Knausgaard, öze dair hezeyanlar ve arayış

Son beş yıldır pek çok dilde tekrarlanan "Knausgaard'ın kavgası ne" sorusunun tek bir yanıtı olabilir: Knausgaard kim olduğunu arıyor ve bunu "çocukça" bir ilgiyle yapmanın peşine düşüyor

28 Temmuz 2016 14:30

Hakiki ve ciddi tek bir soru var: Kim olduğumuz. Ben kimim ve neye dönüşüyorum? Günbegünbegünbegün? İnsanla dünyası arasındaki kopuş zamanımızın düsturu olmaya başladığından, yaşamın yaşanmaya değip değmediği de yanıtlanması elzem bir soru olmaktan çıkıyor. 

Yaşamın fazlasıyla kendiliğinden olması, onu önemsemeyi ve temel soruların öznesi kılmayı da zorlaştırıyor zaten. Bir incir yaprağı, bir su aygırı ve ben, aynı zamanda farklı yerlerde, bir fıkranın epey dışında, benzer bir yaşamak faaliyetini sürdürüyoruz. Üstelik, benim su aygırından daha anlamlı bir oluş içinde bulunduğumu da iddia edemem. Kiloma biraz daha dikkat ediyorum olsa olsa, bu da beni yaşam zincirinde pek ahım şahım bir yere koymuyor. 

Ben kimim? Dünyanın yükü giderek ağırlaşırken, ülke "evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını ver"mezken, ben de içimdeki öfke ve nefretin giderek keskinleştiğinin farkındayım. Hayata ve getirdiklerine tahammülümün giderek azaldığını da biliyorum. Değil olup bitenler, kendi ihanetlerim bile beni şaşırtmıyor artık. Ben kimim? Annem miyim? Babam mı?

Annem kim? 42 yıl önce âşık olduğu adamın peşinden, ailesini reddederek ve reddedilmeyi göze alarak, bilmediği bir şehre giden o gözükara genç kadın mı? 40 yıldır pişmanlığını bileyen kadın mı? Gece gündüz, mutfakta kendi kendine konuştuğunu duyduğum, elleri ve kalbi yaralı kadın mı? Tanıdığım en zeki insan, bu mu? Fatma Girik'i, Nuri Sesigüzel'i ve kung fu filmlerini seviyor annem. Annem bu mu?

Babam kim? Akşamüstleri, elinde poşetlerle sokağın başından girdiğini gördüğümde, koşarak kucağına atladığım adam mı? Bir gece vakti, anne bir duvar dibine sinmişken, bizi bırakmasın diye ayaklarına kapandığım adam mı? İyiniyetli, yüce gönüllü ve saf mı, tanıyanların dediği gibi? Kapı sesini duyunca ışıkları söndürüp, uyuyor numarası yaptığımız akşamlardaki o saf öfke mi? Üç kuruş için bana nafaka davası açan adam mı? Yeni tanıştığı kadınlara soyadının "Albeni" olduğunu çapkın bir gülümsemeyle söylüyor ve gülerken hep dizlerini dövüyor babam. Babam bu mu?

Âşık olduğum insanlar mıyım ben? Tanıyıp terk ettiklerim mi? Unuttuklarım mı? Unutamadıklarım mı? İnandıklarım mıyım? Söylediklerim miyim? Sustuklarım mı? Korkularım mı? Felaketlerim mi? Yalanlarım mıyım?

Hepsi değilim, biliyorum; hiçbiri olmadığımı ise iddia edecek kadar kendime güvenim yok…

Yazar ve yaşayan olarak Knausgaard

Karl Ove Knausgaard, edebiyat dünyasını sarsan serisi "Kavgam"ın ikinci kitabı Âşık Bir Adam'ın ilk sayfalarında, üç çocuğunun "kim oldukları"na dair bir duyguyu nasıl ayırt ettiğinden bahsediyor; bu "belirgin" duygu, "kim oldukları", çocuklarının "ne yapıp yapmadıklarıyla değil, onlardan yayılan bir tür ışıkla ilgi"li ve doğdukları ilk günden bu yana "mevcut."

Bir insanı en iyi ve/ ama en az anne babasının tanıyabileceğini pekâlâ öne sürebiliriz. Dahası, Knausgaard kurduğu çatı anlatı içinden çocuklarına bakar. Bu durumda onun, çocuklarında evrensel diyalektikten bağımsız ve sadece onlara içkin karakteristik özellikleri gerçekten görüp görmediği veya -daha anlaşılabilir bir şekilde- bu nitel içeriği onlara atfedip atfetmediği üzerine düşünmek önemini yitirir. Yazar ve yaşayan olarak Knausgaard, kendi arayışını çocuklarına yansıtmakla kalmaz, bu yansılama üzerinden kendine bir yol haritası da çizer. Daha doğru bir deyişle, kendi arayışını ve hâlihazırda çizdiği yol haritasını, çocukları üzerinden anlamlandırır.

Zira son beş yıldır pek çok dilde tekrarlanan "Knausgaard'ın kavgası ne" sorusunun bence tek bir yanıtı var: Knausgaard kim olduğunu arıyor ve bunu "çocukça" bir ilgiyle yapmanın peşine düşüyor.

Zincirler ve benliğin inşası

Âşık Bir Adam, Karl Ove Knausgaard, Çeviri: Ebru Tüzel, Haydar Şahin, Monokl KitapErich Fromm, The Art of Being kitabında yaşama isteğinin evrimsel bir dürtü olduğunu ve bir gonca kadar bir insanın da hayattaki amacının "kendi potansiyelini gerçekleştirmek" olduğunu vurguladıktan sonra, Batı demokrasilerinde politik özgürlüğün hayatı zindana çeviren türlü bağımlılıklarımızı hasıraltı ettiğini söyler ve ekler: "İnsan zincirlere vurulmadan da köle olabilir." Fromm'a göre toplum "telkin aygıtı aracılığıyla" hayata geçirdiği düşünce, duygu ve arzularla bireyleri esir alır. Nâzım Hikmet'in "hapisaneyi.... kendi içinde taşı"yan insanlarından farklı olarak, Fromm'da siyaset elzemdir ama yegâne mücadele alanı değildir.

Knausgaard, hayatın bütün sokaklarını, her yönden esen rüzgârı birer mücadele alanı veya kavga sahası olarak görüyor ve benliğini saran tüm zincirlerden kurtularak özü yakalamanın peşine düşüyor. Yazarın, gerek Hitler'in Kavgam kitabının gerekse kendi ansiklopedik serisinin "benliğin inşası hakkında" olduğunu söylemesi, bu savı güçlendirir.

Beri yandan, bütün edebiyat eserlerinin az çok "benliğin inşası" teması üzerine kurulduğu ileri sürülebilir. "Kavgam"ı bu bağlamda kendine has bir mücadeleye dönüştüren etki ise; yalnızca kurmaca ile gerçek karakterler ayrımı- dahası bu izafi kategorilerin önemini yitirmesi değil, karakterin herhangi düzlemde yıkıcı bir öfkeye savrulmaksızın, zincirlerini tek tek çıkarma gayreti göstererek öze ulaşma çabasında yatar. Hâlbuki edebiyat- Jane Austen'dan tutun Jonathan Franzen'a kadar- çoğunlukla karakterin kendi bütünlüğüne takılmasına razı olduğu politik, ekonomik ve sosyolojik zincirleri, benliğin inşasının aşamaları olarak gösterme eğilimindedir.

Knausgaard'ın edebiyattan, zaman zaman da kendi edebiyatından tiksinmeye varan bir hoşnutsuzlukla ve hep kendinden uzak, başkalarına ait bir mekân olarak bahsetmesinin şifreleri biraz da burada saklı olabilir.

Yazar, edebî gücünden etkilendiğini gizlemediği James Joyce'un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'ni incelediği yazısında, kimliğin "ortaya çıkmasının" merhaleleri olarak bireyin aile, dil, dille hayata giren kültür, toplum ve son olarak da ulusla tanışmasını sıralar. Ne var ki, Stephen Dedalus bu etmenlerin şekillendirdiği kimlikten ibaret değildir; "bu ve fazlasıdır." Knausgaard'a göre, Joyce sadece bireye has olan ile herkeste ortak olanlar arasındaki kaymaların yörüngelerini cesurca irdelediği için başarılı bir roman yazmıştır. Yazı bu irdelemenin bir yöntemi olabilir ve Knausgaard da yazmaya başladığında benzer bir ifşa etkisini hedefler.

"Kavgam" serisini okuyanlara bir hayli tanıdık gelecek pek çok hesaplaşmayı barındıran ve görkemiyle, diliyle insana küçüklüğünü hatırlatmayı hiç bırakmayan bir katedrali andıran ikinci romanı A Time for Everything'in açılışında, 1551 doğumlu Antinous'un hayatına davet eder okuru yazar. Karakterinin çocukluk ve gençlik yıllarına dair çok az biyografik veri bulunduğunu söyledikten sonra ise "Fakat, Antinous'u anlamaya teşebbüs edeceksek, bakmamız gereken yer zaten içteki adam değildir" der; Antinous'un duygu ve düşüncelerinin ilk kaynaklarına varıncaya dek izini sürsek, hayatındaki insanları, ilişkilerini bilsek dahi, onu anlamayı başaramayacağımızı söyler.

Zira, araya "20'nci yüzyılın tartışmalı dehası" Freud girmiştir ve doğayla kültürü karıştırarak, "atalarımızın da bizler gibi oldukları"na inanmamıza neden olmuştur. Tartışmak için tartışma heveslisi olduğumuz anlarda, araya çok daha önceleri Platon'un girdiği görüşünü içtenlikle savunabiliriz; fakat yazarın izinden gidersek, sadece dışsal olanın değil, içsel olanın da insana dair kıymetli bir verim sunamayacağı görüşünü yakalarız. Özünde, içsel olan da dışsaldır. Zaten Knausgaard da sonraları, Âşık Bir Adam'da insanın, bundan "40 bin yıl önce Afrika'da bir yerde" dünyaya gelen ilk insandan çok da farklı olmadığını söyleyecek; "atalarımız"la aramızdaki sınırları silecektir.

Öncesinde, aşk

Knausgaard, "Kavgam"da varoluşun dolambaçlı yollarını, kayıp zamanı ve vasat yıkımları pervasızca sıralayarak, gündelik mecburiyetleri yerine getirmekle bir türlü dizginleyemediği önemli ve büyük sanat eserleri yaratma arzusu arasında sıkışıp kalan kendi hayat hikâyesini anlatıyor. Hayatına girizgâh olarak da okunabilecek serinin ilk kitabında, yazar çeşitli dönemlerinden, çocukluğundan, gençliğinden ve 20'li yaşlarındaki bazı dönüm noktalarından bahsetmişti. Âşık Bir Adam ise Knausgaard'ı ilk kitap yazıldıktan bir ay sonrasında alıyor ve âşık olmasını, İsveç'e taşınmasını, yeni bir aile kurmasını, aile sevgisi ile git gide angarya olarak görmeye başladığı sorumlulukları arasında ezilmesini, kaçma isteğini, yakın arkadaşı Geir'le uzun sohbetlerini sadece kendi zamanına uyarak anlatıyor. Biliyoruz ki, sonrasında Boyhood Island'da altı- 13 yaşları arasını, Dancing In The Dark'ta liseden mezuniyetini ve Norveç'in kuzeyinde öğretmenlik yaptığı yılları, Some Rain Must Fall'da ise arkadaşları yazarlık kariyerine adım atarken, kendi içine kapanışını anlatmaya devam edecek.

Öncesinde, aşk var. Aşk, insanı bütün prangalarından azat eden bir büyü mü? Yoksa, insanı gönüllü bir esarete sürükleyen bir çılgınlık hâli mi? Âşık Bir Adam, yazardan bekleneceği- ancak kitabın adından beklenmeyeceği- üzere tatil dönüşü üç çocukla ve karısı Linda'yla kendini bir lunaparkta bulan Knausgaard'la açılıyor. Hayatları çoktan monoton bir düzeni kabullenmiş, büyük heyecanlar, uyutmayan esrime anları yok. Çocuklar var. Sorumluluklar var. Knausgaard, "sona" epey yakın bir yerden anlatıyı alıyor ve okura yeşil bir bahar vadetmediğini baştan söylüyor. Kitap, Knausgaard'ın bir aile habitatındaki davranış biçimlerini, arzularını, huzursuzluklarını, yaptıklarını ve yapmadıklarını tek tek yırtarak, yazarda kalanların izini sürme işlevini üstleniyor.

Her şeye yakın, her şeyden uzak

Karl Ove KnausgaardKnausgaard'ın kim olduğunu tanıma çabasını "çocukça" bir ilgiyle yaptığından söz etmiştim, bunu açmakta fayda var. Öncelikle, yazar kendi "girişim"ini böyle tanımlıyor; bir söyleşisinde, "Şimdi yazdıklarıma baktığımda- evet çocukça ve... aptalca görünüyorlar. (...) Sanki bir çocuk yazmış gibi" diyor. Knausgaard, -çevirileri kıstas alarak konuştuğumuzda- "Kavgam"da Out of the World ve A Time for Everything romanlarına kıyasla çok daha basit, gündelik ve sayfaların ağırlığını uçuran bir dille yazıyor.1 Ne var ki, serinin "çocuksuluğu" dille sınırlı değil.

Yazar, ancak bir çocukta veya adanmış Budist rahiplerde görülecek bir şevkle ve uçucu bir hevesle şeylerle ilgileniyor. Yediği içtiği, sevdikleri, nefret ettikleri, hezeyanları, derin mutlulukları, yaprağa vuran güneş ışını, çöpler, plaklar... Her şey Knausgaard'ın gözlem alanına giriyor. Hayatının aşkı Linda'yı ilk gördüğü ânı anlatırken gösterdiği özen, bir kâse gevreğe ne kadar süt ekleyeceğini, makarnayı ne kadar haşlayacağını düşünürken -veya yazarken- takındığı tavırdan farksız değil. Açlığını anlatması ile evliliğin monotonluğundan yakınması arasında, Stendahl üzerine düşünürken gösterdiği tutku ile bir ağacın uzayan gölgesine bakarken duyduğu belirsizlik arasında ancak eser miktarda fark olduğu söylenebilir. Haliyle, her şeye bakan göz, hiçbir şeye bağlanmıyor. Gölge uzadıkça silikleşiyor ve en nihayetinde karanlıkla bütünleşiyor. Ve Knausgaard bakışını başka yöne çeviriyor. Zamanı ileri geri sararak kullanmasının yanısıra şeyler arasında hiyerarşik bir düzen kurmaması sayesinde Knausgaard, her şeye yakın ve her şeyden uzak kalmayı başarıyor; böylece zamanı geldiğinde zincirlerini de kolaylıkla söküp atabiliyor. Yine bu sayede, sıklıkla karşılaştırıldığı Proust'tan ayrılıyor Knausgaard; Proust'un bütünden parçaya, parçadan bütüne titizlikle kurduğu dolambaçlı kurgu, Knausgaard'da muğlak ve kaotik bir bütüne doğru yol alıyor.

Bu kaotik bütünün, küratöryel bir pastiş olmadığını savunmuyorum. Knausgaard seçiyor, eleyerek yazıyor ve aslında yazmamayı seçtikleri okura ters köşe yapıyor. Sözgelimi, Knausgaard yedi yaşından beri "erkek olmak" için azami çaba gösteren, çocukların onu kadınsı bulmasının izlerini hayatı boyunca ensesinde hisseden, hatta uzun süre Norveç'te eğitim görmüş, -aynı zamanda Paul Auster'ın eşi olan ve bence kesinlikle Auster'dan daha kuvvetli bir yazar olan- Siri Hustvedt'in "Knausgaard Kadın Gibi Yazıyor" başlıklı makalesinde binlerce sayfa kendini incelemesine rağmen "içindeki kadını kabul edecek kadar açık fikirli" olmamakla suçladığı biri... Maskülen- feminen geriliminin böylesine belirleyici bir yerde durduğu bir adamın yolunun bir gay club'a düşmesinin, herhangi bir anlatı için sonsuz olanak sunduğunu düşünebiliriz. Hayır. Knausgaard, Some Rain Must Fall'da iyice sarhoş olduğu anda rastgele bir bara giriyor, tuvalette girdiği yerin gay bar olduğunu anlıyor, birasını içip çıkıyor. Bu kadar. Bu kadar gelişigüzel. Bu ve üstünkörü geçilen benzeri tecrübelerin, lunaparkta ona musallat olan at sinekleri kadar olsun önem taşımaması ise anlatının ritmini dalgalandırıyor. Yazar, nasıl ki ilk iki kitapta zamanın nirengi noktalarıyla oynuyorsa, burada da okur beklentilerini çizgisel olarak kırıyor.

Olgunlaşmadan gelen ölüm

Bu çerçevede, "Kavgam"ın özünde bir Künstlerroman olarak kabul edilebileceğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Goethe, Mann, Joyce ve Kundera gibi edebiyat devlerinin eser verdiği bu türde, çözüm bölümüne doğru sanatçının nispeten bir olgunlaşma kaydetmesi, sanatında kimi şifreleri özümsemiş olması beklenir. "Kavgam"ın İngilizceye çevrilen ilk beş kitabına üslup ve biçim açısından baktığımızda; giderek döngüsel zamanın terk edilip kronolojik sayılabilecek bir anlatının yeğlenmesi haricinde, belirgin bir "olgunlaşma" sezilmiyor, yazarın sanat ve edebiyat üzerine düşünceleri de kayda değer bir dönüşüme uğramıyor. Yazıyor, yaşıyor, yaşıyor, yazıyor.

Kimi eleştirmenlere göre, kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınırları bir daha onarılamayacak şekilde muğlaklaştıran Knausgaard'ın bu döngüsel kurgu içinde mantıken "ölene dek" yazması gerekir. Hiçbir yapboz tamamlanamaz değildir; anlatı, olgunlaşmayla, olmuyorsa ölümle sekteye uğratılmalıdır. Yazarın verdiği söyleşilerden öğrendiğimiz kadarıyla "Kavgam"ın altıncı ve son kitabı, Hitler'in Kavgam'ı üzerine epeyce uzun bir deneme içeriyor ve 2011'de Oslo'da korkunç ırkçı bir katliam gerçekleştiren Anders Breivik'ten bahsediyor. Üstelik, yine söyleşilerden öğrendiğimiz kadarıyla kitabın son cümlesi de "...Artık yazar değilim" olacak. Yazar, yazarını öldürür. İstemli veya istemdışı, beklenen son budur. "Kalp için hayat basittir. Atabildiği kadar atar. Sonra durur" diye başlayan ve hayatı ansiklopedik bir titizlikte inceleyen "roman", mecazen de olsa- ölüme varır.

Ya sonra? "Kavgam" serisinin okur açısından tümel bir anlatıya varıp varmayacağını, son kitaptaki Hitler denemesinin göstereceğini düşünüyorum. Yazmaya başladığı ilk andan itibaren "başarısız sanatçı" imgesini de hiç sektirmeden sırtlanan Knausgaard, bir başka "başarısız sanatçı" ile arasında nasıl bir ilişki kuruyor? Âşık Bir Adam'da Hitler'in "Benliğinde çürüyeduran bayağılık ve dar kafalılıktan, seni öfkeli veya mutsuz yapan tüm saçmalıklardan kurtulma, içinde çözülerek yitip gidebilceğin saf ve görkemli bir şey yaratma arzusunu" anlayabildiğini söyleyen Knausgaard, son kitapta ne kadar ileri gidecek? İradesini mi kutsayacak? Yoksa, arzularını bir kez daha aforoz mu edecek? Daha önemlisi, bütün bu önemli önemsiz katmanları yırtıp attıktan sonra, kim olduğuna dair o gizemi, özün bilmecesini çözebilecek mi?

Kimi kaynaklarda, Amerikalıların ne hikmetse Çinlilere atfettiği ama İngilizce bilen Çinlilerin bir türlü anlam veremediği üç eski lanetten bahsedilir. Birinci lanet, çağımızın üzerine iyice çöreklenmiş durumda: İlginç zamanlarda yaşayasın. İkinci laneti, günümüz Türkiye'sinde babamdan bile sakınacağım için yazmıyorum. Üçüncü lanetin barındırdığı şiddeti ise, minik de olsa bir hayali gerçekleşmiş herkes duyumsayacaktır: Aradığını bulasın.

Karl Ove Knausgaard aradığını buldu mu bilmiyoruz. Fakat kavgasını artık okura emanet ettiğini söylemek yersiz olmaz....

 

 

 

1Âşık Bir Adam'ı Türkçeye çeviren Ebru Tüzel ile Haydar Şahin'in genel hatlarıyla gayet temiz ve akıcı bir dil yakaladığını, yazara ihanet etmediklerini belirtmek gerekir. Yine de, -Türkçenin gramerinden has olacak- özellikle uzun cümlelerde aynı etkinin yakalanamadığını, düşünce akışının sekteye uğradığını düşünüyorum.   
Romandan tadımlık bir bölüm için tıklayın
Yazarın notu: Knausgaard eleştirisini, yazmaya ve insanlığa inancımı iyiden iyiye kaybettiğim bir dönemde karalıyorum. Bu çabamda, Knausgaard'ın "edebiyat"la arasına koyduğu mesafenin nasıl ki teskin edici bir etkisi olduysa; eleştirmenin nicedir yerleştiği korunaklı ve dokunulmaz bakıştan sıyrılması gerektiğine dair giderek pekişen inancım da itici güç niteliğindeydi. "Ben" demeyen, kendi çevresindeki en az bir kişiyi kırma riskini göze almayan birinin Knausgaard üzerine yazması, bence alçaklık olurdu. Yazının girişi, bu nedenle böyle yazılmıştır. Rahatsız olan okurlardan anlayış bekliyorum.