire gelelim. Şiir alaşımınızı çok iyi tanımlayan bir yazıya denk geldim, Liman Mehmetcihat’a ait. Şöyle diyor: “‘Ambivalans’ şiirlerdir bunlar. Nükte ve melankoli bir aradadır. Çocuksu bir hayret ve bilgece öngörüler bir aradadır. Heyecan ve bıkkınlık bir aradadır.” Böyle zıtlıklarla dolu bir ara-bölgede yazdığınızı kabul eder misiniz?
Ara [bölge] meselesi önemli. Önay Sözer, Görünendeki Görünmeyen kitabında bu konuyu geliştiriyor. Önemli makaleler var. Ayrıca benim katalogdaki yazısında da bu ‘ara’ meselesini ele alıyor.
Yıllardır çeşitli malzemelerle ‘enstalasyonlar’ da yaptınız. Yıllar önce Sartre’ın mezarı başında dua etmiştiniz, bir performans olarak. Buna şiir okumalarını da ekleyince şu çıkıyor: Modern dünyayla konuşan ve çarpışan bir enstalasyon ve performans damarınız da var. Bu damarı sürdürüyor musunuz hâlâ?
Hayatımın her ânı performanstır, bilenler bilir. (Onların da çoğunluğu yok oldu.) Hiçbir şey ispat etmek zorunda değilim. Benim için yaptıklarımla hayatı sürdürebilmek önemliydi. Yoksa birisi olmak şart değil. Belki ilk gençlikte insan birey olarak kendisini göstermek istemiş olabilir tabii ki. Yıllardır video yapıyorum. 2000 yılındaki “İdi İdim İdik” sergisinde 29 video-yerleştirme sergiledim. 2013’te Karaköy-Tophane hattında çeşitli espas ve dükkânlarda büyük bir video sergisi açtım. 2009’da Karşı Sanat’ta video ağaç ve fotoğraflarla YOK sergisini açtım. ’89’da Feshane’de “Serotonin” sergisini yaptık. Yani iyi izlenirse, herhangi bir klasmana konacak birisi değilim. Ayrıca bütün iktidar odakları da bana yanaşmaktan imtina ederler.
“Bitmeyen Şiir”de bu dünyadan gidenleri listeliyorsunuz. Hem bir hakikatin kabulü hem de soğukkanlı bir ağıt gibi bu liste. Bence bu ‘trajik bilinç’ insanı daha hakikatli yapan bir şey; tabii ki ürettiği işleri ve kurduğu cümleleri de…
Doğru söylüyorsunuz.
Olabilir Olabilir adlı şiir kitabınıza dayanarak sorayım: Artık daha ne olabilir hayatta, sanatta ve edebiyatta?
İpin ucu kaçmış durumda. Yine de henüz yok olmadan bir şeyleri düzeltebilir yeryüzü. İnsan değil, doğa konuşur artık.
Son olarak, Komet’e sormak ve cevaplamak istediğiniz bir soru var mıdır?
Papini’nin GOG adlı (sahte söyleşiler) kitabında Milyarder, Einstein’a sorar:
– Efendim, bu kadar derin konularla uğraşıyorsunuz. Bütün bu çalışmalarınızın sonucunda hayat ve varlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir cümleyle söyleyebilir misiniz?
Einstein biraz düşündükten sonra, “Bir şey kımıldıyordu” diye cevap verir.
•
GİRİŞ RESMİ: