Bir anda yeterince kişi oyunu kurallarına göre oynamayı bırakırsa ne olur?

Emniyette olmayı mı yoksa özgürlüğü ve yaratıcılığı mı seçeceksiniz? Üstelik, yaşadığınız dünyada bu kavramlar birbirinin zıddı olarak görülürken...

22 Kasım 2018 14:11

akşam çökerken
hatırlarız ki
sabah olduğunda
her şey aynı olacaktır;
sabah olurken hatırlarız ki
bugün
dünün aynısıdır.

(Amatka, Karin Tidbeck, s. 73)

Amatka, gerçekliği dilin yarattığı bir dünyada hayatta kalmakla ilgili bir distopya. Yazarının deyimiyle, aşkın ve kelimelerin gücünü, bir toplumun hayatta kalmak ya da bir devrim gerçekleştirmek için ne gibi fedakârlıklar yapabileceğini konu eden bir roman. Buraya gelmeyi başaran “öncüler,” birbirinden farklı özelliklere sahip beş koloni kurarak geldikleri dünyadan -bunun bizim bugün içinde yaşadığımız dünya olup olmadığını bilmiyoruz- farklı bir hayat kurmayı ve onu devam ettirmeyi başarıyor. Yaptığı bir araştırma için merkez koloni olan Essre’den daha küçük bir koloni olan Amatka’ya seyahat eden Vanja’nın burada yaşadıkları hikâyenin merkezini oluşturuyor. Kolonilerin yerleştiği bu yerin neresi olduğu bilinmiyor. Buraya neden gelmek zorunda kaldıkları, öncüler diye söz edilen ve kolonilerin kurucusu olan insanların önceden yaşadıkları dünyayı terk etmelerine neyin sebep olduğu bilinmiyor. Tüm dünyayı yok eden bir doğa olayı mıydı kaçtıkları, yoksa insan eliyle bir bozguna mı uğramışlardı; bu soruların cevabı yok. Tek bildiğimiz, hayatta kalmaları ve var olan düzenlerini sürdürmeleri dili “doğru” kullanmalarına bağlı.

Karin Tidbeck’in kolektivist distopyası, insanların hayatlarını devam ettirebilmek için katı kurallara bağlı olması ve bireysel özgürlüklerinden feragat etmesi gibi özellikleriyle birçok edebî klasiği akla getiriyor. Yazarın bu koloni hayatını İsveç’in aşırılaşmış bir versiyonu olarak kurguladığı şeklinde yorumlar da var; her şey insan soyunun devamlılığı ve refahı için düzenlenirken, ülkenin bu aşırı tahayyülünde, insan ilişkileri de komite adı verilen bir grup tarafından belirleniyor. Tıpkı ebeveynlerinin çocuklarını yetiştirme hakkının olmaması, insanların ne hakkında konuşup konuşamayacaklarına komitenin karar vermesi ve tarihyazımı konusunda kesin yetkiyi, dolayısıyla onu maniple etme gücünü komitenin elinde barındırması gibi. Amatka’daki yöneticilerin muhalifleri susturmak için kullandıkları yöntem ise İsveç’te 1940’larda başlayıp 50’lerin sonuna kadar devam eden ve binlerce kişiye uygulandığı bilinen lobotomi uygulamasının rahatsız edici bir yansıması olarak romanda kendine yer buluyor.[1]

amatka, Karin Tidbeck, Çeviri: Göksu Göçhan, İthaki YayınlarıKarin Tidbeck’i Türkçede 2014 yılında yayımlanan öykü kitabı Zeplin ile tanıdık. Zeplin, Ursula K. Le Guin’in "Daha önce Zeplin gibi bir şey okumadım. Belirgin bir şekilde Kuzeyli oluşunu saymazsak Karin Tidbeck'in hayal gücü hiçbir sınıfa girmiyor -usul usul, zekice, anlatılamayacak kadar tuhaf...” sözlerinin hakkını vererek okuru daha önce hiç girmediği bir evrene sokuyordu. Her öykü, kendi içinde başka bir yeniliğin, özgün fikrin, hikâyeyi eşsiz bir seviyeye taşıyan atmosferin ve başarılı bir kurgunun ürünü olarak çıkıyordu karşımıza. Zeplin’de sıra dışı aileleri, aşkları ve arkadaşlıkları bazen gerçeküstü bir zeminde bazen en sarih gerçeklikle anlatan Tidbeck’in bu öyküleri on yıla yayılan bir zaman diliminde yazdığını belirtmekte fayda var. Zeplin’in, İsveç’te 2011 yılında yayımlanmasından bir yıl sonra okurla buluşan Amatka ise yine heyecan verici bir fikirden yola çıksa da, Tidbeck’in öykülerindeki etkiye ulaşamıyor. Sadece özgün fikirler bulmak değil, o fikirlere en uygun mekânı ve atmosferi yaratmak, canlı ve derin karakterlerle desteklenen şaşırtıcı kurguyu oluşturmak da Tidbeck’in ayırıcı bir özelliği oysa. Amatka, yazarın kurguyu ince ince ördüğünden, atmosferi usul usul yarattığından şüphe duymadığımız bir anda tepetaklak bir sona doğru ilerliyor. Okura derinden etkilenecek kadar tanıma fırsatı bulabileceği bir karakter vermiyor roman. Diğer yandan, üzerine uzun uzun düşünülebilecek bir konu veriyor: Kelimelerin bir topluluğu var etme gücü. Zeplin’deki -çok da uzun olmayan öykülerinde dahi- karakterleri derinleştirmek konusunda çok başarılıydı Tidbeck. Bir zepline âşık olan Doktor Franz Hiller ya da çocukluğunun bir bölümünü komünist bir komünde geçiren ve babasının ölümünün ardından ona mektuplar yazan Viveka’nın yaşama dair hayal kırıklıkları, ne olup ne olmadıkları da hikâyelerin kendisi kadar okurun aklına kazınıyordu. Bir distopyanın atmosferini kurmak, belki de türün başarılı bir örneğini verebilmenin ilk ve en önemli ayağı. Tidbeck bu ayağı sağlam temellere oturtsa da aynı başarıyı karakterler üzerinde gösteremiyor.

Şeyleri var eden kelimeler

Karin Tidbeck, çift dilli bir yazar. Zeplin’deki öykülerin bazılarını İsveççe, bazılarını İngilizce yazmış, ardından İsveççe öykülerini yine kendisi İngilizceye çevirmişti. Amatka da İsveççeden İngilizceye yazar tarafından çevrilmiş. İki dilli bir yazar olmak Karin Tidbeck’in dille kurduğu bağı da etkiliyor. Bir kültürü kendi dilinden başka bir dilde ifade etmenin güçlüğünün kendisini çeviri yaparken en çok zorlayan konu olduğunu dile getiriyor Tidbeck.

Amatka’da kelimelerin şeyleri var ettiği ya da dilin hayatımızı şekillendirdiği gibi bir fikri kullanmak için eşsiz bir fırsat yakalıyor yazar. Edebî eserde dili bir öğe olarak hikâyenin bir parçası yapmak, ona atfedilen bu güç yeni olmasa da Tidbeck bunu heyecan verici bir şekilde kullanıyor. Dünyaya dönüşü mümkün olmayan bu insanlar, şeylerin, dolayısıyla hayatlarının sürekliliğini sağlamak için onlara ne olduklarını tekrar tekrar hatırlatmak zorunda. Bir sandalyenin “sandalye” olması için birilerinin ona öyle olduğunu söylemesi, üzerine öyle olduğunu yazması ve belli aralıklarla bu işaretlemeyi sürdürmesi gerek. Bu, altı aylıktan itibaren ebeveynlerinden ayrılarak yurtta yetişen, anne ve babalarını sadece hafta sonu görebilen çocuklara öğretilen ilk şey. İşaretlemek. Bir eşyaya ne olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak ve onu öylece, olduğu şey olarak tutmayı başarabilmek. Belli aralıklarla eşyaları işaretlemeyi atlayarak onların bozulmasına sebep olmak kolonilerde kabul edilmeyen bir davranıştır ve bunu sadece Vanja gibi içinde yaşadığı sisteme dair şüpheleri olan insanlar yapar.

Öncülerin dünyadan getirdikleri kelimelerin zamanla yok olması, o kelimeleri karşılayan şeylerin de yok olması anlamına geliyor. Vanja, öncülerden Jenny’nin -hiç gönderemeyeceği hâlde- dünyada kalan annesine yazdığı mektuplardan, öncülerin konuşarak kedi ve köpekler var ettiklerini öğreniyor.

İnanır mısın, anne: Sokakta kedi görmeye başladık. Kediler ve birkaç köpek. Komik. Burada hiç hayvan bulmadıklarını söylemişlerdi. Hem de hiç. Ama geçen gün mutfakta kedi sesleri duyduğumu sandım. Son zamanlarda onu çok düşündüğümü kabul ediyorum. Onun hakkında küçük bir öykü yazdım ve birkaç resim çizdim. Burada hiç hayvan olmaması çok garip. Bomboş geliyor.

Yaşadıkları hayata karşı benzer kaygı ve soru işaretlerine sahip olduklarını bildiğimiz kütüphaneci Evgen’e yazılan mektubu okuduktan sonra, “kediler”, “köpekler… onlar da ne” diye soruyor Vanja. Kedi ya da köpeğin ne olduğunu bilmiyorlar çünkü komite kolonilerde onlara yer olmadığına karar verdiği için kedi-köpek kelimesini de hayatlarından çıkarıyor.

                    yeni dünyalarda                                     konuşuyoruz

                    yeni yaşamlardan                                  konuşuyoruz

                    kendimizi bırakabilmek için

                    olabilmek için                                        konuşuyoruz

Bu dizeler Anna’ya ait. Amatka’da yaşamış ama bir süre önce bir grup insanla birlikte ortadan kaybolan saygıdeğer bir şair. Anna’nın dizeleri Vanja’ya, herkes tarafından sorgulanmadan kabul edilmiş sıkı kuralları ve yokluk içindeki yaşamlarını sorgulayan tek kişi olmadığını düşündürüyor. Klasik bir distopyada karşılaşacağımız bir çatışma. Herkes kolektif yaşamın devamlılığı için bireyselliğinden ve özgürlüğünden vazgeçerken, ana karakterimiz ve onun gibi birkaç kişi, daha iyi ve daha özgür bir hayatın özlemini çekiyor. Tüm değişimlerin temelinde yer alan bu çatırdama hâli, bir ortaklığı, ortak bir düşüncede ya da karşı çıkışta buluşmayı da gerektirir. Tidbeck muhalif karakterlerine böyle bir ortaklık zemini hazırlamıyor. Kütüphaneci Evgen’i, emekli doktor Ulla’yı ya da muhalif fikirler konusunda bir öncü gibi görünen şair Anna’yı ve tabii ki Vanja’yı yaşadıkları hayatı sorgulamaya iten ve onları komiteye karşı güvensiz hâle getiren bir sürü sebep var. Vanja’ya kendisi de bir muhalif olan ve lobotomiyle etkisiz hâle getirildiğini tahmin ettiğimiz babası Lars’tan birtakım ayrıksı fikirlerin miras kaldığını da biliyoruz ama onun ihbar edilmeyi göze alarak sistemle derdi olan diğer insanlarla bir araya gelmesini sağlayabilecek o son itkiyi ne sağlıyor? Akıllarındaki daha özgür ya da daha iyi dünya neye benziyor? Lobotomiyi, toplumun dışına sürülmeyi, komite eliyle kaybedilmeyi göze alacak kadar ileri gitmelerine sebep olabilecek bu “yeni dünya”nın içinde yaşadıklarından farkı ne olacak? Ortak bir gelecek hayali olmayan bu insanların tek ortak yanı, komitenin her şey üzerindeki kontrolünden duydukları rahatsızlık. Belki de gri soğuk hava ve kuruluk nedeniyle yaşadıkları cilt problemlerinden bıkmışlardır kim bilir, her şeyi var edebilmek gibi bir kudretleri varken bu da devrim yapmak için yeterli bir sebeptir belki de.

Distopyanın sonsuz dolabilen kabı

İnsanın eşya üzerindeki kudretini, bununla birlikte kendi hayatı üzerindeki kudretsizliğini konu etmek için doğru bir kap Tidbeck’in seçtiği. Politik olarak sancılı dönemlerde, arkadaş sohbetlerinde “sanki bir distopyanın içindeyiz” demekten çok farklı olduğunu biliyoruz distopik ya da post-apokaliptik bir evren yaratmanın. Distopik bir dünya kurmak yetmiyor; o dünyayı meydana getiren neden-sonuçları, bunları etkileyen unsurları, kendini bambaşka hayat şartları içinde bulan insanların psikolojik ve fiziksel arka planını ve bugün neye neden başkaldırdıklarını da ikna edici formüllerle işlemek gerekiyor. Distopya, kabının içine ne koyarsanız koyun kaldırabilecek türlerden biri. Diğer yandan, bu sonsuz ölçekteki kabın içine her şeyi tek seferde koymaya kalkmak da her zaman iyi sonuç vermeyebiliyor. Bunu, bu yıl Türkçede okuma fırsatı bulduğumuz bir diğer distopyada, Lidia Yuknavitch'in Dünyanın Sonundayız romanında görmüştük. Yuknavitch, kurgunun bu “içine ne koysan alır” hâlini müsrifçe kullanırken, Tidbeck ise malzemeden kısma yoluna gidiyor. Şuraya deli bir diktatör, şuraya dahi bir gey, lezbiyen bir halk kahramanı koyayım diye yola çıktığınızda, bu hesap aşurede olduğu kadar iyi sonuç vermeyebiliyor. Burada bir parantez açıp, Lidia Yuknavitch’in bu tuzağa nasıl düştüğünden bahsederek Dünyanın Sonundayız’daki fazlalığın yarattığı eksiklik üzerinden, Amatka’da var olan imkânları yeterince kullanmamanın yarattığı eksikliği karşılıklı olarak işaret etmeye çalışacağım. Bu karşılaştırmayı iki kitabın sadece bu yönü üzerinden yaptığımı belirtmem gerek, çünkü günün sonunda Tidbeck hem kurgusu hem dili ile Yuknavitch’ten çok daha bütünlüklü bir metin ortaya koyuyor.

Dünyanın Sonundayız’da, atmosferdeki radyoaktif kirlilikten ve savaşlardan dolayı dünya artık yaşanabilir bir yer olmaktan çıktığında, bir grup insan CIEL adlı bir yaşam alanına sığınır. Tüylerinin dökülmesi, pigmentasyon kaybı ve ardından genitallerinin yok olması CIEL’de yaşayan insanların karşılaştıkları dezenformasyonlardan bazılarıdır. CIEL’de yaşayan ve bundan hiç de memnun olmayan Christine Pizan ve Trinculo’nun hikâyesiyle dünyada kalmış ve özel güçlere sahip Jeanne d’Arc’tan mülhem Joan’ın hikâyesi eşzamanlı olarak anlatılırken, Yuknavitch hem karakterler hem de kurgu bağlamında öyküyü genişletir, genişletir ve sona yaklaştığımızda, bu olay ve karakter bolluğunda hikâyeyi bir araya getirmek ve tatmin edici bir sona varmak mümkün olmaz. Tidbeck bu konuda daha tasarruflu davranır. Politik bir kurgu yaratırken en rahat düşülebilecek tuzak olan didaktik dil ve anlatım Amatka’da yoktur. Dünyanın Sonundayız’da Yuknavitch’in yaptığı gibi eldeki tüm malzemeyi -farklı özelliklere sahip karakterleri, fantastik öğeleri, kimlik politikasını, bilim kurguyu- hikâyeye boca etmiyor Tidbeck. Yuknavitch’te karakterlerin eşcinselliği kurgu içinde kendiliğinden var olmuş gibi görünmez, Tidbeck’te ise bu son derece doğal bir şekilde işleniyor. Çünkü Amatka’da insanların cinsel yönelimlerini dert etmekten daha önemli bir konu var, hayatta kalmak ve kolonilerin devamlılığını sağlamak. İnsan hayatının devamlılığı konusu Dünyanın Sonundayız için de bir problem üstelik. Bu açıdan, Tidbeck’in anlatısı son derece tutarlı. Baştan sona hikâyedeki bütün keskin geçişler var olan kuralları devam ettirmek ve insanların bunun dışına çıkmasını engellemek üzerine. Amatka’da bu devamlılığı sağlayarak iyi bir vatandaş olduğunuz sürece, gece yatağınızı kiminle paylaştığınızın bir önemi yok. Bu da, kitapta yaratılan iktidarın ilhamını günümüz İsveç’inden aldığı düşüncesini destekleyen bir ayrıntı.

Tidbeck’te kitabın üçüncü bölümü sayılabilecek “Üçüncü Hafta”ya kadar (kitap Vanja’nın Amatka’daki dört haftasını anlatıyor ve her hafta gün gün ayrı bir bölüm olarak ele alınıyor) bildiğimize hiç benzemeyen dünyanın kurallarıyla yavaş yavaş karşı karşıya getiriliyoruz. Karin Tidbeck, okura doğru sorular sordurarak ördüğü hikâyeyi cevaplarından kısarak sonlandırıyor. Üstelik bu bitiş öyle hızlı geliyor ki bunun okura hikâyeyi tamamlamak için alan bırakmakla, onu metnin bir parçası yaparak ona bir son yazdırmakla da bir ilgisi yok. Tidbeck kitabın ilk iki bölümündeki, okuru yavaş yavaş bu distopik ortamın bir parçası yapma stratejisini, karakterlerin dünü ve bugünü arasındaki geçişlerle onları tek boyutlu olmaktan çıkarıp canlı birer varlık hâline getirmekteki başarısını devam ettiremiyor.

Aşk ve başkaldırı

Tidbeck’in de “kelimelerin gücü ve aşkın gücü”nü odağa aldığını söylediği romanda, aşkın gücü dediğimiz şey tamamen bir dekor unsur olarak kalıyor. Söz konusu aşkı hikâyenin en temel unsuru olan “kelimelerin gücü” ile yan yana andığında, aşkın karakterlerin eylemleri üzerinde daha önemli bir etkiye sahip olmasını bekliyoruz. Oysa Nina ve Vanja'nın birbirlerine olan aşkı hiçbir zaman karakterlerde ya da hikâye akışında dramatik bir dönüşüme sebep olmuyor. Vanja yine koloni hayatında ters gittiğini düşündüğü konuların peşine düşüyor, âşık olmak onun inançlarında bir değişikliğe sebep olmuyor. Kitabın, sezon ortasında bitirilmesi gereken diziler için alelacele yazılmış sonlar gibi görünen finaline doğru, âşık olunan karakterin davranışlarında bazı dönüşümler gözlemlesek de bu değişikliğin arka planını anlamıyoruz.

Söylemeye gerek yok, Ursula K. Le Guin Mülksüzler ve Karanlığın Sol Eli gibi toplumsal cinsiyet, aile ve otoriter yönetimleri sorguladığı anlatılarında aşılması çok da kolay olmayan evrenler yarattı. Amatka, çocukların ebeveynlerinden ayrılarak yurtlarda büyümesi, mevsimin kış olması ve insanların yokluk içinde, takip edilmesi gereken sıkı rutinler içinde yaşamaları açısından Le Guin’in evrenleriyle benzerlikleri olan bir dünya. Le Guin’in Tidbeck’in favori yazarı olduğunu biliyoruz. Belli noktalarda en sevdiği yazara selam göndermek için bazı detaylara yer veren Tidbeck, belli yönleriyle Le Guin’i bile aşabilecek bir hikâye anlatma gücüne sahip. Onun metinleri kendiliğinden politiktir. Politik bir metin ortaya çıkarmak gibi bir kaygısı yoktur Tidbeck’in, bunun için özel bir çaba harcamaz. Amatka’yla ilgili bir söyleşisinde şöyle ifade eder bunu: “Politik bir kitap yazmak için yazmadım ama sanırım yazdığım her şey kendiliğinden politik oluyor. Zaten her birimizin her yaptığı şey politiktir. Etrafımız politikayla örülü ve bunun dışına çıkmamız mümkün değil. Yani, evet tabii ki politik şeyler yazıyorum herkes öyle yapıyor bence.”[2] Tidbeck bu konuda günümüz queer ve feminist yazın içinde çok özel bir yerde duruyor. Kadın karakterler seçmek, güçlü kadın karakterleri hikâyenin odağına koymak, erkek karakterlerin hassas ve kırılgan olabilirliğinin doğallığı… Hepsi Tidbeck’in dediği gibi, kendiliğinden gelişiyor. Hikâyenin kendisi ya da kurgu “söz söyleme” amacının gerisinde kalarak didaktik bir hâl almıyor. Tidbeck öykülerinde olduğu gibi Amatka’da da politik duyarlılıklarının metnin önüne geçmesi tuzağına hiç düşmüyor.

Tidbeck, üzerine konuşulan düşüncenin, fiziksel olarak da ortaya çıkabilme ihtimalinin tehlike arz ettiği bir evrende, bir grup insanın kendi fikirlerini takip etmeye kalktıklarında neler olabileceğini farklı şekillerde yorumlanabilecek bir sonla ele alıyor. Ama asıl konu şu, kolektivizmin hâkim olduğu, mecburiyetlerin dayatıldığı bir dünyada emniyette olmayı mı yoksa özgürlüğü ve yaratıcılığı mı seçeceğiniz. Üstelik, yaşadığınız dünyada bu kavramlar birbirinin zıddı olarak görülürken.

 

[1] İsveç’teki lobotomi uygulamalarıyla ilgili daha fazla bilgi için: Lobotomy at a state mental hospital in Sweden. A survey of patients operated on during the period 1947-1958. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/17990197 
[2] Söyleşinin tamamını izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=iQb8I4z8jTw