“İnsanın yaşadıkları ya da yaşattıkları sadece kendine mi aittir?”

Birgül Sevinçli, Abdullah Aren Çelik ile Yediler Teknesi üzerine söyleşti: “Edebiyat yıkıp yeniden inşa etme, değiştirip dönüştürme sanatıdır.”

Son dönemde insan beyni üzerine yapılan pek çok araştırmanın en önemli bulgusu hatırlama sürecinin bir muhafaza sistemi gibi, yani bir bilgisayar gibi çalışmadığı yönünde. Birey hatırlama ânında geçmişte depoladığı bilgiye doğrudan ulaşmıyor. Bellekteki veriler hatırlama ânının özellikleriyle harmanlanıp birey tarafından yeniden kurgulanıyor. Anlıyoruz ki, geçmiş ya da hatırlama sadece dünü değil, bugünü de kapsıyor. Kahramanımız Eyüp’ün hikâyesini göz önünde bulundurarak sormak istiyorum; insanın geçmişini, geçmişte yaşadığı, maruz kaldığı ya da yaşattığı acıları unutması mümkün mü?

Aslında hatırlama denen olgu oldukça derin ve bir o kadar da karmaşık bir mevzu. Her ne kadar insan zihniyle ilgili bilimsel araştırmalar bu yüzyıla dayansa da, hafıza, hatırlama ve unutma gibi zihinsel aktivitelerle ilgili düşünceler Yunan felsefesine kadar gitmektedir. Örneğin Platon’da “unutmak” kavramı anımsamayla (anamnesis) birlikte düşünülür. Platon, anamnesis’i kuramsal bir düşünce olarak geliştirir. Hülya Yalman “İnsan neden unutur? Düşünsel bir olarak unutma sorunsalı” isimli makalesinde Platon’un bu düşüncesine dair şöyle bir alıntı yapar: “İnsan doğarken varlığın ve idelerin gerçekliğini unutur.”[1]

Dolayısıyla bu önermenin bilimsel arka planı bizi bu yüzyıldaki çalışmalara, felsefi arka planındaki çalışmalarsa ilkçağ Yunan felsefesine kadar götürür. Aslında bu örnekler çoğaltılabilir. Mesela “unutma” edimi, Edmund Husserl’de fenomenlerin ve bilincin unutulmuşluğu, St. Augustinus’da Tanrı’nın unutulmuşluğu, Martin Heidegger’de varlığın anlamının unutulmuşluğu şeklinde karşılık bulur.

Bütün bu düşüncelerin kökeninde özne olarak insan vardır. İnsan hem kendi yaşadıklarıyla hatırasını yaratır hem de başkasının deneyimlerinden bir hatıra oluşturur kendine. Dolayısıyla insanı sadece kendi hatırladıklarıyla varlık gösteren bir canlı olarak düşünmek doğru değildir. Ne demişti Platon: “İnsan doğarken varlığın ve idelerin gerçekliğini unutur.” Bu da demek oluyor ki, insanın ruhuna dair bilgi hem doğmadan önceki hayatı hem de dünyaya geldikten sonra anımsamalarla biriktirilen bir süreci anlatır. Dolayısıyla insan doğduktan sonra tecrübe ettikleri hayata dair anımsamasına yardımcı olur, yaşamı boyunca biriktirdikleri de onu ölümden sonraki hayata hazırlar. Bu noktada şöyle bir tespit yanlış olmaz sanırım: İnsan doğduğu andan itibaren “toplumla” hatırlar, kendini onunla hayata hazırlar. Galiba bunun da nedeni hatırasıyla ve bugünüyle yarattığı belleği toplumsal bir belleğin parçası olduğu ölçüde anlamlı bulunduğu içindir. Demem o ki, yaşadığımız bu çağda bellek denen şey hem insanın kişisel deneyimiyle hem de başkasının etkisiyle yarattığı bir şeye dönüşünce hatırlanıp anlamlı oluyor sanki. Babamızdan, annemizden, okulumuzdan, siyaset kurumlarından, çevreden öğrendiklerimizle bir bellek yaratıyoruz kendimize. Dünü ve bugünü kolektif bir öğreti süreci üzerinden hatırlıyor, ona göre de davranıyoruz. Nesnelerle, duyduklarımızla, gördüklerimizle, renklerle, sözcüklerle, kokularla anımsıyoruz. Kişinin bunama gibi bir sorunu yoksa hatırlamaması için nedeni de yoktur. Dolayısıyla hatırlamak tek kişilik bir yaratım değilse, unutmak da değildir. İnsan belleği dünü bugüne taşır, bundan bir kimlik yaratır kendine. Bu kimlik de ancak kolektif bir yaratımın parçası olduğunda kabul görür. Galiba bu kolektif bir yaratım çekilen acılarla ikame edilerek toplumsal bir hafızaya dönüşür. Belki de bu acılara verilebilecek en çarpıcı örnek, birinci ve ikinci dünya savaşlarıdır. Eminim sizin de dikkatinizi çekmiştir, toplumların hatıraları çekilen acılar üzerine inşa edilir. İşte tam da bu noktada kolektif aklın, kolektif hatıranın acı üzerine inşasının önemine geliyoruz. Eyüp de yaşadığı hayalî dünya itibariyle böylesi kolektif aklın ürünüdür. Tek değildir bu nedenle, o da bir organizasyonun parçasıdır. Acı belki de insan belleğinin en korkunç deneyimidir, çünkü acının hatırlattıkları önemlidir. Acı kolektif belleği yaratanlar için birleştiricidir ve sürekli hatırlatılması gerekir bu nedenle. Eyüp’ün unutmak için çok sebebi olmasına rağmen, “Kule” sürekli ona ne olduğunu ve kim olduğunu hatırlatır. Sorunuza gelecek olursak; hayır, acıları unutmak mümkün değildir.

Aynı noktadan hareketle Eyüp’ün ve altı kahramanın hikâyelerinden yola çıkarak “İnsanın yaşadıkları ya da yaşattıkları sadece kendine mi aittir?” sorusunu bir kez daha düşündürdü Yediler Teknesi. David Hume bireyin iyi olabilmesi için iyiye maruz kalması gerektiğini söyler. Siz ne söylemek istersiniz?

Bireyin iyi ya da kötü olmasının maruziyetle ilişkisi vardır elbette, ama bana kalırsa bu şekliyle eksik bir düşünce. Maruziyetin insanı iyi ya da kötü yaptığına inanmak, çevresel faktörlerin aynı olduğu bir toplumda farklı bireylerin varlığını inkâr etmeye götürür bizi. Yani aynı evde yaşayan iki bireyden biri katil olurken, diğeri aziz olabiliyor. Dolayısıyla Hume’un insan doğasına dair ampirik yaklaşımını sadece maruziyet üzerinden ölçerek bu soruya cevap vermek hem Hume’a hem de özellikle İnsan Doğası Üzerine bir İnceleme eserine haksızlık olurdu.

Çünkü Hume’un dinî bir düşünceye yaklaşımı ile bilimsel bir düşünceye yaklaşımı yöntem açısından birbirinden farklı değildi, her iki düşüncenin içeriğine de yönelttiği soruların temelinde deneysel bir olgu yatıyordu. Ama yine de şerh koymadan edemiyor insan. İnsanın maruz kaldığı iyiliğin insan doğasını olumlu yönde değiştirdiğini söylemek genetik faktörleri görmezden gelmek anlamına gelmez mi? Demem o ki, bireyin zihinsel şekillenmesinde çevresel faktörler kadar genetik faktörler de en az onun kadar önemlidir. Bu da bireyin farklılaşmasında, iyi ya da kötü olmasında bir etken olarak durur bir tarafta. Sorunuza gelirsek, Yediler Teknesi’nde yaşanan ve yaşatılan şeyler bireyin çevresi kadar toplumsal ve içsel durumla da ilgilidir. Dolayısıyla yedi kişinin dünyası tam da bu gelgitli gerilim üzerine kuruludur. Bu gerilim kendi olmak isterken aynı zamanda başkası olmaya zorlanan bireyin trajedisidir aynı zamanda. Bu açıdan Yediler Teknesi’nin yedi insanı Hume için ampirik bir çalışmanın parçası olabilirdi. Muhtemelen vardığı sonuç sevgiye, iyiliğe maruz kalmanın tek başına bireyi sevgi dolu ve iyi yapamayacağını keşfetmek olurdu.

Yediler Teknesi hem anlatımıyla hem de kurgusuyla bize hikâyesinin kaynağında başka hikâyeler olduğunu da işaret ediyor. Dinlerden peygamberlere, insanlık tarihinden mitolojik hikâyelere pek çok noktadan besleniyor. Okurunun aklına, “Ya bilindik hikâyeler bizim bildiğimiz gibi değilse?” sorusunu da beraberinde taşıyor. Ne dersiniz?

Bilindik hikâyelerin bize anlatıldığı gibi olduğunu düşünmüyorum, yazılmış olması sonradan değişmediği anlamına gelmez. Mesela Sophokles’in Kral Oidipus tragedyası iyi bir örnektir buna. Kaynağı Kitab-ı Mukaddes’te olan bu hikâye Salomon ve Abşalum anlatısına dayanmaktadır aslında. Önce Antik Yunan kaynaklarında, sonra da Doğulu pek çok kaynakta farklı versiyonlarıyla karşılaşırız. Aynı hikâye Batılı kaynaklarda Sophokles’in Kral Oidipus’u, Doğulu kaynaklarda ise Rüstem ile Sohrap meseli olarak karşımıza çıkar. Örnekler çoğaltılabilir: Nikos Kazancakis’in Günaha Son Çağrı ve José Saramago’nun Kabil ve İsa’ya göre İncil romanlarında benzer bir hat izlenir. Günaha Son Çağrı’nın konusu bu açıdan dikkat çekicidir. İsa çarmıha gerildiğinde pişman olsaydı Hıristiyanlık teolojisi nasıl bir evrim geçirirdi? Kitabın ana düşüncesi bu soru etrafında döner. Kazancakis’in böyle düşünmesi anlaşılırdır; nitekim kutsal metinlerden günümüze pek çok hikâyenin değişerek bize kadar geldiğini bilir çünkü. Benzer düşünce Saramago’nun Kabil ve İsa’ya Göre İncil romanları için de geçerlidir. Kabil’de ilk günah olan yasak meyvenin yenmesine dair tartıştığı mesel düşündürücüdür. Şöyle yazar orada: “İkinci olarak, efendinin öngörüsüzlüğü apaçık ortadadır, çünkü bu meyvenin yenmesini gerçekten istememiş olsaydı çare basitti: Ağacı hiç dikmemesi, başka yere yerleştirmesi veyahut dikenli tellerden bir çitle etrafını çevirmesi yeterli olurdu.”

İsa’ya Göre İncil romanında da Meryem’in gebe kalması hakkında yazdıkları Kabil’dekinden farklı değildir. Her üç roman da pekâlâ başka türlü bir düşüncenin olabileceğini gösterir bize. Yediler Teknesi’nde ben de benzer bir düşünceyle hareket etmek istedim. Bu örneklerde aslında anlatılan hikâyelerin bizim bildiğimiz gibi olmadığından ziyade, onlara başka bir açıdan bakmanın mümkün olduğu sonucu da çıkarılabilir. Bütün bunların temelinde “ya bildiğimiz gibi değilse” sorusundan ziyade, “ya bildiğimiz gibi olmasaydı” sorusu var galiba.

Edebiyatın bir yeniden inşa etme yıkıp yeniden kurma, değiştirip dönüştürme sanatı olduğuna inanıyor musunuz? Hikâyenizin okurlarınızı nasıl etkileyeceğini umuyorsunuz? Sizce yazdıklarınız birilerini değiştirecek mi? Ya da diğer bir ifade ile sizde bir değişime yol açtı mı?

Sözü uzatmadan bu soruya hemen cevap vereyim; evet, edebiyat yıkıp yeniden inşa etme, değiştirip dönüştürme sanatıdır. Biz buna “başkaldırı” sanatı da diyebilir, bunu pek çok metin üzerinden tartışabiliriz ama bence bu konuda verilebilecek iki önemli örnek var; biri Miguel De Cervantes’in Don Kişot’u, diğeri Alain Robbe-Grillet’nin Silgiler’i. Her iki yazar da ayrı zamanlarda benzer bir misyon üstlenmiştir. Cervantes Don Kişot’ta parodi edilmiş pek çok türü yıkarak metne dahil eder ve yeni bir şey yaratır. Cervantes şövalye romanslarını, pastoral romansları, dinî romansları, pikaresk türleri, halk mizahını, tragedya türü epik anlatıları, Doğu masallarını, Ortaçağ ibretlik öykülerini, vs. bütün bunları yarattığı yeni roman türünün içinde ironik bir dille yok edip yeniden yaratıyor. Belki de bu güçlü romanın edebiyatçılar, eleştirmenler ve felsefecilerce defalarca yeniden yorumlanmasının nedeni budur. Diğer örnek Alain Robbe-Grillet’nin klasik romana başkaldıran Silgiler romanıdır. O da Cervantes gibi sorunuzda işaret ettiğiniz meseleyi dert edinmiştir kendine. Dolayısıyla “yeni roman”ın öncüsü kabul edilen yazar klasik metinlerin savunduğu düşünceye karşı çıkmış, yerine yeni bir tür ortaya koymaya çalışmıştır. Bu yönüyle aslında Cervantes’in yapmak istediğinin bir benzerini yapmıştır. Cervantes’in romanında olay örgüsü, zaman ve mekân arasında düz bir ilişki varken, Grillet’nin romanında zaman ve mekân klasik anlatının dışına çıkmış, çizgisel gidişatı değiştirmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Bu açıdan her iki yazar okurunu yarattığı kadar, kendinden önceki yazınsal türlere de başkaldırmıştır; yani yıkıp yeniden yaratmıştır. Bu iki yazara eklenecek başka yazarlar da var tabii ki; yazdıkları okurunu değiştirecek kadar büyük yazarlardır bunlar. Yazdıklarıma gelince; her yazar gibi benim de muradım yazdıklarımla tartışma yaratmak, söz söylemek ve okurumu değiştirmektir. Çünkü şunu çok iyi biliyorum ki kötü bir yazar okurunu öldürmez ama kötü okur kesinlikle yazarının katilidir. Her yazar ölmemek için okurunu yaratmalıdır, bu da kendinden öncekileri yıkmakla mümkündür.

Yediler Teknesi’nde sadece insanın hikâyesini okumuyoruz; kahramanımız Eyüp’e kılavuzluk eden, yol gösteren bir köpekle, yer yer karşımıza çıkan börtü böcekle, muhtelif ağaçlarla ve çiçeklerle başka canlıların ve doğanın da izlerini sürmek mümkün. Metin bize “İnsanoğlu; yeryüzü bir tek senin için değil” diyor. Ne dersiniz; insanoğlu günümüzde bunun farkında mı? Pandemi süreci bu farkındalığı biraz da olsa sağladı mı?

İnsanoğlu garip bir varlık; dünyayı yaşanmayacak denli kirletecek kadar acımasız, başka bir gezegende hayatı arayacak kadar da meraklı. Oysa dünya milyarlarca türe ev sahipliği yapacak kadar muazzam bir gezegen. Bu gezegeni mahvediyoruz, kurtulmak için hala imkân varken bir şey yapmıyor ama kurtuluşu astral seyahatlerde arıyoruz. Yediler Teknesi’ndeki Kerberos sıradan bir köpek değildir; bu açıdan, hikâyesini bilenler onu dünyanın güzelliğine işaret etmek için koyduğumu rahatlıkla anlayabilir. Kerberos Antikçağ’da yaratılmış, üç başlı bir köpektir ve görevi de cehennem bekçiliği yapmaktır. Pek çok kaynakta rastlanır ona. Ben de Kerberos’u Homeros’un destanı Odysseia’da geçtiği kadarıyla hatırlıyorum. Odysseia, Truva Savaşı sonrası evine dönüş yolunda denizler ve depremler tanrısı Poseidon’la çetin bir savaşa tutuşur ve Aiaie adasına çıkar; burası Kirke’nin adasıdır. Odysseia, Hermes’in yardımıyla Kirke’yi etkiler, onunla birlikte olur. Bu aynı zamanda adadan ayrılma biletidir. Fakat adadan ayrılmadan önce Ölüler Ülkesi’ne (Hades’e) gidip yoldaki tehlikeler için kâhin Teiresia’nın (Tiresias) ruhuna danışması gerekmektedir. Kâhinin ruhundan gereken açıklamaları aldıktan sonra adaya dönecek, sonra da evine dönmek için yola çıkacaktır. Odysseia ölüler diyarına yolculuk yapar, kapıda onu ölüler diyarı bekçisi Kerberos karşılar; bu köpek aynı zamanda ölülerin dünyaya, canlıların da ölüler dünyasına girmesini engelleyen bir cehennem bekçisidir. Odysseia oraya gitme nedenini bir kenara bırakır ve dostu Akhilleus’u görür, aralarında uzun bir konuşma geçer, konuşmasının sonunda Akhilleus şunu söyler: “Bu cehennemde olmaktansa dünyada ölümlü bir köle olmayı tercih ederim.” Aslında Akhilleus’un söyledikleri dünyanın güzelliğini önemseyen ve önemsenmesi gerektiğini işaret eden bir düşüncedir, bugün yaşadıklarımızın da özeti gibidir adeta. Hayatı uzakta aramanın manasızlığı bir kez daha kapımızı çalıyor ve söyleyecek tek bir söz var, burası bizim cennetimiz; başka bir gezegenin cehennemindense, bütün yıkımına rağmen dünyanın en kötü gününe razı olmalıyız. Yediler Teknesi’ndeki yersizlik-yurtsuzluk bir yanıyla bunu anlatır.

İlk kitabınız İleride Hep Yalnız’ın Talip Hoca’sı ve ikinci kitabınız Kandan Adam’ın Ahmet Boz’u da birer karakter olarak yeni romanda tekrar karşımıza çıkıyor. Özellikle Ahmet Boz’un hikâyesi sanki şimdi tamamlanıyor. Aydınlatamadığı cinayeti şimdi aydınlatıyor. Diğer taraftan her edebi metin kendinden önce yazılan ya da yazılacak olan edebi metinlerle de ilişki içindedir. Her yazarın kurmaca ile ilişkisi, hikâyeyi oluşturma yöntemi farklı. Siz nasıl çalışıyorsunuz?

Edebiyatla ilişkimin kutsal metinlerle başlayan ve başka okumalarla devam eden bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim. Kutsal metinlerden edindiğim bir düşünce var; o da her metnin en az bir kişi için yazıldığı gerçekliğidir. Tanrı bile insan için yazmışken, benim okuru gözetmeden yazmam doğru olmazdı herhalde. Dolayısıyla çalışırken kurgu açısından buna dikkat etmeye, okuru metne dahil etmeye çalışırım. Bunu yaparken de yorumu okura bırakan bir sona hazırlarım kitabı. Her üç kitabımda da bunu gözettiğimi söyleyebilirim. İlerde Hep yalnız ve Kandan Adam’ın sonu muğlak ve bu muğlaklığı gidermek için yorumu okura bırakmıştım. Çünkü bitmemiş duygusu veren metinlerin okurla daha güçlü bağ kurduğunu düşünüyorum. Çalışırken kurgu açısından özellikle buna dikkat ederim. Yediler Teknesi bu açıdan önceki iki kitabımdan biraz farklı oldu; tamamlanmış ve okura bir şey bırakılmamış bir metin gibi duruyor. Bunun nedeni iki kitabımda yarım kalan hikâyeleri bu kitapla tamamlamış olmam. Fakat dikkatli okurlar Yediler Teknesi’nde de bitmeyen bir hikâye göreceklerdir. Mesela kitabın yedi karakterinden Kandan Adam’ın Ahmet Boz’u ve İlerde Hep Yalnız’ın Talip Hoca’sı hariç, diğerlerine ne olduğu sorusu hâlâ cevaplanmış değil. Bu iki karakterin hikâyesi tamamlanıyor ama bu sefer yeni karakterlerin muğlak hikâyeleri karşılıyor bizi. Nitekim Yediler Teknesi’nin sonu da okuru şaşırtıyor, onu bu açıdan beklemediği bir sonla karşı karşıya bırakıyor. Dolayısıyla yazarlık serüvenim eski metinlere dayanan ve günümüz edebiyatıyla süren bir düzlemde ilerliyor. Okuru metnine dahil eden, ona kitabı tamamlatan bir kurguyla da sürüyor.

Yediler Teknesi’nde birçok edebi türün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Roman zaman zaman hikâyenin fantastik öğelerine dikkat çekmeden, inceden büyülü gerçekliğe de göz kırpıyor. İçinde mektuptan şiire, farklı yazım türleri de var. Metinde biçim ve içerik ilişkisiyle ilgili ne söylersiniz?

Roman 18. yüzyıldan beri tartışılan, “kurmaca” bir türdür. Daniel Defoe, Samuel Richardson ve Henry Fielding gibi yazarlarla başlayan bu yeni kurmaca türünü kendinden öncekilerden ayıran neydi? Mesela Antik Yunan metinlerinde de kurmacanın olması neden o metinleri roman türüne dahil etmeye yetmez? 18. yüzyılda başlayan ve sonrasında modern romanın doğuşuna götüren bu farklılığı Ian Watt Romanın Yükselişi eserinde şöyle açıklar: “Roman tarihçileri 18. yüzyıl başı romancılarını önceki kurmaca yazarlardan ayıran temel karakteristik özelliğin ‘gerçekçilik’ olduğunu düşünmüşlerdir.” Pek tabii ki bu tanımdan sonra Yediler Teknesi’ne dönüp bakınca bu tanıma uymadığı görülebilir. Neyse ki “gerçekçilik” tanımı Fransız gerçekçilik akımıyla başka türlü bir gelişim gösterir. Özellikle sonraki yıllarda neo-klasik resimle birlikte biçim değiştirmeye başlar. Neo-klasik resmin “şiirsel ideal” kavramı yerini Rembrandt’ın “insani gerçek” düşüncesine bırakır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Duranty’nin editörlüğünde kurulan Realism dergisi gerçekçilik kavramının literatürdeki yerini almasına katkı sunar. Pek tabii ki tartışmalar bununla sınırlı kalmaz; roman tür olarak sürekli değişim geçirir, biçim değiştirir ve yeniden tanımlanır. Günümüze kadar da bu değişim devam eder. Dolayısıyla romanın tanımı yapılmaktan uzak, eğilip bükülebilen, içine her türlü malzemeyi alabilen bir kurmaca türü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu noktada Yediler Teknesi’ni bu düşüncenin bir izdüşümü gibi değerlendirmek gerekiyor: Yediler Teknesi’nin bu açıdan mektup, şiir, hikâye, deneme, günce, vs. türlerini içine alan ve bu yönüyle oldukça zengin bir metin olduğunu söylemek mümkün.

Foucault, İktidarın Gözü’nde yaşadığımız yüzyılın toplumundan bahsederken, bütün dünyanın dev bir panoptikondan, iktidarların da dev bir kuleden ibaret olduğunu söyler. “Dev kule” toplumun fertlerinin yani bizlerin asla vücudunu göremediği ama sürekli bizi izlediğine inandığı, gözetleyici bir güçtür. İnsanlar bu gözetleyicinin kendileri için yarattığı hücrelerde, birbiriyle iletişim kuramaz halde bireyselleşmiş ve her an gözetlendiği korkusuyla yaşamaktadır. Siderya’nın kulesi de kendi halkını kontrol altında tutmaya çalışan iktidarın bir metaforu adeta. Bilmem yanılıyor muyum?

Daha önce yazdığım bir makalede bunu tartıştığımı hatırlıyorum. Jeremy Bentham 19. yüzyılda hapishanelerde yaşanan kargaşayı ortadan kaldırmak için bir sistem geliştirir. Bu sistemin adı “panoptikon hapishanesidir.” Hukuk alanında çalışmalarıyla tanınan Bentham her ne kadar yararcılık ve hazcılık felsefesi üzerine çalışsa da, ahlak felsefesi, siyaset ve toplum felsefecisidir de aynı zamanda. Takip eden yüzyıllar boyunca çalışmaları toplum mühendisliği alanında kullanılan Bentham bugün daha çok Amerikan hapishanelerindeki modelin ilk tasarlayıcısı olarak kabul edilir. Michel Foucault yıllar sonra Hapishanenin Doğuşu isimli çalışmasında Bentham’ın bu modeline sık sık atıfta bulunur. Ona göre iktidar denen şey varlığını ve tahakkümünü bu hapishane modelinden alır.

Bentham panoptikonu geliştirdikten sonra, savunduğu bu düşüncenin yetersiz olduğunu görmüş ve yalnızca böylesi bir mekanizmayla suçun önlenemeyeceğini söylemiştir. Akabinde, demokrasiyi savunmasına rağmen yarattığı panoptik sistemi gün geçtikçe yaygınlık kazanmış, iktidarlar için “kullanışlı bir model” olarak varlığını hep korumuştur. Bentham’ın geliştirdiği sistem her ne kadar hapishane için model olarak alınsa da, pek çok devlet bu modeli toplum üzerinde kullanmakta gecikmemiştir. Nitekim Deleuze ile Foucault arasında, “Entelektüeller ve İktidar” isimli bir söyleşide Foucault’nun panoptikon çözümlemesine ilişkin kuramına sosyal bilimler açısından önemli bir katkıda bulunur. Deleuze’ün işaret ettiği olgu bugün pek çok devlet sistemi için vazgeçilmez bir yönetim sistemi haline gelmiştir. Deleuze adı geçen söyleşide, “Bentham döngüsel bir sistem kurar ve bu sistemde iyileştirilmiş hapishane hem model olarak hizmet eder hem de yavaş yavaş okuldan fabrikaya, fabrikadan hapishaneye –tersine– geçilir” sözlerini kullanır. Söyleşinin başka bir yerinde bu sözlerine şöyle bir ekleme yapar: “Bu anlamda okulların da biraz hapishane oldukları, fabrikaların fazlasıyla hapishane oldukları doğrudur. Renault fabrikasına girişi görmek yeter. Ayrıca, gün boyu çiş yapmak için üç izin belgesi vardır.”

Görüldüğü üzere, hapishane için düşünülen sistem zamanla fabrikalardaki çalışma düzeninde, hatta hastane gibi ilgisiz görünen kurumlarda bile hayata geçirilmiştir. Bugün bu modelin neredeyse her kurumda aktif bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Pek tabii ki bu model zamanla yaygınlık kazanmış, toplumun neredeyse her alanında kullanılmıştır. İktidar denen olgu ve yarattığı korku için kendisini bu kadar güçlü hissettirebileceği başka bir sistem olamazdı herhalde. İnsanların gündelik yaşamlarını bile kontrol etmek, onların her hareketini gözlemlemek tasarlanan bu sistem için oldukça kolaydır çünkü. Kendi iktidarına gelebilecek her davranışı hesaplamak, dahası gelebilecek tehlikelere karşı önlem almak bu sistemde hiç de zor değildir. Kurulan yapı güçlü bir denetim mekanizması yaratmış, gücünü tepeden tırnağa görünmeyen bir şekilde örgütlemiştir. Yarattığı bu müphem halin tek ortak noktası da “korku” olmuştur. Zira korku panoptikonda iktidarın varlığını süreğen kılan en önemli psikolojik araçtır. Panoptikonun akıl odası gözetleme kulesidir. Kulede bu büyük hapishaneyi gözetlemeye yarayan bir projektör vardır. Işığı o kadar yoğundur ki bu projektörün, hücresi bununla aydınlatılan bir mahkûmun projektörü tutan kişiyi görmesi mümkün değildir. Toplum mühendisliğinin temeli de bu görünmeyen elin yarattığı düzen üzerinden yaygınlık kazanır. Bir hapishaneden okula, okuldan hastaneye, hastaneden, adliyeye sarayına, adliye sarayından bireylere, bireylerden toplumun her hücresine bu kısımdan bakarak girilir ve toplum kontrol altına alınır. Yönetim, sevk, idare ve kontrol buradaki görünmez gücün elindedir. Kuledeki görünmeyen bu gizil gücün ne olduğuna bakmak, yarattığı korkunun anlaşılmasına yarar ve peşi sıra gelen iktidar mekanizmasını açıklayabilir belki. Tam da bu noktada Yediler Teknesi’ndeki kulenin işlevinin insanlar üzerindeki etkisinin ne olduğu ve romandaki rolü konusunda bir fikir verdiğini düşünüyorum.

Yediler Teknesi kahramanları arasında Santuri bir kambur, gönlü ile gören bir âmâ, duyma yetisi olmayan biri gibi dini, dili, ırkı, mezhebi nedeniyle toplumda ötekileştirmeye daha sert uğrayan, görmezden gelinen insanlar var. Tekneye kabulü için kadın olduğu saklanan bir kahraman da… Gücünü iktidarlardan alan tüm bu ötekileştirmeler ve tamamıyla aynı sebeple politik olduğunu bildiğimiz, günümüzde tahammülü mümkün olmayan noktalara ulaşan, kadınlara uygulanan baskı, şiddet ve ötekileştirme için ne söylemek istersiniz? Bu ötekileştirme sizce edebiyat ve sanat camiasında da geçerli mi?

Bana kalırsa kadınların kurtuluş ideolojisinin öznesi kendileridir. Erkek yazarların pek çoğu kadınlara dair çok şey yazıp çizmiştir. Örneğin Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü isimli eserinde Aleksandr Puşkin’in Yevgeni Onegin’inin kadın karakteri Sonya’ya dair şöyle bir tespitte bulunur: “Sonya gerçek bir Rus kadınıdır.” Bunu söylemesinin nedeni Puşkin’in bir kadın karakter yaratmış olması kadar, edebiyatta yaratılan bir kadın karakterin Ruslar için nasıl bir model olacağıdır da. Yevgeni hovarda, bohem bir hayatı tercih etmiş biriyken, Sonya da Yevgeni’nin aşkıyla yanıp tutuşan, sevgilisine derinden bağlı, sadakatinden asla taviz vermeyen biridir. Yevgeni, Sonya’yı terk eder, pek çok kadınla beraber olur, her türlü çılgınlığa karışıp döner. Sonya, Yevgeni’yi hâlâ deli gibi sevmektedir ama bağrına taş basar, sevgisini içine gömer ve Yevgeni’yi istemediğini söyler. Sonya’nın bu tavrının Dostoyevski için Rus kadınının nasıl olması gerektiğine dair bir rol model olduğu düşünülür. Ötekileştirme tam da bu noktada başlar. Nitekim Dostoyevski haklı bile olsa, bu sözleri söyleyen kişinin kadın olmasını tercih ederdim. Çünkü edebiyatta yaratılan bir kadın ile edebiyatı yaratan kadın arasında paralellikler olduğunu düşünüyorum. Bir kadın karakter yaratmakla “öteki” olmaktan kurtulmak bana kalırsa birlikte düşünülmelidir. Bunu da kadınların bir erkeğin aklına ihtiyaç duymadan yapması gerektiğine inanıyorum. Karakter yaratımını kadın veya erkek ayrımı yaparak ifade etmemin nedeni halihazırda yaratılan karakterlerin özellikle erkek yazarlar tarafından, eril bir dille inşa edilmesidir. Ötekileştirme meselesine tam da buradan bakılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ötekileştirme biraz da bu yaratım süreciyle ilgilidir. Hem erkek hem de kadın yazarların sorunu iyi gördüklerini, kadınların yaşadığı durumu iyi de yansıttıklarını düşünüyorum. Fakat burada özellikle dikkat çekici bir durum vardır, o da kadının bu durumu aşmak için gitgide kendi rengini kaybetmeye ve erkeğe benzemeye başlamasıdır. Yani sanatsal üretimde kadınların da eril dile dönüşen bir arayışı olduğunu görüyoruz. Edebiyatta kadının varlığını çürüten bu olgu kadının öteki olmasına neden olduğu gibi, öteki olarak kalmasını da sağlıyor.

Yediler Teknesi’nde dikkat edilirse kadın karakter Yezdan’ın sürekli sesi kısılmaya çalışılır, görmezden gelinir, yok edilmeye çalışılır. Eyüp’ün karısı Sabahat Hanım’ın yine öyle… Bunu onlara dayatanların arkasında ideolojik bir akıl olduğunu görüyoruz; buna erkek egemen akıl diyebiliriz. Bu noktada, “Ama bu kitabın yazarı sensin, neden böyle ideolojik bir şeye esir oldun?” diye sorulabilir. Meseleye edebiyat sosyolojisi açısından bakınca bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Yine de o tekneye binmesine izin verilmemesine rağmen binmeyi başarır Yezdan. Hatta kadın kimliği açığa çıktığında Yezdan kendisini gizlemeden, cesurca konuşur. Sonrasında tekneden bir çıkış yolu araması bu açıdan oldukça önemlidir.

Burada belki de Jeremy Bentham’ın tepegözünün ve arkasındaki gücün erkek ve onun yarattığı kötücül iktidar olduğunu söylemek yerinde olur. Kadının ötekileşmesinin de, karakter yoksunluğunun da, politik ayrışmanın da temelinde bu düşüncenin yattığını düşünüyorum.

Bütün bunları bir kenara bırakıp bütün içtenliğimle şunları söylemek istiyorum: Aklımda kadınlar hakkında söyleyecek çok şey var ama kadınlara söyleyecek, akıl verecek bir düşüncem yok! Çünkü bir kadın yazarın, özellikle bir kadın karakter yaratırken erkeklerin aklına ihtiyacının olmadığını düşünüyorum.

Yediler Teknesi alt metninde aidiyet, iyilik, kötülük, iktidar, savaş, öteki, bellek, baba-oğul, kayıp gibi pek çok hikâye barındırsa da temelinde bir mülteci hikâyesi. Yurdundan sürgün edilmek ya da kendi yurdunda öteki olmak… Roman “Ayrılıyorlar ama bu insanlara ne oluyor?” sorusunun peşine düşüyor. Diğer taraftan ne dersiniz, dünyanın kendisi de insan için bir sürgün yeri mi?

Bence dünya insanın sürgün yeri değil, cennetidir. Dikkatinizi çektiyse dünyadan başka bir gezegene gitmiyor insanlar, bir yerinden diğer bir yerine göç ediyor sadece. Bu da demek oluyor ki, dünyada insanlar için hâlâ yaşanır bir yer vardır. Bunun nedeni dünyanın insanları buna zorlaması değil, insanın insana zulmetmesidir.

İnsan kendi türüne ve diğer canlılara en fazla zarar veren canlıdır. Kendi türüne bu kadar acımasız olan biri pek tabii ki dünyayı da cehenneme çevirir. Dünya insanın cennetidir, cehennemse insanın insana ettikleridir. Demek istediğim, iyilik de, kötülük de insana aittir. Bunun için dünyanın cehennem olduğunu söylemek haksızlık olur. Yediler Teknesi’nin sakinlerine ne oluyor sorusuna gelince; onlar kendi türlerinden korkmadıkları bir yere gidiyor. Nitekim Cüce, Sedat, Yezdan ve diğerlerinin muradı da bu işte.

Yediler Teknesi aklıma Abbas Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filmini de getirdi. “Kendimi öldürmekiçin evden çıkmıştım ama bir dut beni değiştirdi. Sıradan, önemsiz bir dut. Dünya göründüğü gibi değildir. Bakış açınızı değiştirmelisiniz ki dünya değişsin” der filmin bir yerinde. Sanatın diğer dalları ile aranız nasıldır; özellikle sinema ile?

Bence sinema olmadan edebiyat eksik kalır. Abbas Kiyarüstemi’nin Sinema Dersleri’ni okuduktan sonra sinemaya bakışım değiştiği gibi, ilgim daha da arttı diyebilirim. Paul Cronin’in Abbas Kiyarüstemi’yle Sinema Dersleri isimli eserinin yazınsal çabama katkısı çok olmuştur. Kitapta şöyle bir pasaj vardı:

“Kusursuz film diye bir şey yoktur, bir öncekinden daha az hatalı olan film vardır. Bir fikir bulmak ve prodüksiyona başlamak önemli bir mesele. Daha hızlı ve tam olarak canlanmanızı sağlayacaksa kendinize bir eş bulun veya bir grup oluşturun. Yardım istemeyecek kadar kibirli olmayın. Fikir kimden gelirse gelsin kabul edin. Herkesin bireysel yeteneklerini ve kaynaklarını bir araya getirmesi genellikle daha verimlidir. Avlanan bir grup yalnız bir savaşçıdan daha etkilidir. Hızlı olun, günler hayal ettiğinizden daha hızlı geçecek. Hızınızı artırın ve hatalarınızdan ders alın. Elinizdekinden memnun değilseniz bir dakika bile üzülmenize değmez. Hemen onu bir kenara bırakıp baştan başlayın.”

Zaman hayatın anahtarı gibidir benim için de; çalışırken çok dikkat ederim buna. Kirazın Tadı filmindeki o sahne bana da şunları düşündürtmüştü: Ölmek için de, yaşamak için de yardıma ihtiyacımız vardır. Ölümü tercih etmesek de o bir gün gerçekleşecek, çünkü yaşamak ölüme yürümektir. Ölmek için birisinin yardımına ihtiyacımız varsa, bu birisi hayatımızı da kurtarabilir. Bir dut hayat kurtarabiliyorsa insan hayli hayli kurtarır, değil mi? Çünkü yaşamak ölmeyi istemekten daha az enerji gerektirir.

Son olarak, sinemanın edebiyat kadar etkili olduğunu düşündüğümden, bu yolda ilerlemek için ilk adımı şu sıralar çalıştığım bir dizi senaryosuyla atmış bulunuyorum.

İyilik ve kötülük üzerinden anlatılan hikâyelere rastlanan en eski kaynaklar yaradılış metinleridir. İki irade vardır, insan birini seçmelidir. Tanrı ve şeytan; biri iyinin, diğeri kötünün temsili. “İyi misiniz kötü mü?”, “Sizi değerlendiren kim? İlahi bir güç mü, vicdanınız mı, yoksa toplum vicdanı mı?” gibi sorular da dolandı kafamda Siderya’nın sokaklarında dolaşırken. Vahşeti seyreden ama görmezden, duymazdan gelen insanlar, hatta yaşananları göstermemek için saçma ayrıntıları kayda geçen gazeteciler… Dünya yanarken, evlatlar kayıpken dünyayı kendinden ibaret sanan, kayıtsız insanlar… Cioran haklı mı, çürüme insan doğduğunda mı başlıyor?

Yaradılış metinleri iyi ve kötünün çatışması üzerine kuruludur. Önce iyilik yaratılmış, sonra da bu iyiliğe bir kötülük musallat edilmiştir. Çünkü önce Tanrı vardı, o da iyiydi. İnsan sormadan edemiyor, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulmuştur? Mesela hiçbir yaradılış metninde önce kötülüğün yaratıldığını görmeyiz; dediğim gibi önce Tanrı vardı çünkü. İyi olan iyiyse, kötülüğe neden ihtiyaç duyulur? Oysa kötülüğün panzehri iyiliktir; yani önce kötülük yaratılsaydı bu anlaşılır olurdu. Çünkü kötülük varsa, iyi olanla bu ortadan kaldırılır. Soru çok, cevap az. Bana kalırsa buna aklımız yetmediği için hikâyeyi insanla başlatıyoruz. Cioran bu yüzden çürümeyi insanla başlatır. Yanılıyor, çünkü çürüme için insandan daha eskiye gitmek gerekiyor. Dolayısıyla bana kalırsa çürüme insan doğduğu zaman başlayan bir süreç değildir. Çünkü insan yaşamak ve yaşatmak için doğar. Bu da dünyanın en saf duygusudur bence. Hayatı insanın kişisel hayatıyla sınırlı tutma yanılgısına düşersek fiziksel olarak bir çürümeden bahsedebiliriz belki. Fakat hayat bir insanın bedeninden ibaret değildir; düşünceleriyle, duruşu, ruhu ve tavrıyla süreklilik arz eden bir şeydir. İnsan kötülük karşısında susmaya başladığında bedeni gibi ruhu da bu çürümeden payını alır. Bir çürümeden bahsedilecekse o da budur.

Yediler Teknesi’ndeki karakterlerden biri şöyle söyler: “Dünya insan için sürgün yeri olduğundan beri günahı ve günahkârı çoktu. Hayatın bütün güzellikleri bu günahkârların yarattığı cehennem yüzünden masumiyetini yitirmiş ve yok olmuştu. Fakat dünya kötülerin yaptığı kötülük yüzünden değil, iyi insanların sessizliği yüzünden bu haldeydi.” Son olarak şunu söylemek isterim; kalbi olan insanın ne görmeye ne de duymaya ihtiyacı vardır. Dünyayı kör bir kuyuya teslim eden, insanların kalpsizliğidir. Çürüme insanın doğduğu andan itibaren değil, sustuğu andan itibaren başlayan bir şeydir ve kökleri insan kadar eskiye gider.

 

NOTLAR: 


[1] Hülya Yaman, “İnsan neden unutur? Düşünsel bir figür olarak unutma sorunsalı”, dergipark