Kendi kültünü kendin yap: Tiger King ve başka birtakım kültler, modern tarikatlar

Büyük hizmet: Bu yazı, Tiger King ve kült/tarikat temalı başka anlatılar arasında bir gezinti yapmakla kalmıyor, kendi kültünüzü nasıl oluşturabileceğinizi, sürdürebileceğinizi de adım adım anlatıyor...

22 Mayıs 2020 15:50

* Yasal Olmayan Uyarı: Her an parça tesirli bir spoiler mayınına basabilirsiniz ama hijyenik koşullarda el değmeden hazırlanan glütensiz spolier’larımız izleme/okuma keyfinizi kaçırmamak için laboratuvarlarımızda özel olarak formüle edilmiştir, gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz!

Malumunuz, son zamanlarda Tiger King / Kaplan Kral adını çokça duyar olduk. Joe Exotic ve Carole Baskin’in ezeli düşmanlığı ve Carole Baskin’in eski kocasını kaplanlara yedirmesi gibi konular esprili görsellere bolca malzeme verdiği gibi, parodi videoları da interneti sardı. Peki Joe Exotic kimdir? Oklahoma’da yol kenarında harap bir Kaplan Parkı işleten, eşcinsel, aynı anda iki erkekle evlenen, iki defa meclis seçimlerine katılan ve bir defa da Amerikan Başkanlığına –evet yanlış duymadınız– aday olarak çılgınca bir kampanya yürüten, Amerikalıların “White trash / Beyaz Pislik” tanımlamasına ‘glam country’ görkemi katan “kült” bir şahsiyettir. Adeta bir Tom Robbins kahramanı değil mi?..

En az kendi kadar tuhaf diğer “Kaplan Tacirleri” ile birlikte Kaplan Kral: Cinayet Kaos ve Delilik adlı (Rebecca Chaikin, Eric Goode 2020) belgesele konu olan Joe Exotic ve şürekasının günlük yaşamı, Güvenç Atsüren’in 1. sezon değerlendirmesinde belirttiği gibi “kurgudan da tuhaf” nitelikleriyle insanı şaşkına çevirir.

“Kurgudan da tuhaf” Kaplan Kral Joe Exotic ile tanışın… 

Kült, birey kültü, bireysel kült, tatlı su kültü, dağ kültü ve diğerleri…

Peki kült nedir, birey kültü nedir, bireysel kült nedir? Gelin tüm dünyada karantina ekranlarını kasıp kavuran, elinde bir fincan çay, bir şişe bira ya da bir kadeh şarap eşliğinde ekran karşısında pijamasının kenarından belini kaşıyan dünya insanlarının ağzını açık bırakıp “yok artık” dedirten Netflix belgeseli Kaplan Kral’ı bahane ederek “kült/tarikat” temalı sinema, edebiyat, çizgi film ve diğer anlatılar arasında bir gezintiye çıkmadan önce terimlerimize açıklık getirelim.

Kült kelimesinin sözlük açıklaması bize en basit şekliyle bir tarikatı tarif ediyor. Fakat ‘kült’ü tanımlama çabasının yüzyıllar boyu süren ve insanları birbirine düşüren tartışmalara gebe olduğunu unutmamak gerekiyor. Zira genel eğilim kültü sosyal açıdan “sapkın” sayılabilecek inançlar çerçevesinde aşırı ya da kör bir bağlılıkla bir araya gelen bir insan topluluğu olarak görme yönünde. Ancak neyin, kime ve neye göre “sapkın” olduğunu belirlemek neredeyse imkânsız. Düşünün ki Arjantin’de Maradona’nın “Tanrının Eli Golü” üzerine kurulu ve sadece azılı futbolseverlerden oluşan bir “Santa Maradona” kilisesi var. Veya halüsinojenik etkileriyle bilinen “peyote” sever Amerika Yerlileri’nin peyote kullanma hakkını garantiye alan Peyotist kilisesi de enteresan dini topluluklara bir örnek. (Fakat Peyote’yi Nutella’dan bile çok sevseniz de ‘Amerikan Kızılderilileri Dinsel Özgürlükler Yasası’ndan faydalanılarak kurulan kiliseye üye olmak için en az ¼ oranında Kızılderili kanı taşımanız gerekiyor…) Özetle, her inanç dışarıdan bakıldığında diğerlerine sapkınca görünebileceği için bu oldukça şaibeli ve tartışmalı bir tanımlama. Öyleyse gelin biz buna “kitlesel inanç sistemlerine bağlı olmayan küçük inanç ya da değer grupları” diyelim. Neticede kültlerin hepsi kendini birer dini inanç olarak da tanımlamıyor, sadece toplumun genel geçer ahlâk ve inançları dışında, farklı ortak değerler çevresinde toplanıyorlar. Bunu kısaca “biz sizin gibi şöyle şöyle değiliz, biz bunu bunu seviyoruz, böyle böyleyiz… Ayrıca sizin bizi beğenmenize gerek yok, beğenmeyen küçük oğluna almasın, biz böyle çok güzeliz” diye tanımlayalım...


Üstteki resimde Santa Maradona Kilisesinin "kutsal emanetleri". Altta, Santa Maradona havarileri vaftiz töreninde. Eğleniyorlar mı, inanıyorlar mı, yoksa ikisi birden mi?

Buraya kadar konuştuklarımızdan çıkaracağımız ders nedir? Her şeyi devletten beklemeyin, kendi kültünüzü kendiniz yapın… Dilerseniz şimdi kendi kültünüzü oluşturma konusunda rehber niteliğindeki bu 10 dakikalık küçük videoya bir göz atalım:

Siz de sadık takipçiler istemez misiniz? Ailelerini terk edip hayatlarından vazgeçmeleri, sahip oldukları tüm parayı ve bedenlerini size teslim etmeleri hoşunuza gitmez mi? Sizi bir tanrı gibi görüp bu dünyada sadece ve en çok sizi sevseler, dudaklarınızın arasından çıkacak tek bir kelimeyle gidip birilerini ya da kendilerini öldürseler hoş olmaz mı?”

 “Fevkalade” dediğinizi duyar gibiyim. Öyleyse işin püf noktalarını kısaca öğrenelim. Wikihow’da kendi kültünüzü nasıl oluşturacağınız detaylı bir şekilde anlatılmış.

  1. Kendinize bir takıntı bulun (Örn. Kaplan sevgisi, uzaylılar, peynir, reenkarnasyon…)
  2. Bu takıntıyı uygulamaya dökeceğiniz bir pratik oluşturun (yoga, bale, meditasyon, tarım…)
  3. Kültünüzün kurallarını belirleyin ve kendinize karizmatik bir “şekil” yapın.
  4. Bir grup “seçilmiş” (ya da bağ kurmaya ve aidiyete muhtaç) insana bu takıntıyı bulaştırıp pratiğinizi öğretin.
  5. İnsanları kandırın, aslında sıradan biri olduğunuzu onlara asla söylemeyin. Etrafınızda her zaman bir gizem perdesi olmasına dikkat edin.
  6. Yalan söyleyin, gerçekleri çarpıtın.
  7. Onları sevdiklerinden ayırın, izole edin.
  8. Yaşamsal dayanaklarını ve özgüvenlerini sıfırlayarak sadece sizin kaynaklarınıza, ilgi ve takdirinize muhtaç hale getirin.
  9. Paralarını tokatlayıp kendinize bir malikâne ya da çiftlik alın. Yemeği, temizliği her şeyi buncağızlar yapsın, sırtınızı ayaklarınızı ovdurun, beğendiklerinizi sırayla yatağınıza alın.

Kısacası, kendi kültünüzü oluşturmak istiyorsanız, “narsist” bireyler kendini kurban edecek yer arayan sevgililerine ne yapıyorsa onu –ama bir değil bir sürü insana– kitlesel boyutta yapacaksınız… Aslında işin temelini kavradığınızda çok da zor sayılmaz. Takipçilerinize bir iyi bir kötü davranarak onları bir kere manyak ettikten sonra aynı şekilde devam etmeniz yeterli. Eğer kendi kültünüzü başlatmak konusunda daha basit ve temel bir kaynak arıyorsanız “Şirket Kültürü Nasıl Oluşturulur?” başlıklı makalelere de göz atabilirsiniz. Örneğin aşağıdaki liste LinkedIn’in Küçük İşletmeler İçin 7 Adımda Şirket Kültürü oluşturma rehberinden alındı:

  1. Şirket değerlerinizi tanımlayın.
  2. Şirket değerlerini yaymak için insanlarla ilişkileri yürütecek birilerini işe alın.
  3. Doğru kişileri etrafınızda toplamaya özen gösterin.
  4. Doğru davranışları ödüllendirip yanlış alışkanlıkları cezalandırmayı ihmal etmeyin.
  5. Şirket kültürünüzün genç ve yetenekli insanlara çekici gelmesini sağlayın ve eğlenceli etkinliklerle aidiyet hissini güçlendirin vs vs…

Bkz. Çay-simit, paintball, piknik ve çeşitli etkinliklerle “şirket kültürü” oluşturmuş çalışanlar. Şirket mi yönetiliyor, İllüminati ritüelleriyle dünya mı ele geçiriliyor belli değil…

“Sredni Vaştar, güzel Sredni Vaştar, senden tek bir dileğim var…”

Kendimi bildim bileli bu “kült” konusu ve sıra dışı tarikatlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunun birinci sebebi de anarko-hippi bir ailede yetişmiş bir genç olarak yaşadığım toplumla bağ kurmakta ve aidiyet hissetmekte güçlük çekmemdi sanırım. Aslına bakarsanız tüm kültlerin ortak ve en güçlü yanı beğenmediğiniz bir gerçeklikten kendi tercihlerinize uygun başka bir gerçekliğe anında yatay geçiş imkânı sağlamaları!

Hem de ertesi gün başınızı ağrıtmadan… Dolayısıyla gençlik yıllarımda Saki’nin (Hector Hugh Munro) Sredni Vashtar adlı öyküsünü okuduğumda tek kelimeyle büyülenmiştim… Hikâyede (Tıpkı Harry Potter gibi) ailesini erken yaşta kaybeden Conradin, soğuk ve neşesiz bir evde akrabalarıyla yaşamaktadır. Teyzesi ve hamisi Mrs. De Ropp, her Pazar kiliseye giden, suratsız ve öfkeli bir kadındır. Çocuğun karnını doyurup üstünü başını giydirmenin ve ona evinde bir yatak vermenin insani görevini yerine getirmek için yeterli olduğunu düşünür. Oysa bir çocuğun tek ihtiyacı barınmak ve beslenmek değildir. Hasta ve zayıf bir çocuk olan Conradin, bahçede kimsenin adım atmadığı eski püskü bir kulübede, koruyucu ailesinden gizlice bir “gelincik” beslemeye başlar. Sansargiller familyasından bu sivri dişli ve küçük yapılı etçil hayvan Conradin’in yapayalnız dünyasında çok geçmeden bir tanrıya dönüşür. Kendi yarattığı tanrıya atfettiği özel günleri kutlayan, sunağını çiçekler ve küçük Hindistan cevizleriyle süsleyen, inancına tutunarak hayatta kalmayı başaran Conradin artık o eski hasta ve zayıf çocuk değildir…

Saki’nin ürpertici hikayesi Sredni Vashtar’ın 1940 yapımı, siyah beyaz bir kısa filmi var. Ama öyküyü mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Sredni Vaştar’ı Borges’in hazırladığı Babil Kitaplığı dizisinden çıkan Saki’nin Lady Ann Susuyor öykü derlemesinde Fatih Özgüven’in Türkçesinden okuyabilirsiniz.

Benim ilkgençlik yıllarımda bu hikâyeden çıkardığım mesaj şuydu: Eğer diğerleriyle uyum sağlayamıyorsan kendi dünyanı kendi arka bahçende kendin yaratabilirsin. Buna kendin-yap tarzı bir din ya da kültür de diyebiliriz – ya da, “kendin pişir kendin ye.” Peki bu varoluşsal seçenek, yazının başında söz ettiğimiz “birey kültü” kategorisine girer mi? Hayır. Çünkü “birey kültü”nün tanımı belli bir bireyin kitleler tarafından yüceltilmesi, kahraman olarak görülmesi ve adeta tanrısallaştırılması anlamına geliyor ve daha çok siyasi liderler bağlamında kullanılıyor. Öyleyse biz Conradin ve Sredni Vashtar örneğindeki “kendin-yap” inanç sistemine “bireysel kült” diyelim. Peki her kült, başlangıcında bireysel bir kült müdür? Kült liderlerinin tarikatlarını kurarken kendi yeteneklerinden ve ilgi alanlarından yola çıktıkları bir gerçek ama kült liderinin temelde sunduğu değerlere inanmak gibi bir zorunluğu yok. Hatta çoğu külte baktığımızda belli bir aşamadan sonra başlangıçta bayrağını salladığı temel değerlere en çok ters düşen kişinin liderin kendisi olduğunu görüyoruz. İster küçük çaplı bir tarikat, ister ülkelere yön veren şahsiyetler olsun, çoğu örnekte “kültleştirilen” liderler bir süre sonra şirazeyi kaçırmaya başlıyorlar. Ama sizinki Sredni Vashtar gibi tamamen kişiye özel bir kültse seri cinayetlere başlamadığınız ve insanlara zarar vermediğiniz sürece kantarın topuzunu ne kadar kaçırdığınız sadece sizi ilgilendirir!

 

Jojo Rabbit / Tavşan Jojo, 2019.

“Artık zaman Nazi olma zamanı değil…”

Yakın tarihe baktığımızda Hitler Almanyasını kültün ağababası olarak değerlendirebilir miyiz? Muhtemelen evet… What We Do In The Shadows ile tanıdığımız Taika Waititi’nin yönettiği 2019 yapımı Jojo Rabbit/Tavşan Jojo adlı filmde 10 yaşındaki Johannes, ülkeyi kasıp kavuran beyin yıkama propagandasından nasibini misliyle almış küçük bir Nazi’dir. Çocukların Nazi karşıtı ailelerini okula ve dolaylı olarak Gestapo’ya ihbar etmelerinin ölümcül sonuçlar verdiği bir dönemde annesinin direnişçi olduğundan habersizdir ve annesi hem kendini, hem de oğlunu korumak için bu oyunu devam ettirmek zorundadır. Bütün ülkenin bir külte dönüştüğünü düşünün, tanıdık geldi mi? 10 yaşındaki Jojo’nun kıymetli hayal arkadaşı da Adolf Hitler’den başkası değildir. Ancak Yeni Zelandalı yönetmen Taika Waititi’nin bizzat canlandırdığı “hayal arkadaş” Hitler, gerçeğine göre çok daha sevimli, hatta çizgi film karakterlerini andıran yüz hatlarına sahiptir ve –ara sıra sigara ikram etmesi haricinde– arkadaşça tavırlarıyla Jojo’nun kalbini fetheder. Filmin sonlarına doğru Almanlar savaşı kaybeder; Amerikalı askerler Nazileri sokakta çatır çatır vururken Jojo’nun küçük bir Nazi olan en yakın arkadaşına göre “artık Nazi olmak için iyi bir zaman değildir”.

“Parlayan her şey sosis değildir…”

Nickelodeon TV’nin görkemli zamanlarına damgasını vuran Rocko’nun Modern Yaşamı adlı muhteşem çizgi filmin 1995 tarihli Schnit-Heads adlı bölümünde Rocko’nun en iyi arkadaşı Heffer bir sosis partisine gider ki gidiş o gidiş… Çok geçmeden Heffer’ın arkadaşlarına sırt çevirip her şeyi geride bırakarak hardalda sınır tanımayan bir sosis tarikatına üye olduğunu görürüz. Tarikata hizmet ederken sosis mesajını dünyaya yaymak ve takipçi kazanmak için kapı kapı gezip sosis dağıtmaktan televizyonda sosis temalı kukla gösterileri sergilemeye ve sosis fabrikasında çalışmaya ne gerekirse yapar (bkz. Şirket kültürü nasıl oluşturulur madde 2 ve madde 5). Başlangıçta sosis sevdalısı obez Heffer için her şey günlük güneşliktir. Sonuçta sosis yemeyi çok sever ve sosis severlerle bütün gün sosis yiyip sosis konuşmaktan daha eğlenceli ne olabilir ki? Fakat bir süre sonra sosis yemekten sıkılıp tarikat tesislerine telefonla pizza ısmarladığında sosisçilerin karanlık yüzüyle tanışarak dehşete düşecektir. Valabi (minyatür kanguru) Rocko ve Kaplumbağa Filbert, arkadaşlarını sosis tarikatından kurtarırken Heffer önemli hayat dersleri alır ve “parlayan her şeyin sosis olmadığını” öğrenir. İşin tuhaf yanı ise sosis delisi Heffer’ın aslında bir inek olmasıdır. Ama şöyle bir düşünürsek, hepimiz sosis sevdası yüzünden sosis tarikatında yaşayıp günün birinde fabrikada kıyma makinasından geçip sosis yapılacak inekler değil miyiz? Öyleyse sapkın olan tarikat mıdır yoksa kendi inanç değerleri ve kabul edilmiş genel geçer anlatılarıyla modern yaşamın ta kendisi mi? Ayrıca inek Heffer’ın anne ve babasının kurt olduğunu ve Rocko’nun Modern Yaşamı’nın trans bir bireye yer veren nostaljik yeni bir bölümle Netflix’e düştüğünü de hatırlatalım.

“Fiziksel üstünlüğün seni zalimleştiriyor…”

Rocko ve Filbert, İnek Heffer’ı sosis tarikatından kaçırdıklarında hayat onlar için normale döner. Fakat tarikattan paçayı sıyıran herkesin bu kadar şanslı olmayabileceğini The Piano filmiyle tanıdığımız Jane Campion’ın yönettiği 1999 yapımı Holy Smoke’u izlerken keşfederiz. Bir filmde hem Kate Winslet hem de Harvey Keitel varsa, o uçurumdan aşağı gözü kapalı atlanmaz mı? Üzerine bir de Jane Campion’ın çok katmanlı, acımasızca dürüst yüzleşmelerle dolu –tüm karakterleri eşit ve demokratik bir şekilde yerden yere vurabildiği gibi hepsinin güçlü ve iyi yanlarını da aynı eşitlikle göklere çıkarabilen– derin ve sorgulayıcı bakış açısı eklenince iyice tadından yenmez hale geliyor. Kate Winslet’ın canlandırdığı Avustralyalı genç kızımız, Hindistan’da karizmatik bir guru liderliğindeki tarikata gönlünü kaptırarak ailesine ve hayatın geri kalanına tamamen sırt çevirir. Annesi ta Sydney’den kalkıp Hindistanlara gittiği halde beyaz urbalara bürünmüş, üçüncü gözünü bir türlü kapatamayan kızını geri kazanamayınca çareyi “Baban çok hasta, ölmek üzere” bahanesiyle Ruth’u (ya da yeni adıyla Naznee’yi) eve çağırmakta bulurlar. Planları, Harvey Keitel’in canlandırdığı ‘ekstra-büyük-seçim-maço-soslu’ kült-temizleyici PJ Waters’ı kiralayıp tarikatın zihinsel programlamasını geri çevirmek ve gül kokulu evlatlarını geri kazanmaktır.

Holy Smoke / Kutsal Duman, 1999.

Tarikatların çocuk bahçesi, eğlence parkı şeklinde başlayıp önce rehin tutmaya sonra da fiziksel ve duygusal bir işkenceye dönüşen yapısına baktığımızda bu durumun aslında Stockholm Sendromu’yla, yani rehin alınan kişinin zor koşullar altında kendisini rehin tutan kişiye karşı yakınlık duymasıyla benzer özellikler taşıdığını görürüz. Çölün ortasında bir kulübeye kapanan kült temizleyici ve kült kurbanının ilişkisinde de benzer bir dinamik sürekli helezonlar içinde durmadan kutup değiştirecektir. ‘El mi yaman bey mi yaman’ temalı bu kovalamacada Campion, tarikatların absürtlüğü kadar toplumun “varsayılan” değerlerinin ne kadar akıl kârı olduğunu da sorgular. Neticede Ruth’un ailesine baktığımızda onlar da tüm sıradanlıklarına rağmen örnek bireyler değildir ve toplum dediğimiz şey, en yaygın ve kalabalık “kültlerin” kayıtsız şartsız egemen olduğu bir lunaparktan çok da farklı sayılmaz. İğneyi, çuvaldızı ve yıldızlı pekiyileri kimseden esirgemeyen Campion, kült kurbanını da kült temizleyiciyi de kâh yerin dibine batırır, kah göklere çıkarır ama itiraf edelim ki filmin finaline doğru işleri iyice ters yüz ederken maço beyimize değil genç kızımıza biraz iltimas geçer… İncinebilirlik sırası kendine geldiğinde Ruth’un zalimliğiyle baş başa kalan yaşlı ve yıpranmış PJ, genç ve güzel kadına “fiziksel üstünlüğün seni zalim yapıyor” derken kült ya da tarikat dediğimiz şeyin doğasındaki kilit noktalardan birine dikkat çeker. Zira kültleri ya da kült karakterleri başta çekici kılan, onların bir tür üstünlüğe sahip olduklarını düşünmemizdir. Ancak ego füzesine binip fezaya doğru yol alan her türlü “üstünlük”, samimi bir alçak gönüllülük ve şefkatten uzak kaldığı anda her türlü ilişkide zalimliğe dönüşecektir.


Buddhafield tarikatının ön şartı “sporlu” olmak ve slip mayo giymek.

“Sen çok özelsin…”

Bu yazıya vesile olan Tiger King konusuna gelmeden önce son olarak bir başka Netflix belgeseline göz atalım: Holy Hell (Will Allen, 2016). Öyle bir tarikat düşünün ki herkes aşırı fit, çılgınca spor yapılıp güneşleniliyor. Ortam parlak taytlar ve aynalı güneş gözlükleriyle 1980’lerin aerobik videolarını öyle bir andırıyor ki Yasemin Evcim ile gece jimnastiği halt etmiş! Herkes çekici ve bakımlı olmak zorunda ama cinsel ilişki teşvik edilmiyor. Öte yandan bale dersleri kesinlikle zorunlu ve çocuklara hiçbir şekilde yer yok ama albino tavus kuşları ve benzeri egzotik hayvanlar ortalıkta kol geziyor. Kendine “Buddhafield” diyen ve arada sırada (muhtemelen Hindisan’ın gözbağcı hain gurularından arak yöntemlerle) üyelerin üçüncü gözlerinde patlamalar yaratan tarikat lideri Michel’in dans merakı yüzünden tesislere (tarikat üyelerinin ailelerinden tırtıkladıkları paralarla) koca bir gösteri salonu inşa ediliyor ve görkemli prodüksiyonlarla dans gösterileri sergileniyor. Cinsel ilişki hor görülüyor ama eşcinsel bir erkek olan Michel, tarikattaki gençleri “sen çok özelsin, aramızdaki bağ çok çok özel, aramızda kalsın” gibi gerekçelerle sırayla elden geçiriyor. Yolu Michel’in yatağından geçenler haricinde tarikatta liderin eşcinsel olduğunu bilen yok, eski bir porno film yıldızı olduğunu ise henüz hiç kimse bilmiyor ama avokadolu kahvaltısını yanlış hazırlayan ya da ayacıklarını tam istediği gibi ovmayanlar azarın âlâsını işitiyorlar.

Burada ilk akla gelen soru elbette şu: Bu insanların hayatında ne gibi bir eksiklik vardı da kendilerini burada buldular? Ve ikinci olarak, mobbing’in kralını görürken neden orada kalmayı tercih ettiler? Haydi onu da geçtik, tarikattaki tüm yalanlar ve gizli suçlar ortaya çıktığında bazıları neden Lavabo Aç’la üçüncü göz açan Buddafield Michel’le kalmayı tercih etti? İşte bu soruyu cevaplamak zor… Zira her koyun kendi bacağından asılmakta serbesttir ama belgeselin sonunda kimlerin tarikatı terk ettiğini ve kimlerin geride kaldığını fotoğraflarıyla tek tek görüyoruz… Peki, her şeye (tüm tacizlere ve onurlarının çiğnenmesine) rağmen tarikatta kalanlar ve her şeye (kaybolan yılların ardından hayata sıfırdan başlamanın acımasız zorluğuna) rağmen tarikatı terk edenler arasındaki fark neydi? Fotoğraflara baktığımda dikkatimi çeken şu oldu: Ortaya çıkan korkunç gerçekleri yok sayan, yıllardır yoldaş dedikleri dostlarının uğradığı psikolojik ve fiziksel işkenceyi görmezden gelerek onlara yalancı damgası vuran kitlenin yüzünde, gözlerinin ardında parlaması gereken o küçük ışığın yokluğu… Dilerseniz yerel seçimlerdeki muhtar ve belediye adaylarının görsellerine ya da alelade bir gazetenin 3. sayfa haberlerine eşlik eden vesikalık fotoğraflara şöyle bir bakın… Bu dünyada sadece iki tür insan olduğunu ve birilerine biat eden, gözlerinin ardında hayat dolu küçük ışıklar değil karanlıklar yatan kitleyi siz de fark edeceksiniz…

Belgesel mi, Reality TV mi yoksa Kültürel Pornografi mi?

Netflix’teki bu gibi belgesellere bakarken insan ‘belgesel’in nerede bittiğini ve Reality TV’nin nerede başladığını sorgulamadan edemiyor. Ekranda izlediğimiz şeyin tuhaf bir büyüsü var, güzelliğiyle çirkinliğiyle, karizmasıyla rezilliğiyle ve sıra dışı nitelikleriyle bu akıl almaz varoluş biçimlerini “dikizlemenin” hazzına varıyoruz. Koltuğumuzda arkamıza yaslanıp kuruyemişleri yuvarlarken bu grotesk karakterleri gönül rahatlığıyla yargılamanın keyfini çıkarıyoruz. Fakat onların sınır tanımayan hadsizliklerini, çılgınlıklarını, aşırılıklarını yerden yere vururken kaçırdığımız nokta şu: Asla arzularının peşinde koşarken vicdan ve onur dahil tüm değerlerinden vazgeçecek kadar gözü dönmüş bu insanlar kadar tutkulu ve özgür olmayacağımız gerçeği! Şurası açıkça ortada ki bu izlediklerimiz belgeselin de ötesinde bir şeylerin pornosu, ama ne?

Netflix'in"belgesel"inin kahramanı: “Ben Joe Exotic! Aslan yelesi saçlı, gey, silah taşıyan, cahil bir taşralı!”       

“İnsanlar kaplanları değil, beni görmeye geliyorlar…”

Joe Exotic! Uyuşturucu bağımlısı, işsiz güçsüz, fakir ama bir o kadar da genç ve diri  heteroseksüel gençleri kendiyle ilişkiye girmeye, hatta üç kişilik bir evliliğe ikna edecek kadar karizmatik… Kovboy çizmeleriyle başkasının söylediği şarkılara pleybek yaparak klip çekecek kadar hadsiz… Altın yaldızlı gömleklerle gezecek kadar ‘glam’ ama Ku-Klux Klan üyesi bir kamyoncu kadar da silah manyağı… Amerikan Başkanlığı’na aday olup kampanya sürecinde üzerine kendi resmini bastırdığı prezervatifler dağıtacak kadar cesur… Böyle bir karakterden yola çıkan bir belgeselin ilgi çekmemesi sanırım mümkün değil çünkü Joe Exotic bize ABD’de ülke çapında hiper gerçekliğe geçildiğini müjdeleyen Katil Doğanlar’dan (Natural Born Killers/Oliver Stone, 1994) bu yana Amerikan Bayrağında kendi içine patlayarak sönen yıldızlardan sadece bir diğeri… Başarı ve çalışma mitiyle gökyüzünü hedef gösteren Amerikan Rüyası’nın ters teptiği ya da göz ardı ettiği kitleler oradalar... An itibariyle Corona Virüs karantinasına karşı ellerinde silahlarla “demokrasi adına” protesto gösterileri düzenliyorlar, Trump’ı çok seviyorlar ve ilk zombi saldırısında market kapısında yanaklarınızı kemirecek olan arkadaşlar da bunlar zaten!


Kaplan Kral Joe Exotic’in aynı anda iki genç erkekle evlendiği düğününden bir kare.

Tiger King’in en çok eleştirilen yanı, odağında hayvan haklarının yeterince yer almaması ama daha ilk bölümde edindiğimiz şu bilgi aslında yeterince çarpıcı: Sadece ABD’de Joe Exotic’le aynı yolun yolcusu kaplan ve egzotik hayvan tacirlerinin elinde hapis doğan ve büyüyen kaplan sayısı 5.000 ile 10.000 arasındayken tüm dünyada serbest yaşayan kaplan sayısı 4.000’i geçmiyor!

Ayrıca belgeselde sadece para karşılığı sevdirilmek için “yetiştirilen” kaplanların büyüdüklerinde yer yokluğundan uyutulduğuna ve türlü diğer eziyete şahit oluyoruz. Ne var ki bu acı gerçekler “Kaplan Endüstrisinin Liderleri” diyebileceğimiz karakterlerin akıl almaz grotesklikteki yaldızlı renkleri arasında sönük kalıyor. Kocasını kaplanlara yediren Carole Baskin’den hepimiz ölümüne korkuyoruz, çünkü yokluktan gelen bu kadın her an her şeyi yapabilir. Ha bu arada, kaplancıların yaygın ortak özelliklerinden biri de istisnalar hariç çoğunun “çok eşli” olması. Budist Guru havalarındaki Doc Antle ise Adnan Hoca’nın kaplanlı versiyonu gibi diyebiliriz. Ayrıca egzotik hayvan ticareti paravanının ardından zaman zaman uyuşturucu baronları, silah tacirleri ve türlü rezillikler çıkabiliyor ki insan bu “hayvan sevgisi” dedikleri şeyden iyice korkmaya başlıyor. Doc Bhagwan Antle açıkça bir “kaplancı tarikatına” liderlik ediyor ama Joe Exotic ve diğerleri de kendi gerçeklikleri ve kendi kurallarına göre kimi zaman sevgiyle kucakladıkları, kimi zaman aşağılayıp eziyet ettikleri insanları hayvanat bahçesi tarzı ‘yuvalarda’ barındırıp besliyorlar. Dolayısıyla kimileri daha lüks ve şatafatlı, kimleri daha leş ve virane görünse de bunların hepsini birer “kült” olarak değerlendirmek mümkün. Ve her “ailede” olduğu gibi kol kırılırken yen içinde kalsa da, ev yanıp kül olduktan sonra aşağı yukarı herkes durumdan ve liderden ne kadar şikayetçi olduğu konusunda bülbül kesiliyor. Tıpkı Jojo Rabbit’in kankasının dediği gibi, Naziler iktidardayken Nazi olmak harika ama kral düştükten sonra hızla saf değiştirmek gerekiyor!


Doc Antle: Kaplanlı “Adnan Hoca” ve melekleri.

Kimileri “fakirlik pornosu” olarak adlandırdıkları Tiger King belgeselini yerden yere vuruyor ki bu aslında çok da yanlış bir tespit sayılmaz. Kristal Meth bağımlısı gençleri romantik sözler, motorlu araçlar, silah talimleri, günde üç öğün tarihi geçmiş market çöplerinden hazırlanmış yemek ve bedava uyuşturucuyla kandırıp kaplan çiftliğine kapatmaya başka ne denir? Özellikle Joe’nun üçüncü eşiyle düğününe, daha bir ay önce kaybettiği ikinci eşinin annesini çağırarak bu yeni ilişkiyi “meşrulaştırmasında” insanı rahatsız eden pek çok şey var. Bir kaplan tacirinin şefkat ve taciz dolu ağına düşen zavallı delikanlı kim bilir nasıl bir yerden geliyordu ve oğlunun ölümünün hemen ardından bu uygunsuz ve zamansız düğüne katılmayı kabul eden anne kim bilir hangi berbat uyuşturucuyu alabilmek için ne kadar muhtaç durumdaydı? Öte yandan kaplan çiftliğinde çalışan herkesin uyuşturucu bağımlısı olarak görülmesinden rahatsız olan bir hayvan bakıcısının serzenişlerine Covid 19 karantinası sırasında herkesin evinden katıldığı özel bölümde bizzat şahit oluyoruz. Belgesel içinde hayatının reality şovunu çekmeye çalışırken Joe’nun egzotik gerçekliğinde kaybolan yönetmenin hikâyesi ise öyle içler acısı ki adamcağızın daha belgesel yayınlanmadan koşa koşa gidip Norveç’e taşındığını öğreniyoruz…

Tiger King’in birbirinden renkli karakterlerinden bazıları zenginliğe kavuşmuş, kimileri kavuşma çabasında, kimileri ise her şeyini kaybetmiş ya da kaybetmek üzereler ama her şeyden öte kesinlikle bir kaybedenler geçidi bu. Ve hepsi aynı yolun yolcusu olarak türlü rezilliklere, yasa dışı işlere, insan ve hayvan haklarını ihlal eden suçlara imza atsalar da hapsi boylayan sadece şirazeyi fazlasıyla kaçıran ve gereğinden fazla göze batan Joe Exotic oluyor ki bu da geleceğin tarikat liderleri için önemli bir ders: Tarikat bünyesinde daima tanrı katında olun ama dışarıda kendinizi çok da belli etmeyin! (Örneğin ABD başkanlığına aday olmayın ve rakiplerinizin kılığına soktuğunuz şişme bebekleri TV programınızda patlatmayın.) Öte yandan Kaplan Kral’ın fütursuz cesaretine içten içe hayran kalmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz çünkü Joe, şu ölümüne sıkıcı dünyamızdaki benzersiz ve “hudutsuz” karakterlerden biri. Sosyal atık olarak görülen her türlü “itilmişlerin” lideri, fakirlerin babası Çapulcu Kral’ın kendini temsil biçimindeki sınırsız özgürlük her konuda sınırları aşsa da insanı ister istemez etkiliyor, tuhaf bir tiksintiyle karışık mest ediyor.

Düşünün ki “tarikat” dedikleri şey, herkesin tüm geçimsel, yaşamsal ve sosyal kaynaklarını bağladığı bir kolektif. Burada bir lider var ve ne kadar özverili, öngörülü, şefkatli olsa da her koşulda onun borusu ötüyor ve son sözü daima o söylüyor. Ona ne kadar kızsak da kendimizi bu yaşamın dışına taşıyacak seçeneklerimiz yok. Bu bir baba, bir anne, bir eş, bir ülke lideri ya da sadece çalıştığımız işyerindeki patron, hatta daha patrona kadar varamadan alelade bir departman şefi bile olabilir… Aile, şirket ya da hobi kulübü olsun kurallar belli ve tabii ki – her tarikatta olduğu gibi – kapı aslında her zaman açık, yani beğenmeyen gidebilir…

Basit bir şirket yemeği ya da aile toplantısında kendinizi evlat edinilmiş ya da rehin alınmış gibi mi hissediyorsunuz? O sizin derdiniz. Demokrasiyse demokrasi, özgürlükse özgürlük. Beğenmiyorsan çalışma kardeşim, beğenmiyorsan şehirde yaşama git köye yerleş, köyümüzü beğenmiyorsan başka köye git, bizim plajı beğenmiyorsan git başka sahilde denize gir, bisiklet kulübümüzü beğenmiyorsan git langırt kulübüne katıl! Ama siz siz olun, ister tarikat, ister şirket, ister kriket kulübü olsun, girdiğiniz ortamda “arkadaşlar” ile başlayan cümleleri ve “burada biz bir aile gibiyiz” diskurunu sıkça duyuyorsanız oradan koşarak uzaklaşın ve ardınıza bakmayın…

Hatırlar mısınız, 2000’lerde Bursa’da yaşayan bir kadın tarikat lideri vardı: Takipçilerinden beğendiklerini yatağına aldığı gibi hu çekerken de üstlerine çikolata şeker atarmış… İnsan ruhunun gizemli teslimiyetlerinin altında belki çok da fazla anlam aramamak gerekiyor. Bireyle toplum arasında çeşitli katmanlardaki diğer topluluklar da en az sistemin kendisi kadar tüyler ürpertici. Dolayısıyla başkalarının tarikatlarına katılıp onların sevdiği müziği onlar istediğinde dinlemek yerine kendi tarikatını kurmak belki de en mantıklısı!

Öyleyse buyurun size başlangıç niteliğinde bir ödev: Eğer siz bir tarikat kuracak olsaydınız teması ne olurdu, çiftliğinizi nerede kurardınız ve kaç Ferrari alırdınız? Tarikatınıza özel simgesel bir el işaretini şimdiden çalışmaya başlayın ve esen kalın sevgili inananlar!

Indian Jingle Bells’in yaratıcısından bu muhteşem Tiger King parodisi de sizlere karantina hediyemdir. Üç sizinle olsun…

Indian Jingle Bells: “Carole Baskin, kocasını kaplanlara yedirdi ve Corona virüsü o başlattı!