Kızıl Gezegen: "Yarım Kalan Bir El Yazmasından"

Yazar, şair Gleb Şulpyakov’un yeni romanı Kızıl Gezegen'in Türkçe çevirisi, Çeviribilim Yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Romanın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.

22 Temmuz 2021 15:42

Kızıl Gezegen’e yapılan ilk keşif seferini hatırlayan pek kalmadı artık. Kolonistler arasında annemle babam da vardı. Ben o gezegende doğdum ve hayatımın ilk yıllarını orada geçirdim, hafızamda motorların uğultusu dışında hiçbir şey kalmadı tabii. Annemle babam döndükten sonra geçmiş hayatı hiç anmadılar, benim de sormak aklıma hiç gelmedi, çocuktum. Bu hikaye geçmişte kalıp gidecekti, tesadüfen Saint Lorenzo’daki bit pazarında o kol saatini bulmasaydım. Babam böyle bir saat takardı, o yüzden hemen fark ettim onu, elime alınca da gözlerime inanamadım. Kapağının üstünde Yaşasın Kızıl Gezegenin Fatihleri yazıyordu.

Masamda duran fotoğraf tahliyeden önce çekilmişti. Annem kürk ve kabarık bir elbise giymiş, bir bacağını hafifçe kıvırmış, gülümsüyor resimde. Flaşın ışığı gözünü almış ve eldivenle yüzünü örtmüş. Babam yanında: palto, kulaklıklı kalpak, damalı bir fular. Bir genç kız bir şeyi işaret ediyor (ablam). Kulaklıklı kalpak takmış, keçe çizme giymiş olan da benim. Kar tepelerinin ardında yerleşim birimleri ve bir pankartın ucu görünüyor: “...bilimin öncü safları...” Daha ileride çam ağaçları ve İstasyonun kara köşegeni. Huzurlu, genç suratlar... koloninin yakında kapanacağı kimsenin aklına gelmiyor.

Saati kurup çalıştırdım ve oda dizginsiz bir tıkırtıyla doldu. Unutulmuş ses, zamanın çekirgesi! Onu yabancı bir şehrin alacakaranlığında dinlemek ne kadar şaşırtıcıydı; gökteki o kırmızı noktanın, benim çocukluğumu geçirdiğim yer olması gibi.

Pellegrini Hac Kilisesinin çanları çaldı; dükkanların kepenkleri gümbür gümbür indi; daha da gür sesle haykırdı kuşlar; son ışıkların ardından benim kırmızı noktam da kayboldu gökten. Çekirgeyi öldürmek için pencereden yan binanın kerpiç duvarına baktım. Sık sık içimde o binanın çatısına sıçrayıp kubbeye tırmanmak arzusu beliriyordu içimde (hatta çekirgenin nasıl kederleneceğini bile hayal etmiştim). Peki ama bu sıradan kubbede her sabah, bazen güneşle aydınlanmış bazen yağmur damlalarıyla ıslanmış, donuk donuk bakan martılarla kaplı bir halde karşıma çıkmasından başka ilginç ne vardı? Sanki kubbenin ardında, kızıl noktanın akşam battığı yerde saklıydı dünyanın bütün sırları.

Onunla Corinthia gemisi Havari Andreas’ın kemiklerinin bulunduğu Amalfi kıyılarında karaya oturduğu yıl tanışmıştık. Gelmiş geçmiş en pahalı, en büyük ve en umut vaat eden yolcu gemisiydi bu. Ama kaptan (Schio doğumluydu) hemşerilerine hava atmak isteyince gemiyi karaya iyice yaklaştırıp oturtmuştu.

Corinthia karaya oturdu, sonra da yan yattı. Bir haftadır kayaların üstünde yatıyor, Güneyden gelen turist ve meraklı akınına uğruyordu, ben bile yarımadanın başka bir yerinde yaşadığım halde, kalkıp bu delice manzarayı görmeye gittim.

Trenim tünellerden gümbürdeyerek geçti, koruyu uçarak aştı ve beni Azize Barbara Manastırının duvarlarının dibine getirdi. Düzenli Schioluların koyduğu tabelalar sayesinde kaza yerini kolayca buldum.

Seyir alanı boşalmıştı ve hatta limon satıcısı bile sarı tezgahını toplamıştı. Korkulukların orada sadece tek bir adam vardı. Gri takım elbisesi ve açık renk ayakkabılarıyla dimdik aşağıya bakıyordu. Tripodu biraz uzağa koydum ve kamerayı çıkardım. Manzara tam anlamıyla enfesti. Batan güneşin ışıklarında yanıp sönen dalgalar dev çelik canavarın gövdesine boğuk bir iniltiyle çarpıyor, göz yuvalarından ve yüzgeçlerinden fıskiyeler çıkartıyordu. Bir gemi değil, yan yatmış bir Leviathan vardı taşların üstünde. “Bir de okyanus var” dedi biri Rusça. “Rusyadansınız!” diye heyecanla döndüm. Böyle tanıştık.

Tanıştığım kişinin adı Carlos’tu. Akşam yemeğinden sonra yatakhanede kendinden bahsetti. Diplomat ve çevirmendi, kırk beş yılda dünyanın birçok yerini görmüştü, çocukluğunu da Moskova’da geçirmişti. Aynı okulda okuduğumuz, hatta okulu kırıp aynı kafeteryaya gittiğimiz ortaya çıktı ve hafızanın hiçliğinden çıkardıkça yürek burkucu ve kederli gelen daha bir sürü şeyle birlikte. İri, mor dokungaçlı kalamarlardan sonra liköre geçtik. Buraya niye geldiğimi anlattım. Adımı sordu. “Adımı bir volkandan vermişler, bizimkiler o volkanı incelemek üzere gönderilmiş oraya” dedim. “Keşif gezisinde doğmuşum ben.” Bunu öğrenmek yeni arkadaşımı çok heyecanlandırdı ve o da bana açıldı. “Annem kimyacıydı,” dedi, “o da uzak bir keşif gezisinde kalmıştı uzun süre.” Cüzdanını çıkartıp bir fotoğraf gösterdi. Rengi solmuş, yıpranmış kartta beyaz önlüklü, kısa boylu, sevimli bir kadın gülümsüyordu, arkasında da çam ağaçları arasında bir İstasyon karaltısı vardı.

Böyle masalsı bir tesadüfle başladı arkadaşlığımız. Carlos Türkiye’den Esra diye bir kızla evleninceye dek hemen her akşamı beraber geçirdik. Babası ölünce mirası almak için öğrenci olarak Portekiz’e gitmişti. Babası onları Carlos doğduğu sırada terk etmişti. Neden gitmişti, neden bunca yıl oğlunu merak etmemişti?

Bütün bunlar Carlos’un yanıtını bilmediği ya da usta bir diplomat olarak saklamak istediği tatsız sorulardı. O keşif gezisinde olabildiğince bilgi toplamak istiyordu, ben de kolonistlerle olan tarihimi çoktan kapanmış sayarak arkadaşıma yardım etmek istiyordum. Ne olmuştu bu insanlara? Döndükten sonra nasıl olmuştu hayatları? Benim gibi Kızıl Gezegen’de doğan ya da (arkadaşım gibi) onunla bir bağlantısı olan kişileri bulmaya karar verdik.

İstasyonun kapatılmasının resmi sebebi olarak oksijen sentezleme sistemindeki bir arızayı göstermişlerdi; sonra, belgeler ortaya çıkınca ideolojik bir sorun olduğu anlaşıldı daha ikinci yılda yerleşimciler arasında dini bir cemaat belirmişti; İstasyonu Üst Kurul kararıyla kapatabilirlerdi (roket fırlatmak için daha uygun bir yer bulunmuştu); başka bir versiyona göre, görev büyük bir nükleer patlamanın imkansız bulunması üzerine iptal edilmişti, oysa bu patlamayla kutuplardaki buzulları eritmeyi, atmosferde sera etkisi yaratmayı hedeflemişlerdi. Ünlü yazarların öne sürdüğü iyice fantastik bir versiyona göre, İstasyon uzaylılarla temaslar yüzünden tasfiye edilmişti. “Ama bu durumda uzaylı kim?” diye alay etmişti İvan Odeyalov. Bu ve diğer hipotezleri yayınlamıştı bu gazeteci. Makalenin sonunda da alçakgönüllü ve oldukça gerçekçi bir varsayımda bulunmuştu: koloni yeni nesil roketler için gerekli olan arsenik, oksit kaynağını arıyordu, ama Kızıl Gezegende bu kaynak bilimcilerin sandığından daha azdı ve proje iptal edilmişti. Bir süre sonra Meclis ekstremizm yasasında düzeltmeler yaptı ve arşivlere girişi kaldırdı. Kafkaslarda savaş başladı, sonra da Ukrayna ve Baltık kıyısında, kolonistlerin zaten parlak olmayan hikayesi zamanla unutuldu. Carlos araştırmaya başladığı sırada keşif gezisine katılanların çoğu çoktan ölmüştü ya da dünyaya gelmiş, üniversitelerde vakit öldürüyorlardı. Benim annemle babam da gitmeye niyetliydiler, ama bürokratik işler halledilip gizlilik kaldırılıncaya kadar babam öldü, annem de o olmayınca gitmekten vazgeçmişti.

Esra sokak müzisyeniydi. Benim penceremin açıldığı ara sokakta arp çalıyordu. Çaldığı şeyler popüler hitlerdi, ama bir tanesi Carlos’u sokağa fırlayıp kim çalıyor diye bakmasına yol açmıştı. Esra hiç farkında olmadan arkadaşımın en sevdiği Portekiz ezgisini çalmış, böyle tanışmışlardı, sonra da evlendiler. Bir yıl sonra da mavi gözlü kızları Melissa doğdu.

Orkestramızın bir başka üyesi, Leon, Tsvetov meydanındaki kitap tezgahında çalışıyordu, ben eski afiş aramak için sık sık giderdim oraya. Elektrogitar ustası olduğunu şehirdeki o sonsuz gezintilerimden birinde öğrendim. Kapüşonlu tuhaf adamın teki köprüde ünlü rock gitaristlerinin repertuarından bir şeyler çalıyordu, kapüşonu çıkarınca kitapçıyı tanıdım. Bir de Katya, buradaki adıyla Katiya vardı. Farenzin adlı kafede tanışmıştık. O ve kocası Franko İki Kubbe meydanındaki, opera olmaktan çıkarılan binayı almışlardı. Tiyatroyu Franko gönülsüzce hatırlıyordu, ama bardaki neredeyse bütün kokteyllere operaya göre adlar verilmişti. Geleneksel Rossini, Bellini ve Puccini’nin yanısıra, Franko’nun repertuarında kendi icadı olan Manon ve Altsina ve karısının tarifiyle hazırlanan Boris Godunov da vardı (süt artı viski). Öğrendiğim kadarıyla her akşam kadehleri dolduran kara çingene gözlü kadın Rustu. Katya Beyaz Ordu birlikleriyle Konstantinopolis’ten kaçan son Yeni Rusya genel valisinin torunuydu. Hayatının yarısını kocasının gösterilerinde geçirince, tiyatronun repertuarını ezberlemişti, hatta sadece ikinci değil, birinci partisyonu bile biliyordu, onun “zavallı, zavallı Franko”su bu “el monstreux directorre”den hiç beklemezdi bunu. Katya opera partisyonlarını blues söyleyenlere has kederli hırıltılı bir sesle söylerdi. Sonra ben de kemanımla katıldım: “Simit alın, sıcak simitler...” şarkısını ve özellikle de Dargomıjski’nin “Ateş”ini çalıyordum.[1] Esra’yla Carlos Saint Saens ve Di Meola’dan melankolik potpurilerle fado çalıyordu. Üzerinde çaldığımız Papa Sixtus köprüsünde önceleri Ghanalı köpek gezdiriciler bizi rahatsız ediyordu, buradan haraç alıyorlardı, ama sonra Leon onlarla da ot satan Faslılarla da anlaştı. Orkestramızın adı da tesadüfen çıktı yüklü bir kağıt para atan bir Alman adımızı sordu. Ses tonunda öyle bir küçümseme vardı ki ben hiç düşünmeden aklıma ilk gelen şeyi söyledim:

“Kızıl Gezegen.” Diğerleri de itiraz etmedi, ama Esra şaka yollu “Avrupa kerhaneleri rehberi” diye ekledi.

Bir yıl sonra Carlos ile Esra kızlarını getirdiler köprüye. Melissa beyaz elbisesi ve Türk kolyesiyle, ince kollarında bileziklerle, bez şapkasını seyircilere uzatınca bu mavi gözlü meleği geri çevirmekte zorlanırdı insanlar.

Almanya’ya taşındıktan sonra kızkardeşim bir hastanede iş buldu. Mark’la orada karşılaştı. Evlendikten sonra şehir dışında bir ev aldılar, Mark’ın şehirde bıraktığı ev de bana kaldı. Başta onlarla birlikte yaşıyordum, küçük bir ayakkabı fabrikası için modeller hazırlıyordum. Uzun tatil sürelerini kısaltmak için, fotoğrafa merak sardım ve gözüme ilişen her şeyi çekmeye başladım. Sütunlara ve kıyılara, açıklıklara ve kalabalık, ortasında çeşme olan meydanlara aşıktım. Ağustos sıcağında taşları kaplayan sıcak ve dillerini öğrenmediğim koyu saçlı insanlar hoşuma gidiyordu. Bu şehrin zamanını, geçmişini yitirmiş bir insan açlığıyla alıyordum içime. Fotoğraflarıma sütunlar ve portikler, harika rocaille süslemeleri, kornişler, dirsekler doluşmuştu. Sonra objektifimi insanlara çevirdim. Ufak tefek Hintli bayrak satıcısı; ikibüklüm olmuş, scooter’la hız yapmaya hazırlanan kasklı bir kız öğrenci; yıllardır kitapçılar meydanında bir kahve fincanının başında oturan yaşlı kör kadın. Sonra ışığı takip etmeye başladım. Mermer duvarlardan yansıyan ışık öyle yumuşak dağılıyor ve nesneleri öyle sıcak ve derin gölgelerle sarıyordu ki kaldığım yerin duvarları ağır ağır bu ışığın ve gölgenin saklandığı girinti ve çıkıntıların resimleriyle kaplanmaya başladı. Evet, fotoğraflar gördüklerimin büyüsünü çok az aktarıyordu. Ama bu büyünün yankısı bile yabancı bir şehirde yaşamak için güç veriyordu.

(s. 7-13)

Gleb Şulpyakov
Kızıl Gezegen
çev. Sabri Gürses
Çeviribilim Yayınları
2021
254 s.


[1] * İlki Yakov Yadov’un 1926’da yazdığı bir şarkı (Купите бублики, горячи бублики); ikincisi 19. yüzyıl sonundan bir besteci ve şarkısı. (Eser boyunca dipnotlar çevirmene aittir.)