Edebiyat, Sanat bu çerçevede Bilim ile, Felsefe ile bir tutulamaz: Yalan, yanlış, yalan yanlış, sahtelik bir kapta; doğru, gerçek, sahicilik bir başka kapta durmuyor orada...
06 Nisan 2017 14:09
William Boyd’un novellası Nat Tate’den 1998’de Kum Saatından Harfler’de (XLVIII) sözetmiştim:
“Bir yaşamöyküsü denemesi olarak sunulan metin, 1928-1960 arası yaşamış, tıpkı hayranlık duyduğu Hart Crane gibi köprüden atlayarak intihar etmiş, sonra da unutulmuş New Yorklu ressam Nathwell (“Nat”) Tate’in çalkantılı yaşamını konu ediniyor. Öykünün bunca yankı uyandırmasının nedeni başka: Yaşamış bir sanatçının yaşamöyküsü olarak sunulmasına karşın, çarçabuk ‘deşifre’ edilmiş: Kurmaca bir kişilik üzerine kurmaca bir metin sözkonusu burada.”
İçbükeyin geri kalanını kişisel bir tabakaya ayırmıştım, ama Boyd’un hamlesinin neredeyse “icat” olarak görülüp oradan bir skandala varılmasını şaşkınlıkla karşıladığım da görülüyor. Satır aralarından bilmem seziliyor mudur: Boyd’un, arkasına başka David Bowie kimi ‘yıldız’ları alarak yaptığı halkla ilişkiler hamlesi de bana oldukça itici görünmüştü.
Aradan yirmi yıl geçmiş. Başka bir vesileyle Max Aub’la sıkıfıkı olmam gerekti, yarı şaşkın yarı utanmış, gözbebeklerim büyüdü: İspanyol(?!) yazarı, hem de 1958’de tıpatıp aynı işi yapmış meğer: Jusep Torres Campalans, yaşamı ve yapıtlarıyla hepten kurmaca bir ressam figürünü konu edinen bir tür sahte yaşamöykü denemesi, dolayısıyla bir roman; 1961’de Fransızcaya (Gallimard yayını), bir yıl sonra İngilizceye (Doubleday yayını) çevrilmiş — bu ayrıntılar şundan önemli: William Boyd yarızamanlı biçimde İngiltere ve Fransa’da yaşıyor, 1952 doğumlu.
Benim yaşımda şaşıracak, utanacak ne var, bir adım sonraki düşüncem: Max Aub’un kitabını ıskalamışım. Hem herşeyi bilemeyiz, bilmek durumunda ve zorunda değil kimse. Bir adım daha, ağır soru: Sahte bir ressam yaşamöyküsü yazmaya niyetlendiysem, o özelin özeli sahada (öyle ya, çok sayıda örneğiyle karşılaşılacak bir kalkışım sayılamaz bu) ciddi bir yoklama yapmam gerekmez mi(ydi)?
Ağır soruya pekâlâ hafif yanıt gelebilir karşıdan: Niye gereksin ki, ben kendi kitabımı yazıyorum, bir başkasınınkini ‘copy paste’ yapmıyorum sonuçta.
Her yiğidin yaklaşımı farklı olabilir. Kendi payıma, başıma gelseydi kahrolur muydum kestiremiyorum, kimse bu nedenle bana ve kitabıma yüklenmese bile uykularım kaçardı. Çok sonra da haberim olsaydı Aub’un kitabının varlığından, Nat Tate’in yazarı kimliğimle, başkalarını beklemeden gecikmiş bir selâm durma yazısı döşenir, ola ki iki kitabı yanyana/ üstüste okuma denemesine girişirdim.
William Boyd ne yapmış? Kitabının çıkış yılı 1998’den bu konuda yaptığı 2016 tarihli son söyleşiye dek bir kez olsun anmamışa benziyor Jusep Torres Campalans’ı; böyle diyorum, çünkü kesinleyemiyorum; gelgelelim, yazarın kendi sitesi başta, gözattığım belli başlı konuyla ilgili kaynaklarda hiçbir göndermeye, anıştırmaya rastlamadığımı belirtmeliyim.
Varsa yoksa “hoax”; öte yandan. Redhouse sözlüğü dört farklı karşılık veriyor kavrama: Şaka, lâtife, hile, oyun. Doğrusu, bana kalırsa, tümünü cemetmek, aynı içe boca etmek. Edebiyat (Martinus Scriblerus'tan Ajar’a), Sanat (Daidalos’tan Orson Welles’e), Felsefe (Foucault’ydu Sokal’dı): Geniş ve derin bir Fake albümü. Saha oyunlarla, cilvelerle, irili ufaklı hergeleliklerle renklenmiş.1
William Boyd’un metnini birinci elden rol üstlendiği “operasyon”un zedelediğini düşünüyorum; herşeyden önce. NatTate’in yayımlanmasından hemen sonra büyük gazetelerde “deşifre” edilmesi düpedüz bir reklâm kampanyası hamlesi olmuş. Bu soy her kalkışım bir gün gelir açığa çıkar şüphesiz, ama “oyun”un temel kurallarının başında ‘o gün’ün gelişini olabildiğince gerektirecek sıkı önlemlerin alınması çabası sayılmalıdır ve bu, oyun kurucunun asli görevidir —Romain Gary’nin nasıl hazırlandığını yazarın ölümünden sonra yapılan kazılar göstermişti.
Max Aub da aynı yolu tutmuş. Sır perdesi kaldırılasıya, bu örtünmeyi başardığı şuradan belli: Kitabı, çok sayıda kütüphane kataloğuna sahici biyografi olarak kaydedilmiş!
“Sahte Biyografi” çerçevesinde, Greimas’ın kuramsal altyapısını oluşturduğu gerçeksilik andının (contrat de véridiction) güçlü payı olduğu tartışılmaz: Bir ucundan ötekine inandırıcılık damarı yapıtı katetmeli. Onlardan biri sayılamayacağım ayan beyân ortada, etik düzlemde girişimi kabul edilemez bulanları, kandırmacanın onaylanabilir yanı olamayacağını savunanları anlıyorum — herkes etik duruş tercihinde özgürdür. Benim etik takınağım başka:
Kişi, öncüllerini, er ya da geç selâmlamalı diye bekiniyorum. Buradaki sıkıntımı toparlayacağım:
Max Aub, 1958 yılında Jusep Torres Campalans’ı yayımlamış. Gerçekte varolmamış bir ressamın dolayısıyla sahte yaşamöyküsü. Kurmaca figür Juan Gris ve Picasso’nun yakın arkadaşı, Katalan bir sanatçı. Aub, çağdaşlarının Campalans ile ilgili anı ve görüşlerini biyografiye yedirmekle kalmamış, yapıtlarından (!) bazı örnekleri görsel albüm olarak kitabının sonuna yerleştirmiş. Bununla bitmemiş: Campalans’ın sözde tablolarıyla 1958’de Meksiko’da bir sergi düzenlemiş, sergi dört yıl sonra New York’da, Bodley Gallery’de tekrarlandığında, Fuentes ve Aleixandre kataloğa yazılarıyla ve oyunu sürdürerek katılmışlar, Josep Renau ise usta işi bir fotomontaj çalışmasıyla Campalans’ın Picasso’yla yanyana çekilmiş (!) bir (aslında tek) fotoğrafını işin içine katmış. Max Aub’un 1972’deki ölümünden çok sonra, Madrid’deki kraliçe Sofia Müzesinde yeniden Compalans sergisinin düzenlendiğini ekleyelim.
Tam bu noktada, hızlı anlatımla, sıkıştırılmış, Boyd’un kitabının başlıca özelliklerini, tartmak üzere, terazinin karşı kefesine yerleştirelim: Düzmece Nathwell Tate 1928 doğumlu, 1960’da intihar eden, soyut dışavurumcu akımının öncü ressamlarından. 1952 sonrası sergilediği resimlerinin çoğunu ölmeden önce yoketmiş. 2011’de bir resmi (ki Boyd’un elinden çıktığı sır değil) Sotheby’s müzayedesinde satılmış.
“İlişki”yi nasıl tanımlamalı? Bir yaklaşım biçimi, böylesi durumlarda yapılageldiği üzere, benzerliklerin (özdeşleşmelerin) farklılıklar (değişkenlikler) karşısındaki ağırlık dereceleri saptamaktan geçer. Niyetimizin ne olduğu bağlayıcı burada: Yargılamak mı, değerlendirmek mi? İlkinde töhmet altına sokmaktan düpedüz intihal suçlamasına yönelmeye giden bir yelpazeden konum seçmek sözkonusu; ikincide, esinlenme- etkilenme ekseninde, özgünlük odaklı, “çeşitleme” esasına dayandırılacak bir yorum getirme, bir okuma denemesi kurma anlayışı öne çıkacaktır.
Öyle sanıyorum ki, ne olursa olsun, “ilişki”ye bakarken bir çakışma koşulundan dem vurulması kaçınılmaz; ilk vargı. Birinin (Aub, 1958) ötekine (Boyd, 1998) önceliği apaçık ortada. Boyd, Nat karakterini, yaşamöyküsünü, yapıtlarını kurarken Max Aub’un kendisinden 40 yıl önce aynı minval bir “sahte biyografi” yazmış olduğundan habersiz miydi? Canalıcı soru/n. Bu bilgiye sahip idiyse başka bir yoruma yatkın durabiliriz, değil idiyse bambaşka bir yoruma. Etkilenme, esinlenme, apartma kutupları arasında dolaşadurulsun, kendi payıma, en azından sonradan selâm gönderme konusunda ısrarlıyım.
İki yazar, iki yapıt, bir çakışma ilişkisi — böyle koyuyorum. Ana ortaklıklarını belirleyen öğe sorgulanamaz demiyorum: Okura yalan söylüyorlar: Van Gogh ya da Rubens biyografisi yazmak bir alana aitse, Nat Tate ya da Campalans farklı bir alanın kahramanları: Uydurulmuş olmalarından herhangi bir etik sorun doğmazdı, Anna Karenina ya da Zazie gibi adı sanı belli karakterleri (ki arkalarında sık sık sahici modellerin varolduğu bilinir) hepten saf olmadıkça okur sahici insanlar olarak düşünmez, burada iki yazar da, tam tersine, sahte (kurmaca) verilerden hareketle okuru sahte bir figür üzerinden tuzağa düşürmeyi, dileyen aldatma’yı kullanabilir, hedeflemişlerdi(r).
1979 yılında, birkaç sayfalık bir metnim, “Unutulmuş Bir Yazar: Kosta Paneyef”2, Oluşum dergisinde yayımlanışının ardından, çok dar bir çevrede toz bulutu yaratmıştı. “Gibilemeler” üst-baştlığını kullanmama karşın, somut bibliyografik göndermelerle olabildiğince inandırıcı kılmaya çalıştığım sözde İstanbullu yazarın düzmece olduğunu farketmeyen, peşine takılan meraklılar arasında felsefeci Zeynep Aruoba da vardı: Gerçeği öğrendiğinde yaptığımın kabul edilemez olduğunu ileri sürmüş, etik açıdan en hafifinden kandırmaca kapsamına giren “niyet”imi sert bir tepkiyle karşılamıştı. Bir yanıyla anlaşılır bulsam bile, hiçbir ucundan paylaşmadığım görüş. Böylesi hamlelerde, yazarın biricik görevinin gerçeksi bir ürün ortaya koymak, başka deyişle okuru aldatabilmek olduğunu düşünüyorum.
Okura yalan söylenmesini öyleyse doğru bulduğumu mu dile getiriyorum? Max Aub’u selâmlamamasını yanlış sayarken, William Boyd’a dürüst’lüğün gereğini yerine getirmediğini imâ ederken, hepten çelişkili bir duruş sergilemiş olmuyor muyum?
Edebiyat, Sanat bu çerçevede Bilim ile, Felsefe ile bir tutulamaz: Yalan, yanlış, yalan yanlış, sahtelik bir kapta; doğru, gerçek, sahicilik bir başka kapta durmuyor orada. Ondandır, bir yazarın adım atmadığı ülkeye ‘yaptığı’ yolculuğu aktaran, 2053’te geçen bir olayı betimlediği, gerçekte varolmamış bir kahramanı konu edinen kitaplar yazmasında, bir sanatçının asla yanyana gelmemiş iki sanatçıyı aynı fotoğraf karesine oturtmasında şaşılası yan görmüyoruz.
Siyah- beyaz fotoğraf çalışması gerçekte bir kolaj: Pablo Picasso ile Josep Torres Campalans’ı buluşturan sanatçı Josep Renau: Sahiciyle sahte aynı masadalar.
Çalışma, çok yakın tarihte (Ekim 2016-Ocak 2017 arası) Valencia Modern Sanat Müzesinde açılan FAKE: İt is not true, it is not a lie sergisinde yeraldı.3 Küratörlüğünü Jorge Luis Margo’nun üstlendiği sergi, Yalan ve Gerçek kutupları arasına konuşlandırılmış; çok sayıda örnek arasında Max Aub’un kilit bir rolü var. Katalog metninde, tanımış olsunlar olmasınlar, peşinden gelen yazarlar sıralanıyor; aralarında, doğal olarak, Boyd da var.
Sergi, üzerinde durulmasını gerektiren farklı bir kategoriye dikkat çekiyor: Sanatçı eliyle sahte biyografisi kurulmuş “dublör”ler konusu. John Banking/ Bruno Hat, 1920’lerin sonunda İngiltere’de patlak vermiş, Gerçeküstücü harekete eklemlenmek istenmiş bir vaka. Asıl çok renkli figür, Paul Jordan-Smith’in, Robert Burton uzmanı Amerikalı bir papazın, yalnızca resimleriyle değil adıyla sanıyla yarattığı Pavel Jerdanowitch. Gezgin Armory Snow sergisindeki (1913) modern sanat yapıtlarıyla karşılaştığında öfkeli bir tepki duyan Jordan-Smith 1924’te gerçekleştirmiş olayını: Açıkçası hayli kötü post-empresyonist resimlerini sergilediğinde yeni bir sanat akımının tohumunu atmış: ‘Gölgesiz resim yapma’ anlamına yaslandırdığı Disum-bretionism’in biricik temsilcisi sıfatıyla ortaya çıktıktan üç yıl sonra, Los Angeles Times’a herşeyi ifşa etmiş.
Peki, Max Aub’un Jerdanowitch’den haberi olmuş muydu? Soru soruyu, düğüm kördüğümü peydahlıyor.
Jordan-Smith, 1960’ta özyaşamöykü kitabı The Road I Came’i yayımlamış — peşine takılacağım bir kitap: Yalnızca labirentsi yaşamına nasıl eğildiğini merak ettiğim için değil, bir o kadar da, sahici ve sahte kimliklerini içiçe geçirirken, doğru ile yanlış arasında nasıl sallandığını bir ölçüde anlayabilirim umuduyla: Her yaşamöyküsü farklı dozlarla kuşkusuz, birinden ve ötekinden süt çeker.