“Kapağını kapatamadığınız kitaplar hâlâ yanıtlanmamış sorularla sürdürür zihninizdeki yaşamını. Eminim ki, hakkında yazmış yazarların çoğu Proust hakkında bir iki cümleyi eksik bıraktığını, bir iki noktada aslında tam da kesinliği belirleyemediğini düşünmeye devam etmişlerdir. Beckett’ın yıllarca kitabının ikinci baskısına da Fransızcaya çevrilmesine de izin vermeyişini nasıl açıklayabiliriz ki başka?”
17 Kasım 2022 21:00
Hakkında bu kadar çok şey söylenmiş olan Proust için kısa bir yazı nasıl yazılabilir ki? Mesela, ilk kez Beckett’ın dikkat çektiği, Dostoyevski ile anlatım benzerliği hakkında birkaç cümle, Deleuze’ün göstergelerin izinde delik deşik eden okuması üzerine –mümkünse– bir iki ukalalık, Benjamin’in harika yazısından en az bir alıntı, Eco’ya akıllıca bir gönderme… Liste uzayabilir. Proust hakkında söz söylememiş hemen hiç kimse kalmadığı için “Proust hakkında kimler neler demiş” yollu bu yazıya birkaç anekdot da ekleyerek işin içinden çıkabilirsiniz. Arada sizin için Proust’un ne olduğuna da sıra gelmeyeceğinden, gayet güvenli bir yoldur bu. Böylece konuya hâkim olduğunuzdan kendiniz dahil kimsenin şüphesi kalmaz.
Oysa mesele de tam budur. Kapağını kapatamadığınız kitaplar hâlâ yanıtlanmamış sorularla sürdürür zihninizdeki yaşamını. Eminim ki, hakkında yazmış yazarların çoğu Proust hakkında bir iki cümleyi eksik bıraktığını, bir iki noktada aslında tam da kesinliği belirleyemediğini düşünmeye devam etmişlerdir. Beckett’ın yıllarca kitabının ikinci baskısına da Fransızcaya çevrilmesine de izin vermeyişini nasıl açıklayabiliriz ki başka? Okuduklarımızın kapsamlı açıklamaları bizi kendi belirsizliklerimizden utanmaya iter, kendi yetersizliğimizi ele vermekten korkarız. Sonunda elinde cetvelle dolaşıp etek boyu ölçen okul muavinlerine döner, “büyük yazar”ın yapıtını ölçüp biçmeye başlarız. O zaman da Proust aradan çekilir, ölçüsü biçisi bittikten sonra kapağı kapanmış bir kitap kalır elimizde.
Kapağı kapanmış kitaplar zaman kaybıdır.
Oysa Proust uzun yıllar erkenden yatağa gönderilmiş bir çocuk olduğundan, yatağında okuduğu romanların izlenimlerinin onu uykuya dek takip ettiğinden, uykuya dalmadan önceki o uykuyla uyanıklık arasındaki kısa zaman diliminde sadece kahramanların değil, adı geçen binaların, hatta I. François ile Şarlken arasındaki rekabetin bile kendisi olduğuna inandığından söz ederek başlar Kayıp Zamanlar’ı yazmaya. Bunu anlatırken kendisini nasıl okumamızı istediğinin ipucunu veriyordur bana kalırsa. Anlatılanların bire bir doğruluğuna inanmamamızı, bunun onun zihninden bize aktarılmış bir öykü olduğunu, bizim zihnimizdeki izdüşümleriyle canlılık kazanacağını aslında birbirimize aktarabileceğimiz tek gerçekliğin de bu olduğunu söylemek istiyordur.
Nitekim Yakalanan Zaman’da açıkça da yazar bunu:
“[Sanat] Her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait bir sır olarak kalırdı.”
Hani, Sessiz Ev’de babaanne, boş olduğunu bildiği halde, zamanı dikkatlice bölmek için geceleri kalkıp mücevher kutusunu yoklar ya… Sadece Orhan Pamuk’un romanlarında değil, tüm okumalarım içinde aklıma çakılmış sahnelerden biridir bu. Ne zaman aklıma düşse, kendi babaannemin gardrobunun içi, Rusya’dan getirilmiş, üstü resimli ahşap kutularıyla birlikte gözümde canlanır, misafirlerin geldiği günlerde evi saran limonlu kek-Arpegé karışımı koku bugün gibi burnuma gelir, kendi sıradan ve sıkıcı çocukluğum biraz da bu okuduklarımın etkisiyle bir masal âlemine döner – ama aynı zamanda romandaki babaannenin mücevher kutusu da bir gizem nesnesi olmayı sürdürür. Sanki içini açıp bakabilsem bana sadece Sessiz Ev’deki değil, adına hayat dediğimiz şu parçalı ve karmaşık bütünlükteki tüm yaşanmışların öykülerini anlatacaktır. Ama anlatamaz, zaman dikkatlice bölünen bir şeydir. Babaanne böler onu, zamansızlığıyla başa çıkabilmek için.
Nesnelerin dilsizliği ile Proust metnine değinirken, Benjamin’in “gerçek bir ekonomik ağırlığı olmadığı için büyük burjuvaziye bir kamuflaj maskesi olarak hizmet eden bir feodalizme bağlanmış” bir sınıf olarak tanımladığı aristokrasi ve Deleuze’ün budalalığının boşluğu nedeniyle dışında kalanların aklını sinirli bir coşkuyla çeldiğini söylediği sosyete aslında aynı “boşluk”a işaret eder. Zamanı ele geçirmek için uğraştığımız gibi onu da anlayabilmek dahası aktarabilmek isteriz.
Proust’un I. François ile Şarlken arasındaki rekabetin kendisi olduğu zannına kapılarak uykuya dalmasından söze girmesi boşuna değildir. Kendisini nasıl okumamızı istediğine dair bir ipucu olmanın yanı sıra imgeye, gerçekliğe ve yanılsamaya ilişkin de bir öneridir bu: Sanatın kendi hayatımızı da zaman zaman takip ettiğimiz bir hikâyeye, izlediğimiz bir imgeye dönüştüren gücü. Ama bu gücün silahları kesinlikler değil, sorular ve meraklardır.
•
GİRİŞ RESMİ:
Proust tablosu, Richard Lindner, 1950.