"Karmaşık bir toplum burası, hatlar birbirine dolanıyor"

Yazar, çevirmen ve yayıncı Tanıl Bora’yla ülkenin kültürel ortamını, bu ortamda üretmeye çabalayan yayıncılığın ahvalini, edebiyatı, giderek normalleşen sansür hamlelerini ve günceli konuştuk…

02 Şubat 2015 02:03

Yayıncılıktan başlayalım, asıl mesleğinizden, yani editörlükten… Artan kitap üretimi, yeni dergiler, yeni türler… Niteliksel olarak nerede duruyor sizce yayıncılığımız?

Yayıncılığın niteliği gelişiyor pekâlâ, bunda beis yok. Gerek seçim ehliyeti, gerek yelpaze,  gerek çeviri, gerek yayına hazırlık ve sunum açısından… En azından, çıtayı yükselten yayıncılar var ve bunlar marjinal değil. Fakat üretimin sürati ve miktarı, bu çıtayı aşağı çeken bir tehdit oluşturuyor.

Yayıncılık demişken dergi, kitap eki ve internet ortamındaki içerikler de çeşitlenmeye, artmaya başladı. Şimdilerde herkes yazıyor ama ya edebiyat eleştirisi?

Eleştirinin yerine büyük ölçüde tanıtım aldı. Övgüyle karışık tanıtım… Zaten eleştiri kavramı, doğrudan doğruya yergi veya “olumsuz eleştiri” olarak anlaşılıyor dilimizde, bu bir tür galat haline gelmiş durumda. Oysa eleştiriden anladığımız, gayet basit, üzerine enine boyuna düşünmektir, farklı bakış açılarından değerlendirmektir, böylece üzerine eğildiğiniz eseri, aklınızı fikrinizi geliştirecek bir vesileye, bir ilhama dönüştürmektir. Genel eğilim, eleştirinin yerini tanıtımın, övgünün veya bazen de yerginin alması olmakla beraber, pekâlâ kâmil manasıyla edebiyat eleştirisi yapanlar da var, olmaz olur mu! Kimse yoksa, Orhan Koçak var.

Editörlüğünüz kadar çevirilerinizin de edebiyatımızda önemli bir yeri oluştu. Özellikle Alman edebiyatından Türkçeye kazandırdığınız önemli eserler var. Okurlar yeni bir Tanıl Bora çevirisi okuyacak mı yakında?

Daha evvel Mutsuz Olmak, Aşk ve Sakin Olmak kitaplarını çevirdiğim Alman felsefeci Wilhelm Schmid’in “Arkadaşlık” üzerine kitabını çeviriyorum. Bu, bir kısa “yaşam felsefesi” metinleri serisi. Bir yandan da Kafka’nın Dava’sını çeviriyorum, onun da yarısını geçtim. Dava’nın gayet güçlü çevirileri mevcut ama bir ben de boyumun ölçüsünü alayım istedim. Çeviri edebiyatta “çeşit” olağanüstü genişledi, bütünlüklü bir değerlendirme yapacak bir panoramik görüşüm ve görgüm yok.  İyimser konuşmaya devam edersem, “orijinale”  çevirisiyle lezzet katan birçok çevirmen var, hepsine duacıyım.

İşler bu kadar artarken, bir de sansür gerçeği var. Hem okullarda hem de yetişkin edebiyatında sansür duvarına çarpan, her yıl bakanlık tarafından “yeniden düzenlenen” kitap sayısı giderek artıyor…

Ne yapacaksınız? Teşhir edeceksiniz, ayıplayacaksınız, ne kadar ayıp olduğunu anlatacaksınız. Ne kadar ayıp olmaktan öte, insanı nasıl bir mahrumiyete sürüklediğini, nasıl gönlünü daralttığını anlatacaksınız. En temizi, yayımlamaya ve okumaya devam edeceksiniz.

Milli Eğitim Bakanlığı Ekim ayı başında bir yayın yönetmeliği yayınladı. Devlet eski günlerdeki gibi yayıncılık yapacağı, çocukların ve gençlerin ders kitapları dışında okuyacakları edebiyatla buluşmasının daha fazla engellenmesi demek bu. Gidişatı nasıl görüyorsunuz?

Hükümet politikası, bir zamandır, nüfusu yeniden-eğitmeye, zihinlere nüfuz etmeye yöneldi - veya daha fazla yöneldi. Dolayısıyla böylesi yönetmeliklerin geleceği olacaktır! Ders kitapları ve onlara refakat eden yarı-resmi müfredatın, adı üstünde, resmi ve “dersle” ilgili olduğu için, dolayısıyla sıkıcılık etkisi uyandıracağı için talebeyi fazla etkilemeyeceğine güvenebilir miyiz? Bir miktar güvenebiliriz ama tamamen de değil. Her halükarda, doktrinasyon malzemesi olmayan has edebiyat uğruna daha çok uğraşmak gerek.

“Osmanlıcayı bir müstakil dilmiş gibi öğretme iddiası, saçma. Öyle bir dil, sadece bir yönetici elit jargonu olarak var. 'Osmanlıca öğreteceğiz' hamlesi, ahaliyi doktrine etme kampanyasının bir parçası olarak çıktı zaten. Genel 'Osmanlı' hamasetinin bir bayrağı olarak…”


Eğitim bakanlığının en tartışılan adımlarından biri de zorunlu Osmanlıca dersi oldu…

Osmanlıcadan, eski Türkçe kelimelerle belirli bir aşinalığı anlıyorsak, ben de bir nevi Osmanlıcacıyım. Türkçe edebiyatın klasiklerinin, 20. Yüzyılın ilk on yıllarındaki metinleri okumanın zevkine varmak (telezzüz etmek!) için, Osmanlıcayla bir ülfetimizin olması iyidir. Dilimizin, lügatimizin zenginliği için iyidir. Fakat Osmanlıcayı bir müstakil dilmiş gibi öğretme iddiası, saçma. Öyle bir dil, sadece bir yönetici elit jargonu olarak var. “Osmanlıca öğreteceğiz” hamlesi, ahaliyi doktrine etme kampanyasının bir parçası olarak çıktı zaten. Genel “Osmanlı” hamasetinin bir bayrağı olarak…

Yeni Türkiye söylemine ilişkin ilk tohumlar eğitime ve kültür sanata atılıyor o zaman, nasıl bir rota bu?

Somut içeriklerden ziyade hamasetin ağır basacağını zannediyorum. Semboller, isimler haykırılacak. Yazıyla, sözle, fikirle ilişkiyi bir doz daha araçsallaştırmaya yarayacak bu. Halihazır öğrenilmiş cehaleti derinleştirmeye yarayacak. Buna karşı muhalefet, kontra isimlere, kontra sembollere kitlenirse, bu iyice böyle olur.

İktidarın hamleleri devam ederken, solun da kültür-sanat alanında sürekli tartıştığı isimler var. Son olarak Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür Merkezi açılışında Orhan Pamuk’a yapılan protesto… Belli ki sorun kişilerden öte yöntemde, yaklaşımın felsefesinde gibi, nasıl değerlendirirsiniz?

Orhan Pamuk’un Nazım Hikmet’in fikri ve edebi soy çizgisine oturmayacağı düşünülebilir, tartışmaya değer. Fakat, birincisi, Nazım’ı farklı bir fikri-edebi çizgiden birisine “andırmakta” da bir bereket olabilir, buradan da anlamlı bir ilham çıkabilir. İkincisi, Orhan Pamuk’un bu etkinliğe uygun şahsiyet olup olmadığını tartışmak ve eleştirmek başka, Orhan Pamuk’a kahretmek başka. Orhan Pamuk, epeydir, birçok siyasi kızgınlıkların üzerine boca edildiği bir figür oldu. Sadece ulusalcılar veya ulusal solcular için değil… Burada büyük bir siyasi problem olarak, tefrik edememek var. Edebiyatçı kişiliğiyle siyasi temsiliyeti ayırt edememek, belirli bir bağlamdaki bir sözle başka bir bağlamdaki sözü ayırt edememek, basitçe meseleleri ayırt edememek…

Biz buradaki kültür-sanat ortamını konuşurken, Avrupa’nın orta yerinde, Paris’te Charlie Hebdo katliamı yaşandı. Sonuçları ve sonrası için yeni bir 11 Eylül denebilir mi?

Zaten dendi, dendikçe de öyle olur ya biraz! Fakat hem 11 Eylül zaten nicedir Avrupa’da da yürürlükte; hem de zaten ayrıca, kimilerine göre “İslamfobi”ye kimilerine göre göçmenlere karşı tedbirleri sıkılaştırmaya dönük bir gidişat vardı. Burada daha önemlisi, İslami çevrelerin nasıl davranacağı. İslamofobi vakıasını, bu caniliği görelileştirmenin, önemsizleştirmenin aletine dönüştürüp dönüştürmeyecekleri…

AKP’liler “toplumun ta kendisi” olduklarını, yaptıkları mühendisliğin her şeyi “doğala/fıtrata” çevirmek olduğunu söylüyorlar ama işler öyle değil, toplum öyle bir şey değil.

Muhafazakâr kanadın el freni, İslamofobi ve İslamofaşizm… Bu kavramlar nereye gidiyor?

İslamofobi, bir yandan apolojetik bir alet olarak kullanılıyor çoğunlukla; yani İslamcıların yapıp ettiği her şeyin bir mazereti, bir özrü olarak. Diğer yandan, Batı’ya kahreden bir nefret söyleminin, milliyetçi bir “herkes bize düşman” paranoyasının dayanağı olarak kullanılıyor. İslamcılığın milliyetçiliğe dönüşmesinin bir yeni vesilesi… İslamofaşizm, bu terimi kullanan bazılarının dilinde, İslamı büsbütün faşizmle özdeşleştiren bir anlama bükülme riski taşıyor. Faşist tehdide, faşizmin kendisine değil de onun İslami rengine veya malzemesine odaklanma riski…

Türkiye’de muhafazakârlık çehreleri sizin çokça ilgilendiğiniz bir alan. Neo-muhafazakâr bir dönüşümden söz ediliyordu, nereye gidiyor bu dönüşüm?

Neo-muhafazakâr terimi uygun mu, onu tartışma hakkımız saklı kalsın… AKP’nin kendi önüne uzunca bir yol koyduğunu düşünüyorum. Az evvel de konuştuğumuz gibi, toplumun aklını, fikrini, duygusunu biçimlendirmeye dönük kapsamlı bir endoktrinasyon emeli var. Beri yandan, “burası Türkiye”. Mühendislik yapmanın zorluğu sadece Kemalistlere değildi. AKP’liler “toplumun ta kendisi” olduklarını, yaptıkları mühendisliğin her şeyi “doğala/fıtrata” çevirmek olduğunu söylüyorlar ama işler öyle değil, toplum öyle bir şey değil. Karmaşık bir toplum burası, hatlar birbirine dolanıyor. Ayrıca reel siyasetin ve klientalizmin icapları da bazen müşkülat çıkarabiliyor.  Tabii en hayırlısı, sol bir muhalefetin çıkaracağı müşkülatlardır!