Kitaplarımızı nasıl okuruz?

Birkaç sene öncesine kadar bir kitabın sayfalarını kırıştırmak, kapağını kıvırarak okumak benim için kabul edilebilir bir davranış değildi. Kitap cümlelerinin altını da çizemez, yanlarına notlar da alamazdık...

14 Şubat 2019 10:30

Başlıktaki bu soru kendi içinde bazı cevaplara işaret ediyor. Öncelikle sorunun sorulduğu kişiyi bir kategoriye koyuyor; kitap okuyan biri. İkincisi sorunun nesne olarak yüzyıllardır bildiğimiz bir forma işaret ettiğini gösteriyor: Ciltli ve ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılı veya yazılı kâğıt yaprakların bütünü. Bugün tıpkı ilkokul çocuklarının hâlâ tek katlı, iki penceresi, bir kapısı ve çatısı olan evler çizmeleri gibi kitap dediğimizde de yüzyıllar içinde değişen tasarımına, boyutuna, malzemesine rağmen çoğumuzun aklına gelen şey aynı, “bir kenarından birleştirilerek dışına kapak takılmış yani ciltlenmiş, (kâğıt, parşömen vb. malzemeden üretilmiş) üzeri baskılı sayfaların bir araya gelmesiyle oluşan” şey. Bir noktada çocuklara ev çizdirildiğinde akıllarına ilk gelen şey apartmanlar olacak mı bilemediğimiz gibi bir gün kitap denildiğinde aklımıza gelenin Kindle gibi elektronik aletler, ya da telefonlarımızda kullandığımız e-kitap okuma uygulamaları olacak mı bilemiyoruz ama gerçekçi olmak gerekirse, neyle ikâme edilirse edilsin birçoğumuzun aklına benzer bir formun geleceği aşikâr. Ama bir dakika? Ya yanılıyorsam. Ya nesne olarak kitaba olan bağlılığım hâlâ -eskisine nazaran katbekat azalarak da olsa- sürse de bir yerden sonra birçok “kitap” alışkanlığım gibi kitap deyince aklımıza gelen "şey" de değişirse. Değişebilir. Ne de olsa her şey gibi okurluk deneyimi de akışkandır. En azından benim için öyle. 

Birkaç sene öncesine kadar bir kitabın sayfalarını kırıştırmak, kapağını kıvırarak okumak benim için kabul edilebilir bir davranış değildi. Kitap cümlelerinin altını da çizemez, yanlarına notlar da alamazdık. Olsa olsa Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in Çetin’inin dediği gibi “kutsal”ımız olan kitapların üzerinde zamanla, çok okumaktan meyve lekeleri olması doğal karşılanabilirdi. Bugün kullandığımız nesneler arasında mükemmel formuna bu kadar erken ulaşmış ve bu formunu her şeye rağmen koruyan kitabın yapraklarını kıvırmak, sayfalarını çizmek, üzerine notlar almak kabul edilemezdi. Oysa şimdi, bu görüşlerimden büyük oranda vazgeçmişken düşünüyorum da kaşığı bile büküyorlar sonuçta öyle değil mi?

Kitaba kutsal bir değer atfetmenin, bir zamanlar zihnimde yer ettiğine de, kitaplarla ilişkimin yıllarca böyle olduğuna da bugün inanmakta güçlük çekiyorum. Ama dört beş yıl öncesinde okuduğum kitaplar hâlâ bu düşüncenin izlerini taşıyor; yani hiçbir şey! Kitaplığımdaki birçok kitap -eğer son yıllarda ona geri dönmediysem ya da okuması için birine ödünç vermediysem- el değmemiş gibi okunmuş olarak duruyor. Biri hariç, üniversite yıllarımdan kalma Berna Moran kitapları. Her Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi gibi benim için de Berna Moran derinlemesine anlaşılması gereken bir isimdi. Ama Berna Moran’ı sadece bilmek değil onu aşmak da gerekir, Berna Moran’ın eleştirisinin eleştirisini yapabilmek yani. Alın size bir kutsala ihanet daha! Sanki benim için bir takıntımla ya da fobimle yüzleşmek gibiydi o kitapların altını çizmek, sayfalarına post-it’ler yapıştırmak. Bir yandan da kitapları beyaz eldivenlerle tutmak onlarla arama bir mesafe koyuyor gibi gelmeye başlamıştı. Bu mesafeyi kabul etmem de mümkün olmadığından kendime meydan okuyup kapaklarını kıvıracak, yatağa uzanmış dürüm yapıp okuduğum kitap elimde uyuyakalacak, böylece söz konusu kitap ne olursa olsun onunla daha yakın olacaktım. Olmadı. En azından Berna Moran kitaplarıyla başlayan bu girişimim sınavı başarıyla verdikten sonra sona erdi. Daha sonraki yıllarda, ta ki kitapları kıvırmak ya da sözcüklerin altlarını çizmek, iki kere düşünmeden birine ödünç vermek, birine ödünç verirken kapağını kıvırmamaya dikkat etmesini tembihlememek benim için olağan bir şey hâline gelene kadar, Berna Moranlara ne zaman geri dönsem kitaba şaşkınlık ve bir parçada gururla bakar, bir zamanlar kitapları böyle deforme etmiş olduğuma inanamazdım.

Akışkan okurluk 

Kitap okuma deneyimi muhteşem bir şey. Gerçekten. Kendine özgülüğü, biricikliği, hâlâ dünyanın her yerinde sadece kitap -burada kitap olarak metinden söz ediyorum yani Kindle’larınızdaki kitapla da- ve insan arasında yaşanan bir deneyim olarak varlığını sürdürmesi. Üçüncü herhangi bir nesnenin ya da kişinin çoğu zaman araya girmediği anların toplamı olması. O anlardan geriye kalan duygunun ve hatıranın herkes için farklı, çoğu zaman uçucu, bazen unutulmaz olması. Bu aşamada sayfalarca kitap övebilirim. Çünkü kitaplarla kurduğumuz ilişki söz konusu olduğunda bazılarınız gibi benim de söyleyebileceğim şeylerden ilki kitapların hayatımı kurtardığı. Öyle böyle bir kurtarmak değil hem de. Kelimenin tam anlamıyla kitaplar olmasaydı içine doğduğum hayattan “yırtmam” mümkün olmayacaktı. Daha 13 yaşında, ailemle yaşadığım küçük şehirdeki evin çatısında amcamdan ve halamdan kalan, içi klasiklerle dolu o kutuları bulmasaydım hayatımın şu an nereye gitmiş olacağını hâlâ ara sıra düşünürüm. Ortaokuldan liseye geçtiğim o sıcak yaz ayları boyunca, sabahları evin geniş balkonunda, öğleden sonraları daha serin olan salonunda bir oraya bir buraya uzanıp okuduğum kitaplarla karşılaşmamış olsaydım, İpek Ongun’dan Jack London’a, Dostoyevski’ye ve Simone de Beauvoir’a böyle keskin bir geçiş yapmamış olsaydım, ben şu an bu satırları yazmıyor, sizse okumuyor olacaktınız. Okuru için hayatında doldurulamayacak bir boşluk olmayan bu yazı, yazan için hayatının hayal ettiği yöne gittiği anlamına geliyor ve bunu sağlayan şey kitaplardı. Zaman ve bağlam itibariyle kapaklı, ciltli, kâğıttan olanları burada söz konusu olan.

Ama bunlardan bahsetmeyeceğim; zira tarih böyle “yırtma” hikâyeleri ile dolu. Kitaplar, dünyanın her yerinde, her zamanında hayatını değiştirecek çocuklar, ergenler, hatta yetişkinler bulmakta uzmandır. Bu yüzden mi onları beyaz eldivenlerimizi takarak kavramalı, yapraklarını kıvırmadan okumalı ve onlara gözümüz gibi bakmalıyız? Belki. Belki de değil. Üstelik bugün birçoğumuz kitabı o en mükemmel formundan değil de Kindle’larımızdan, telefonlarımızdan okurken hâlâ sayfalarını kıvırmak ya da üzerine not almak üzerine kafa yoruyor olmamız anlamsız değil mi? Aslında değil. Çünkü orada bir yerde olduğunuzu biliyorum. Bir nesne olarak kitabın kutsallığına inananlar, her gün en az bir kere kitaplığındaki kitaplara bakıp hepsi yerinde mi, hepsi hâlinden memnun mu diye kontrol edenler, tozlarını alanlar, onları ödünç verdiklerinde uykularını kaybedenler, ya da hiç veremeyenler, eve gelen misafirin kitaplarını kurcalamasından gizli bir haz duyarken bir yandan kapağını kıvıracak mı, tam olarak aldığı yere aldığı gibi bırakacak mı diye endişelenenler, her taşınmada belini sakatlamak pahasına şehrin farklı semtlerine, bazen şehirden şehire onları taşıyanlar... Orada olduğunuzu biliyorum, merak etmeyin, yalnız değilsiniz, ama ben bir süre önce “kitaplarına hak ettiği değeri verenler” kulübünden çıkmış bulundum. Neden? Kitaplar benim için daha mı az değerli oldu, bir kitabı okurken bırakın kıvırmayı ön kapağı ve arka kapağı birbirine değecek şekilde dürüm yapıp okumanın kitapların formunu bozmayacağını mı düşünmeye başladım, bilen bilir biraz bozuyor, kitap okumayı eskisi kadar önemsemez, okuduğum kitapla daha az bağ kurar mı oldum? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Peki olan neydi?

Bir kitap okudum ve hayatım değişti, şeklinde de olmadı bir nesne olarak kitapla ilişkimin değişimi. Bu yüzden ne bir formülü ne bir sebebi var bu dönüşümün. Her şey gibi zamanla oldu. Her şey gibi okurluk deneyimi de kitapla bir nesne olarak kurduğumuz ilişki de akışkandı. Elbette bazıları için bu akışkanlık sadece metinler arası olur, zaman içinde nesne olarak kitapla kurdukları ilişki değişmez, bir süreklilik hâlinde devam eder, bu da anlaşılır ve yadırganmazdır. Eminim bu değişmeyen ilişkinin de kendi içinde bir devinimi vardır. Ama bende öyle olmadı. Zamanla, bazı kitapların altını çizmeyi istediğimi fark ettim. Yaptım da. Yatakta kitap okurken kitabı dürüm formunda tutmanın hayatımı kolaylaştırdığını fark ettim. Üstelik korktuğum kadar kolay bozulan bir form değildi kitabınki- en azından bazılarının ki-. Telefonumun dev ekranının kitap okumak için de oldukça uygun olduğunu fark ettim. E-kitap okumaya başladıktan sonra daha çok kitap okumaya başladığımı da. Bugün matbu ya da değil, okuduğum kitapların, lisede, üniversitede, hatta yüksek lisansta kitapları delice düzenlediğim o zamanlardan daha çok hatırımda kaldığını fark ettim. Bu sonuncusunun sebebi elbette nesne olarak kitapla değil de metinle kurduğum ilişkinin değişmesinden kaynaklanıyordu ki bu başka bir yazının konusu. Burada okuduğum kitaplar üzerine konuşmanın, hatta bazen yazmanın en önemli  bunda etken olduğunu söylemekle yetineceğim.

Kitapla kurduğumuz ilişkinin biricik oluşu sadece onun içeriğine dair değil. Nasıl ki aynı kitabı okuyan binlerce kişi farklı satırların altını çizebiliyor -bazılarınız için bu altını çizme eylemini farazi kullandım biliyorsunuz, bir yerlere not aldığınız satırları düşünebilirsiniz burada- nasıl ki kendini özdeşleştirdiği karakter değişiyor, kitabı okuma, saklama, sahiplenme, ödünç verme âdetleri de okur sayısı kadar farklılık gösterebiliyor. Ama benim burada özellikle vurgulamak istediğim okumayı seçtiğimiz kitaplardan ziyade bir meta olarak kitapla ilişkimizin akışkanlığı. Bu kitabın kendisini nasıl gördüğümüzle, onu kitaplığa nasıl dizdiğimizle, okurken onu nasıl tuttuğumuzla alakalı. “Hangi kitapları okuruz?” da yine başka bir yazının konusu. Sadece çağdaşları değil klasikleri de, klasikleri değil günümüz yazarlarını da okumakla; sadece erkek yazarları değil kadınları da, queer anlatıları da okumakla ilgili. Bazen iğneyle kuyu kazar gibi kendi klasiklerini bulmakla da.

Kitaplarımızı nasıl dizeriz, kitapları yarım bırakabilir miyiz, kitaplarımızı kimler görsün isteriz, kitaplarımızı kimlerle paylaşırız, metroda telefonumuzdan kitap okurken öylesine telefonumuza bakmadığımızı, önemli bir şey yaptığımızı, kitap okuduğumuzu nasıl belli ederiz, yazarı nasıl öldürür ya da öldürmez sadece gitmesine izin veririz... Bu soruların hepsinin ve daha fazlasının tek başına ayrı bir yazının konusu olması bile kitap okumanın salt bir deneyim olmadığının katmanlı, parçalı, dönüşümlü anların toplamı olduğunun göstergesi. Georges Perec, “Kitap Düzenleme Yöntemi ve Sanatı Üzerine Kısa Notlar”[1] yazısına şöyle başlar: “Her kütüphane ikili bir ihtiyaca cevap verir; bu ihtiyaç da çoğu zaman ikili bir saplantıdır: Bazı şeyleri (kitapları) saklamak ve onları birtakım yöntemlere göre düzenlemek”. Sadece bu iki cümle bile bir nesne olarak kitabı neden düzenlemek ve muhafaza etmek isteriz şeklinde bir düşünme seansına davet eder bizi. Ardından kitaplarla ilişkimiz üzerine, onları saklamak, yerleştirmek, dizmek üzerine içine matematiğin de girdiği bir zihin egzersizi yapmaya.

Son yirmi senesini kitap okuyarak, kitap biriktirerek, kitaplar üzerine düşünerek, kitaplar üzerine yazarak, kitap yazmaya çalışarak, bunların hepsini bazen tek tek bazen aynı anda yaparak geçirmiş biri olarak, kitabın yüzyıllar önce ulaştığı o muhteşem forma bayılıyorum. Bu hiç değişmedi, değişeceğe de benzemiyor. Hâlâ yeni bir kitabı elime aldığımda heyecanlanıyor, tam bir uslanmaz romantik gibi sayfaları kokluyorum. Ama olan şu ki artık, e-kitapların indiğini görmek, onları açıp yüzde kaçını okuduğumu görebilmek de beni benzer şekilde heyecanlandırıyor. Artık o kitapların hiç okunmamış gibi kalmasını önemsemiyorum, ödünç verdiğimde geri gelmeme ihtimallerine hâlâ üzülüyorum ama uykularım kaçmıyor. Üniversite bitince ailemin evine bıraktığım, her gidişimde İstanbul’a perdeypey taşısam da hepsini getiremediğim kitaplarımın bir süredir annem tarafından etrafındaki okumaya hevesli uzak akraba ve komşu çocuklarına dağıtıldığını bilmek beni rahatsız etmiyor. Hâlâ onları her ziyarete gittiğimde üç beş kıymetli kitabı bavuluma atıp getirsem de orada kalan kitapların da, annemin her seferinde geri getirilecekleri garantisiyle verdiği kitapların da çetelesini tutmayı bıraktım. Ne yalan söyleyeyim eskiden olsa kitaplarımın, -buradaki aitlik ekine dikkat!- adını dahi bilmediğim çocuklar tarafından okunduğu düşüncesi bile benim için dayanılması güç bir durumdu. Hatta ilk kez, son aile ziyaretimde oradaki kitaplığımı kurcalayıp bir şeyleri İstanbul’a getirmenin telaşına bile düşmedim. Tek bir tıkla ulaşamayacağım kitap sayısının az olduğunu biliyorum. Artık arkadaşlarımdan ödünç kitap istemek daha kolay. Biriktirmek zorunda olmadığımı, kitapların yapraklarını kıvırmanın, sayfalarını çizmenin, onlara ihanet edip e-kitap okumanın kitapları daha az sevdiğim, onlara daha az değer verdiğim anlamına gelmediğini biliyorum.

 

Ana görsel: Masamın üstünden, okunurken fazla kıvrılmış bir kitap. 

[1]  Kitap Düzenleme Yöntemi ve Sanatı Üzerine Kısa Notlar, Georges Perec, Çeviren: Siren İdemen, Oggito https://oggito.com/icerikler/kitap-duzenleme-yontemi-ve-sanati-uzerine-kisa-notlar/63014