Karpuza güzelleme: “Pek esrarengiz, pek gizli, pek hafif, pek canlı bir kokusu vardır ki…”

"Latince ismi ise 'Citrullus Vulgaris' olan karpuz sözlüklerde 'kabakgillerden, sürüngen gövdeli, parçalı sert yapraklı, sarı çiçekler açan bir bitkinin dışı yeşil kabuklu, içi kırmızı ve sulu, iri meyvesi' olarak anılır. Karpuz ile birlikte anılan kavun da kabakgillerdendir. Sebze familyasından gelen kavun ve karpuz tatlarından dolayı kendilerini 'meyve sınıfından' saydırmayı başarmışlardır."

Yaz aylarının boğucu sıcaklarında biraz serinlik arayanların sofralarından eksik etmediği karpuzu konu edineceğimiz yazının başlığını –kesip biçerek– edebiyatımızın usta kalemi Refik Halid Karay’dan ödünç aldık. Yazın en çok tüketilen yiyeceklerinden biri olan karpuz binlerce yıldır hayatımızda. Dünden bugüne kitaplarda, gazete ve dergilerde karpuz üzerine yazılmış yüzlerce yazı bulunmakta.

Karpuz üzerine yazı yazan yazarlardan birkaçını konuk edeceğimiz yazıya Refik Halid Karay’ın Bir Avuç Saçma isimli kitabından birkaç satırla başlayalım: Karpuz, merkezi arzdan bize gönderilen bir hediye kutusu: Açınca küremizin âteşin bağrının soğumuş bir manzaracığı ile karşılaşırız; içinde âteşin rengi hâlâ var; fakat alevler ne tatlı bir su kesilmiş!

Latince ismi ise “Citrullus Vulgaris” olan karpuz sözlüklerde “Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, parçalı sert yapraklı, sarı çiçekler açan bir bitkinin dışı yeşil kabuklu, içi kırmızı ve sulu, iri meyvesi” olarak anılır. Karpuz ile birlikte anılan kavun da kabakgillerdendir. Sebze familyasından gelen kavun ve karpuz tatlarından dolayı kendilerini “meyve sınıfından” saydırmayı başarmışlardır.


Priscilla Mary Işın’ın Osmanlı Mutfak İmparatorluğu kitabında karpuz sözcüğünün kökeni konusunda yazdıkları ile devam edelim:

Karpuz Osmanlı topraklarından Avrupa’ya geçtiği için 17. yüzyılda karpuza İngilizcede ‘Turkish gourd’ veya ‘Turkie coocomber’ (Türk kabağı, Türk hıyarı), Fransızcada ‘turquin’ deniyordu. Almancada hem karpuz anlamında ‘arbuse’ hem de karpuzgiller anlamına gelen ‘kürbis’ kelimeleri Türkçe ‘karpuz’dan kaynaklanır. Yabani atalarının Güney Afrika’da bulunmasına ve iki bin yıl önce Mısırlılar ve Romalılar tarafından yenmesine rağmen karpuz bugün bildiğimiz lezzet ve irilikte değildi. (…)

Macar tarihçisi Sandor Takats Türklerin kavun, karpuz, kayısı gibi ‘bir hayli meyve çeşidini’ Macaristan’a getirdiklerini, ülkenin her yerinde bahçeler kurduklarını, getirdikleri birçok meyve ve sebze çeşidinin Macaristan üzerinden Avrupa’ya yayıldığını anlatır.

Dört bin yılı aşan bir tarihi olduğu bilinmekte olan, çeşitli kaynaklarda anayurdunun Afrika’nın tropikal bölgeleri olduğu yazılan karpuza Mısır’ın antik duvar resimlerinde de rastlanır. Afrika’dan deniz yolu ile Akdeniz ülkelerine yayıldığı sanılan karpuzun bugün dünyada yetişen 500 çeşidi olduğu biliniyor. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de karpuz üretimi geniş alanlarda yapılmakta, ucuzluğu nedeniyle de yaygın olarak tüketilmektedir. Boyut, biçim, renk ve tat özeliklerine göre çeşitlilik gösteren karpuzun ülkemizde yetişen türlerinden birkaç satırla da olsa söz etmeden geçmeyelim.

Çok uzun zamandır meşhur olan “Tekirdağ karpuzu”, kabuğu boz renkte, ince kabuklu, kırmızı etli, sulu ve tatlı, ufak bir karpuzdur. “Yenidünya karpuzu” gevrek, çok tatlı bir karpuz olup Bursa ve çevresinde yetişir. On kilo ağırlığında olanları vardır. Sırada ünlü başka bir karpuz var. “Diyarbakır karpuzu” yalnızca Diyarbakır ve çevresinde yetişen, siyah çekirdekli, kalın kabuklu, 30-40 kilo ağırlığında, büyük bir karpuz türüdür. Birkaç çeşidi bulunmaktadır. “Alacalı karpuz”un kabukları yeşil ve koyu yeşil lekelidir. Çekirdekleri siyah, sulu, tatlı bir karpuz çeşididir. İçi pembemsi renkli olup daha çok Bursa, Balıkesir, Tekirdağ ve Çorlu’da yetişir. “Gülle karpuzu” kışlık bir karpuz olarak bilinir; koyu yeşil renkli, yuvarlak, siyah çekirdekli, kırmızı etli ve çok tatlı olan bu karpuz geç yetişmesiyle ünlüdür.

İstanbullular yazın geldiğini karpuz kabuklarının denizde yüzmeye başlamasıyla anlarlarmış. 1980’lerden itibaren denize girilemeyen İstanbul’da şimdilerde bırakın karpuz kabuklarını, denizin dibi görülemiyor.

1930’lu yıllarda İstanbul’da bir mahallede karpuz sergisi…

Biz 1940’lı yılların İstanbul’una dönelim ve Sermet Muhtar Alus’un 7 Temmuz 1946 tarihli Akşam gazetesindeki “Dünden Bugüne Karpuz” başlıklı yazısından denizle karpuz kabuğu arasındaki ilişkiyi anlattığı satırları okuyalım:

“Karpuz İstanbul’da Rumî temmuz girmeden evvel ortaya çıkar, bir hafta, on gün geçince sergilere düşerdi. Adana’dan madanadan turfanda getirilmezdi. Çünkü o vakitler oraya da şimendifer yok; tren Konya’dan tornistanda. Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmezdi. Sıcaklar basmış, vücutlar terden sucuk, ellerde yelpaze, ‘Ha dil altına uğrıyacağız, ha uğradık’ diye çırpınırken de denize ayak bile sokulmazdı. Caddebostanı’nda, Kadıköyü’nde, Haydarpaşa’da vapurlar girip çıkarken iskelenin köşelerinde, bucaklarında dört gözle kabukları arardık.

Osmanlı’nın son yılları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında karpuz manavların, sergilerin yanı sıra seyyar satıcılar tarafından mahalle mahalle, sokak sokak dolaşılarak, bağırarak satılırmış. Zaman içinde seyyar satıcılar yerini el arabalı satıcılara, sonrasında da motorize satıcılara bırakmış. Uzun zaman önce İstanbul’un renkleri ve seslerinden biri olan sokak satıcıları tarihe karıştı. Mahalle manavları ise marketlerle rekabet edemeyip ardı ardına kapanıyor. O günleri ve karpuz satıcılarını Reşat Ekrem Koçu’dan dinleyelim. İstanbul Ansiklopedisi isimli eserinde Koçu şöyle anlatır karpuzcuları:

Karpuzculara, kavuncuların ikizidir denilebilir. Bugün Birçok satıcı simaları gibi onlar da tamamen tarihe karıştı.

Vakur bir sesle:

Ka... karpuz!

Diyerek sokakları inim inim inleten karpuzcular heybetli, uzun boylu, adalı vücutlu, kır yahut bembeyaz sakallı adamlardı. Sırtlarında kocaman bir küfe taşırlardı. Küfeyi adamakıllı doldururlar, karpuzlar düşmesin diye iplerle üstünden atlamalar yaparak örme keserler gibi bir vaziyet verirlerdi. (…)

Yalnız İstanbul mahallelerinde dolaşmazlar, Beyoğlu taraflarına da çıkarlar, Şişli’ye, Osmanbey’e, Nişantaşı’na uzanırlar, zaman zaman vapura atlayıp Adalar’a, Haydarpaşa banliyösünün uğradığı köylere kadar giderlerdi. Boğaz’ın Rumeli kıyısını yaya dolaşan seyyar kavuncular ve karpuzcular da vardı.

O zamanlar:

Tekirdağı’nın kurabiye!

Vay çay şekeri vay!

Kesmece veriyorum!

Kan kırmızı!

Diye satarlardı.

Sonraları, seyyar şatoların nesli kaybolmağa yüz tutup, karpuz arabalara düşünce:

Elimi kestim kan akıyor!

Bal kutusu!

Nöbet şekeri!

Diye satılmağa başlandı.

Reşat Ekrem Koçu’nun da anlattığı gibi zabıtalarla köşe kapmaca oynayan seyyar satıcılar çoktan tarih oldu. Karpuz semt pazarları, sayıları her gün azalmakta olan manavlar dışında artık marketlerde satılıyor. Karpuz denince akla ilk gelen “karpuz sergileri” olurdu. Karpuz yaz aylarında meydanlarda, sokak başlarında, yol kenarlarında kurulan sergilerde satılırdı. “Kurabiye bunlar...”, “Kesmece… Kabak çıkarsa para yok!”, “Kan kırmızı…” diyerek bağıran karpuzcular, küçük şehir ve kasabaların dışında da karpuz sergileri artık yok!

Şeker Ahmet Paşa’nın tablosu: Karpuz Dilimli Üzümlü Natürmort.

Karpuzların tepe tepe dizildiği, karpuzcuların geceleri de sergide yattıkları karpuz sergilerini Hikmet Feridun Es’in 9 Ağustos 1945’de Akşam gazetesinde yayınlanan “Sergiler” başlıklı yazısından okuyalım:

Eskiden bu mevsimde bazen şehrin en kalabalık semtlerinde ve her iki adımda bir büyük karpuz sergilerine rast gelirdik. Ve galiba İstanbul sokaklarının en ferah verici manzaralı dükkânları da bu şimdi ortadan kaybolan eski usul karpuz sergileriydi. Yeşil karpuz dağlarının uzaktan görünüşü bile insana hafif bir serinlik verirdi.

Burada karpuzları ‘boy yaptıkları’ için büyüklüklerine göre meselâ üç veya dört tepeye ayrılmış olarak görürdünüz. (…)

Her tepenin üstünde kesilmiş, ortasından bir dilim çıkarılmış, kıpkırmızı içine mukabil, minimini kapkara çekirdeklerile, büyük resim üstadı Şeker Ahmet Paşa’nın hatun suretlerini andıran numunelik karpuz!

Karpuz sergilerinden söz edip Sait Faik Abasıyanık’ın 1936’da kaleme aldığı “Bir Karpuz Sergisi” hikâyesinden söz etmemek olmaz. Sait Faik’in Sarnıç isimli kitabında yer alan hikâyeden birkaç satır:

“Bir adım ötemizde kaynayan yaza karşı, gölgenin ve bir orta zaman rutubetinin içine gömülüp karpuz sergisinin projelerini yaptık.

Tekirdağ karpuzlarını en arkaya dizeceğiz. Sağlamcı ve pazarlık yapmayan müşterilere onlardan... Sonra, öne kocaman siyah karpuzlardan koyacağız. Bunlar kalın kabuklu ve daima kırmızı çıkarlar. Fakat çabucak kof cevizlere dönerler. Vodina kavunları en iyi cinstir. Kokuları dışında değil; içindedir. Bu çeşitli, üzerleri çentikli kokulu kavunlar yumuşayıverirler; eziliverirler. Onları çabuk sürmelidir. Ne bahasına olursa olsun onları elden çıkarmalıdır. Birdenbire hararetlenir:

 Küçük bir çırak tutmalıyız derdi. Çıraksız iş görülmez. Bıçkın bir çocuk buluruz, kapkara bir şey olur. En küçük bir patırtı, bir karpuzun olup olmadığını anlamak için üstü fiskelendiği zaman çıkan sesten bile uykusundan uyanan atik bir çocuk bulmalıyız. Karpuz sergisinin bütün işi o çocuktadır. Yalnız böyle bir çırak bize daha iyi çalışmanın, dil dökmenin, geniş olmanın, iş bittikten sonra türkü çağırıp cıgara savurmanın lezzetini verebilir.

Yazının başında gazete ve dergilerde karpuzla ilgili çok sayıda yazı yayınlandığını söylemiştik. Bunlar ya dönemin ünlü kalemlerinin yazdığı köşe yazılarından ya da karpuzla ilgili haberlerden oluşmakta. Haberler genellikle haziran ile eylül ayları arasında yayınlanan, karpuzun o mevsim ya çok bol ya da çok az olduğunu ve karpuz sergilerinin düzenlenmesini ya da yasaklanmasını konu edinmekte. Karpuz haberlerine birkaç örnek verelim. 21 Ağustos 1929 tarihli Akşam gazetesinde çıkan “Tarlalarda Çürüyen Karpuzlar - Kıtlık Bir Felâkettir, Bolluk da Belâ oluyor…” başlıklı haberle başlayalım:

Trakya’dan gelenlerin verdikleri malûmata göre bu sene Trakya’nın her tarafında meyva pek boldur. Bilhâssa karpuz ve kavun birçok senelerden beri görülmemiş derecede bereketlidir. Fakat bu mahsul tarlalarda çürümekte, bolluktan istifade edilememektedir. Bu hale sebep İstanbul’da alıcı çıkmamasıdır.”

28 Haziran 1932’de Son Posta gazetesinde yayınlanan “Şehrimize İki Küfe Karpuz Geldi” başlıklı haber ise oldukça ilginç. Turfanda meyve ve sebzenin henüz satılmadığı o yıllarda şehre gelen ilk karpuzlar ki sadece iki küfe haber olmuş:

“Son günlerde yağan yağmurlar kavun ve karpuz için hayli faideli olmuştur. Bu tesirin neticesi olarak dün Yalova’dan ilk mahsul olarak iki küfe turfanda karpuz gelmiştir.”

Sıradaki haber yine 1932 yılından... 18 Temmuz 1932’de Akşam gazetesinde “Karpuz Sergileri” başlıklı haber belediyenin karpuz sergileri için yeni düzenlemelerini konu edinmekte:

Kavun ve karpuzlar kesilmiş olarak satılmayacak. Sokağın tozunu, toprağını toplayan, sineklerin çoğalmasına sebep olan kesik karpuz ve kavunlar bilâhare ya bir müşteriye satılmakta ve yahut sergici tarafından yenilmektedir. Bu sene açılacak kavun ve karpuz sergilerinde kesilmiş kavun ve karpuz bulundurulması menedilecektir.

Elbette karpuz haberleri sadece İstanbul şehrinle sınırlı değil. İşte, 10 Ekim 1932’de Son Posta gazetesinde yayınlanan “Muş’un Karpuz ve Kavunları Pek Meşhurdur” başlıklı haber:

Muş karpuzlarının büyükliğle meşhur olan Diyarbakir karpuzlarına rekabet etmiye başlamıştır.Mahsülün en küçüğü beş okka gelmekte ve sıra malı beş okka ile 15 okka arasında tehalüf etmektedir. Resmini gördüğünüz karpuz 31 kilo 350 gramdır.

1900’lü yılların başından bir kartpostalda İstanbul’da kavun ve karpuz satıcıları…

1930’lu yıllarda gazetelerdeki karpuz haberlerini okumaya devam edelim. Sırada meşhur Diyarbakır karpuzu var. 25 Ağustos 1933 tarihli Son Posta gazetesinden “Diyarıbekir’in 30 Okkalık Karpuzları Nasıl Yetişir?” başlıklı haberi okuyoruz. Dicle Nehri kıyılarında yetişen karpuzun nasıl yetiştirildiğini anlatan haber şöyle başlamakta:

Şimdi karpuz mevsimidir. Diyaribekir’in her biri 20-30 okka gelen, gayet tatlı karpuzlarından bahsetmenin de tam zamanıdır. Bu karpuzlar Dicle kenarında yetiştirilir. Dicle kışın taşar ve etrafı istila eder. Yazın da sular çekilir. Dicle’nin istila ettiği arazide gayet kalın bir kum tabakası kalır. Bu arazinin sahipleri bu kumlarda birer metre derinliğinde kuyular kazarak dibine karpuz çekirdeği bırakırlar. Bir miktar da güvercin gübresi atarlar. Karpuz filizlendikten sonra kuyuyu toprakla doldurmaya başlarlar. Bir Batman karpuzu 4 gümüş kuruşa satılır ve iki karpuzu bir merkep ancak taşır.

Haberin devamında karpuz mevsiminde bostan sahiplerinin Dicle kenarına kurdukları, sayıları dört yüzü geçen ve Hülle adı verilen kulübelerde karpuz bekledikleri, mevsim sonuna kadar her akşam bu kulübelerde eğlenceler düzenlendiği yazmakta.

Çeşitli gazete ve dergilere müstear isimle yazılar yazan Nâzım Hikmet’ten iki yazı ile devam edelim. Önce “Ben” müstear ismiyle 24 Ağustos 1931’de Yeni Gün gazetesine yazdığı yazıyla başlayalım. Nâzım Hikmet’in Yazılar (1924-1934) isimli kitabında karpuzun, kavunun sıcaklarda insanı serinlettiğini ama sokaklara, denizlere atılan kabuklarının yaptığı koku ve sineklerin de çekilmez olduğunu anlattığı “Karpuz Kavuna Dair” başlıklı yazıdan bir bölümü birlikte okuyalım:

Bu yıl karpuz kavun çok oldu. Köşe bucak, ‘Kurabiye, kesmece, kan kırmızı, baldır bal!’ naralarıyla doldu. Halk, harıl harıl karpuz kavun alıyor. Bu sıcakta karpuz yenir doğrusu, hele şöyle soğutulmuş, kütür kütür cinsinden olursa.

Balıkpazarı’nı kavun karpuz kokusu, muharebe meydanını kaplayan zehirli gaz gibi, istila etti. Haliç baştan başa kavun karpuz tarlası oldu. Âlâ, güzel, hoş!

Amma ve lakin iki gözüm, âlâ, güzel, hoş ama, kardeşim, bu karpuz kavun yüzünden, gece saat on, on bire doğru bizim mahalleden geçilmez oldu. Komşu hatunlarla komşu kızlar vesaire, sıcağı kestirmek için yedikleri karpuzların kabuklarını teneke teneke sokağa döküyorlar.

Yukarıda okuduğunuz satırlar elbette karpuzun zararları hanesine yazılamaz. Suç karpuzda değil, insanlarda! Nâzım ile devam edelim. Sırada 29 Ağustos 1935 tarihli Akşam gazetesine “Orhan Selim” müstear ismiyle yazdığı “Üzüm ve Karpuz” yazısı var. Üzüm ve karpuzun ne denli lezzetli ve güzel iki yemiş olduğunu, ancak birlikte yendiğinde ise kötü bir tat bıraktığını anlattığı yazısında karpuz hakkında şu satırları yazar. Yazılar (1935) isimli kitabından okuyoruz:

Bir Tekirdağ karpuzu düşünün. Bıçağın altında çatırdayarak yarılınca gözlerinizin önüne serin bir kızıltıyla serilen bir Tekirdağ karpuzu. (…) Bir Tekirdağ karpuzunun serinliğindeki tadı ise ne bir dondurma bardağında, ne de buzlu bir şerbette bulabilirsiniz.

Söz hazır karpuz ve Nâzım Hikmet’ten açılmışken, Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları kitabından kısa bir alıntı yapmama izin verin. Urgan sonradan hayran olacağı Nâzım Hikmet ile nasıl tanıştığını anlatıyor:

Nâzım’ı ilk gördüğümde on iki yaşındaydım. Kadıköy’de bir dost evinde akşam yemeğinden sonra, ‘Celile’nin oğlu, buralarda bir yerde karpuz sergisi açmış; gidip şuna bakalım’ dedi annem. O sıralarda Şefika’nın gözünde bu gencecik şair henüz Nâzım Hikmet değil, arkadaşı Celile Hanım’ın oğluydu sadece. Bense pek bilmiyordum kim olduğunu. Geceleyin karpuz sergisine gittik. Nâzım, karpuzla kavun yığınları arasında, yerdeki samanlara uzanmış, eli şakağında, yatıyordu.

Karpuz konusunda yazılacak öyle çok şey var ki… Hangi birinden söz etsek diye düşünmek zorunda kalıyorsunuz. Örneğin karpuz bilmecelerimize de girmiş. İşte iki bilmece… “Allah yapar yapısını / Bıçak açar kapısını” ve “Teptim tekerlendi / Kestim şekerlendi / Kendi bal ile badem / Bir güzel âdem”…

Karpuz kabuğu meselesi üzerine de çokça yazı yayınlanmış. Onlardan biri de yazar Abidin Daver’in 29 Temmuz 1931’de, Cumhuriyet gazetesindeki “Kavun ve Karpuz!” başlıklı yazısıdır. Daver karpuz kabuğunun tehlikelerini anlatmakta:

Bu sıcakta sen karpuz veya kavununu ye, için ferahlasın, hararetin azalsın, sonra ben attığın kabuklara basıp düşeyim, bacağım kırılsın. Bu ne insafsızlıktır! Kavun ve karpuz kabuklarını yerlere atanlara, bu hareketin o kabukları yemekten daha kaba ve daha insanlığa yaraşmaz bir hareket olduğunu söylemek istiyorum ama dinleyen olursa…

“Karpuz nasıl seçilir, nasıl soğutulur?” konusuna gelince… Uzmanlar karpuz kabuğunun renginin parlak değil, mat; karpuzun toprağa oturan kısmının beyaz ya da yeşil değil, açık sarı; karpuzun biçiminin simetrik olması halinde olgun bir karpuz seçilebileceğini söylemekteler.

“Dünden Bugüne Karpuz” başlıklı yazısında iyi karpuz seçmenin yolunu anlatan Sermet Muhtar Alus’a bırakalım sözü:

Malum a, seçerken kavunun ağırına, karpuzun hafifine bakılır. Üstüne fiskeyi vurunca tınlamalı; bu tınlayış güneşte kalıp gerilmiş bir kudüm derisi sesini andırmalı; sonra, iki avucun arasında sıkınca da hafif bir kütürdeyiş duyulmalı.

Karpuz seçimine dair bir başka yazı da Şeyhü’l-muharririn (en kıdemli yazar) unvanını alan Burhan Felek’in, 31 Temmuz 1937’de, Tan gazetesinde yayınlanan “Karpuza Hürmet” yazısıdır. Kadıköy vapurdan indikten sonra yol boyunca koluna girerek ona eşlik eden bir ahbabı ile yaptığı sohbeti aktarır. Adam karpuz almaya gidecektir ve başlar anlatmaya:

Bir karpuzun olgun olup olmadığı sesinden belli olur. Şöyle dibine doğru bir tokat atarsın, ‘Tın!’ ederse o karpuzu al. Karpuzun hafifi iyidir derler, sakın ha! Hafifi boştur, ağırı da hışır.

Bir de bazı karpuzların bir tarafı olgun, bir tarafı hamdır. Onu anlamak için karpuzun sapına bakmalı. Sapın dibinin bir tarafı yeşil ise o karpuzu alma. Sonra karpuzu sallarlar, içi çangıl çangıl ederse almazlar. Eğer Yenidünya karpuzu ise al. Tekirdağ ise alma.

Solda, 1910’lardan bir kartpostalda karpuzcu… Sağda, 1950’li yıllarda Diyarbakır’da karpuzların başında bir çocuk…

Burhan Felek vapur Eminönü’ne yaklaşıncaya kadar bir yandan sıcak, diğer yandan durmadan karpuzdan söz eden ahbabı yüzünden terlemeye başlar. “O daha söyleyecekti amma ben Meydancık’tan matbaaya ayrıldım ve bu kıymetli konferansın sonunu alamadım” diye bitirir yazısını…

Yani karpuz seçmenin kolay bir yolu, bir reçetesi yok; karpuzun cinsine göre değişmekte. Eskiden sofra adı “soğukluk” olan kavun ve karpuz soğutularak yenir. Uzmanları özellikle “karpuzu buzdolabında soğutmayın” diye uyarıyorlar. Tadını, tuzunu, lezzetini buzdolabında bırakırmış! Karpuzu soğutmanın en eski ve en iyi yolu ise kuyuya sarkıtmakmış, ancak dikkat edilecek o kadar husus var ki… Yani “soğutma” mevzuu kuyu kadar derin!

Son olarak bir de karpuzun kesilmesinden söz edelim. Siz “kesilmesinde ne var ki?” diye sormadan, Hikmet Feridun Es’e kulak verelim. 21 Ağustos 1930’da, Akşam gazetesinde çıkan “Karpuza Dair” başlıklı yazısında şöyle der Hikmet Feridun:

Karpuz çıktı çıkalı bir ziyafette yahut bir lokantada yemek yerken fena halde üzülüyorum. O canım karpuzların ne feci, ne zevksiz bir şekilde kesildiklerini gördükçe yüreğim parça oluyor…

Hele lokantalarda biçare karpuzlar kesilmiyor, âdeta katlediliyor. Karpuz kesmek, karpuz soğutmak, kuyu içinde karpuz çatlatmak, karpuz dilimlerini tabak içinde tanzim etmek resim gibi, edebiyat, mimarî ve heykel gibi sanayi-i nefiseden bir iştir.

Ve bütün karpuzu önce yukardan aşağıya dilimleyip, göbeğini ayırıp, çekirdeklerini döktükten sonra kabağın ortasına göbeğinin, yanlarına da dilimlerinin yerleştirilmesi gerektiğini anlatarak bitirir yazısını.

Refik Halid ile başlamıştık yazıya, yine onunla bitirelim. Refik Halid Karay, Ago Paşa’nın Hatıratı’nda kesilen karpuzun güzelliğinden söz eder:

Karpuzda en hoşlandığım cihet kesilişidir. Olgun bir Tekirdağı’na şöyle üstünden sivri bıçağı sapladınız mı, kendiliğinden, kütür kütür diyerek kayar, yayılır gibi bir açılışı ve sonra buzlu, buğulu vücudunu önünüze bir serişi vardır, hiçbir meyvede bu keyfi bulamazsınız. (…)

Hâlbuki karpuzun pek esrarengiz, pek gizli, pek hafif, pek canlı bir kokusu vardır ki insanı adeta teheyyüç [heyecanlanma] eder. Kabalık onun kırmızı, müfrit [sınırı aşan, aşırı] etindedir.

Daha “Lokman Hekim” diye bilinen Dr. Hafız Cemal’in “Karpuz mu Faydalıdır, Kavun mu?”, Ercüment Ekrem Talu’nun “Karpuz Kabuğu”, Hikmet Feridun Es’in “Şeker Attım Sürahiye… Karpuzlarım Kurabiye… Haydi Fatih’in Gülleleri Bunlar”, Osman Cemal Kaygılı’nın “Numune Bağında Cuma Günlerinin Kalabalığı: Kuyuda Kavun, Karpuz…” başlıklı yazılarından, birçok kitap ve yazıda konu edilen karpuz diyetinden söz edecektik. Hatta “resim ve müzikte karpuz…” diyerek devam edecektik. “Durun, daha karpuz kesecektik!” diyemiyoruz, ne yazık ki yazının sonu. 
 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:

  • Refik Halid Karay, Bir Avuç Saçma, İnkılâp Kitabevi, 2009.
  • Priscilla Mary Işın, Osmanlı Mutfak İmparatorluğu, Kitap Yayınevi, 2014.
  • Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri 1 Semaver-Sarnıç, Bilgi Yayınevi, 1970.
  • Nâzım Hikmet, Yazılar (1924-1934), Adam Yayınları, 1987.
  • Nâzım Hikmet, Yazılar (1935), Adam Yayınları, 1987.
  • Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Yapı ve Kredi Yayınları, 1998.
  • Refik Halid Karay, Ago Paşa’nın Hatıratı, İnkılâp Kitabevi, 2009.