Proust’un Cumhuriyetin ilk döneminde gazetelerde alımlanışına dair örnekler: “Onun eserlerini okumak için insanın evvelâ sabırlı, sonra da mütehayyir olması lâzımdır. Daha ileri giderek –fazla da ileri gitmiş olmamakla beraber– diyebilirim ki, Marcel Proust’un eserlerini okuyup tadabilecek bir kari olmak, orta bir muharrir olmaktan daha güçtür.”
17 Kasım 2022 20:00
Marcel Proust, Cumhuriyet’in ilk yıllarında dolaşımda olan edebiyata dair söylemin önemli figürlerinden biridir. Dönemin yazarları için modern edebiyatın geldiği son noktaya atıfta bulunulurken tipik örneklerden biridir Proust. Bir tür iyi ve çağdaş edebiyat mecazı gibi işler Proust ismi. Her ne kadar Proust’un Türkçedeki alımlanışını kronolojik olarak ve tüm mecraları kuşatacak şekilde ele alacak çalışmalara ihtiyacımız olsa da, bu yazı bu ihtiyaca kısıtlı bir katkıda bulunacaktır. Harf İnkılabı sonrasından 1935’e kadar olan dönemde gazetelerde Proust’un nasıl yer aldığına bakarak söz konusu alımlanmanın kısmi dinamiklerine işaret etmeye çalışacağız.
Reşat Nuri Güntekin, 21 Ocak 1929’da Milliyet’in “Edebî Bahisler” köşesinde çıkan “Garp Edebiyatı: Kanada’ya Dair – Marcel Proust Modası” başlıklı yazısında, ölümünün ardından henüz yedi yıl bile geçmemiş olan Proust’un Fransa’da nasıl bir moda oluşturduğuna değinir. Buradaki moda vurgusu, daha çok Proust’a dair kitapların artışındadır. Son bir ayda on civarında Proust incelemesi çıkmıştır ve toplamda Proust kitapları Flaubert’e dair olanlarla yarışır noktaya gelmiştir. Reşat Nuri, Proust kadar “merak ve alaka uyandıran bir muharririn” yokluğunu belirtirken Kayıp Zamanın İzinde’nin tamamını okumaya vakit bulamayanlara bu “muazzam (…) eserin kıymetli ve nefis aksamını ihtiva eden” (s. 4) bir seçkiyi önerir.
Pierre-Quint
Reşat Nuri’nin asıl Proust değerlendirmesi, 23 Ağustos 1929’da yine Milliyet’te basılan “Yine Proust’a Dair” yazısında ortaya konur. Büyük sanatçıların hayatını bilme arzusundan yola çıkan Reşat Nuri, bu arzunun bir yandan yazarla okuru aynı dünyada yan yana konumlandırmayı mümkün kıldığına, diğer yandan yazarın hayatına dair bilgilerle eserlerin müphem noktaların ortadan kalkabildiğine işaret eder. Bu bağlamda, Proust yakın zamanda ölmesine rağmen, “Proustyanizm” olarak adlandırılan bir olgu yaygınlaşmakta ve hatta bu eğilimin bir başrahibi bulunmaktadır: Léon Pierre-Quint. Reşat Nuri’nin Proustyanizmi dünyaya yaymakta çok etkili olduğunu öne sürdüğü Pierre-Quint birkaç yıl sonra Türkiye’ye de gelecek, Proust’a dair konferanslar verecektir. Reşat Nuri’nin makalesi de Pierre-Quint’in Marcel Proust Sa Vie, Son Oeuvre (1929) kitabından yararlanarak oluşturulur. Kitabı tanıtırken Proust’un hayatının temel dönüm noktalarını şöyle sunar:
“Proust otuz beş yaşından itibaren bütün ömrünü eserine hasretmiştir. Çocukluğundan beri nefes darlığından mustarip olan bu adam, nihayet hiç kimseyle görüşemiyecek, bir yere çıkamayacak kadar hastadır. Proust buna rağmen hararetli bir gençlik geçirmiştir; edebi gruplara intisap etmiş, pek muvaffak olan bir mecmua neşretmiş, Paris’in en iyi âlemine girmiş, ve bilhassa müstakbel eserini hazırlamıştır. Zamanla, hastalığı ilerledikçe yavaş yavaş hayat tarzını büsbütün değiştirmiş, bir yere çıkmaz olmuştur. Böylece hariçle alakayı kesmiş ise de dostlarının onu daima ziyaret etmeleri sayesinde çok sevdiği âlem ile temasda kalmıştır. Senelerce çalıştığı eserini bastırmak için çektiği müşkülat, sabırsız gençler için bir ders teşkil eder.”
Proust’un hayatıyla eseri arasındaki geçişli ilişkiyi önemseyen Reşat Nuri, kitaptaki Proust’a dair anekdotlardan hoşlanırken Proust’un eserinin “mahiyet ve hususiyetleri”ne dair analizleri fazla “metodik” bulur: “En muntazam dimağlar bile böyle riyazi mahiyette bir tahlile, mimari bir senteze mütehammil değildirler ve bunlar, onların mana ve şümulünü keşfedecek, formüle edecek yerde bilakis kaybederler.”
Pierre-Quint’in fazlasıyla ölçülebilir, neredeyse mekanik Proust yorumunun karşısında Reşat Nuri, “imprévisible” olanı, öngörülemezi vurgulamaktadır. “Bir dimağın, bir hassasiyetin arz ettiği ahenk”, Reşat Nuri’ye göre, birbiriyle bağlantısı olmayan unsurların karşılaşmasından doğar ve sanatçının zihni ne kadar düzenli olursa olsun eserin esas gücü “meçhuller”den kaynaklanır. Yine de Pierre-Quint’in kitabını kıymetli bulan Reşat Nuri için Proust edebiyatının temel nitelikleri şöyledir:
“Proust’a nazaran benliğimiz her an değişmektedir; şuurî ve gayri-şuurî hayatımız mütemadî bir inkılâba tabidir. İnsanlar hem kendi nazarlarında hem başkalarının nazarında daima tahavvül ederler. Böyle bir esas üzerine kurulmuş bir eserin mahiyet ve manasını tahmin edersiniz. Bu muazzam eserden on dört cildin ihtiva ettiği hikâye, mazinin bir nevi yeniden yaşatılmasıdır. Bu uzun ameliye arasında mevzuu bahsolunan eşhas, kendilerinin ve nakilin zaman içindeki mevkilerine göre daima başka başka görünürler. Nihayet son iki –yani on beş ve on altıncı– cildin son iki faslı edebiyatın en yüksek, en derin sahifelerindendir.” (s. 4)
Reşat Nuri için Proust bilincin ve bilinçdışının sonsuz değişimlerinin, sabitlenemeyen benliklerin romancısı olarak öne çıkarken, Yaşar Nabi, “Edebiyatta Halkçılık” yazısında (Milliyet, 9 Aralık 1929) edebiyatta farklı katmanların mevcudiyetini meşrulaştırmak için Proust ve Balzac’ı karşılaştırır. Proust’un dar bir kesime hitap etmesinin edebi değerini hiç de azaltmadığını, farklı edebiyat tarzlarının edebiyat ve dünya deneyimini zenginleştirdiğini ifade eder. Abdülhâk Şinasi Hisar’ın “Abdülhâk Hamit ve Nobel Mükâfatı” (Milliyet, 3 Şubat 1931) yazısında da Nobel Ödülü’nün iyi edebiyatı ıskalayabileceğinin bir örneği olarak karşımızdadır Proust. Nurullah Ata’nın (o zamanlar henüz Ataç soyadını almamıştır) “Tercüme Meselesi” (Milliyet, 11 Ağustos 1931) yazısında ise Proust, André Gide ile birlikte romanın zirvesini teşkil eder, ikisi de “bütün insanlığın asırlarca iftihar edebileceği eserler yazmışlardır”. Peyami Safa’ya göre ise diğer modernistlerle birlikte Proust, kavranması için entelektüel bir sermayenin gerektiği yazarlardandır:
“Marcel Proust, André Gide, Paul Valery, T[h]omas Mann, Virginia Wo[o]lf gibi muharrirleri[n] (…) eserlerini anlamak için darülfünun tahsili fevkinde umumi bir kültür şarttır. Yirminci asırda muharrir değil, kari [okur] olmak bile o meslektaşımın zannettiğinden çok daha güç bir şey: Dünyanın bütün fikir cereyanlarına ve onların seyirlerine, tekâmüllerine vâkıf olmıyan bir insan, beynelmilel şöhretlerden hiçbirinin eserini okuyamaz.” (“San’at ve Sür’at”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 1932)
Proust, entelektüel donanımın, sofistike bir zevkin yöneldiği sembol bir şahsiyete dönüşür bu söylemde. Fa takma adını[1] kullanan bir yazar da 1932 yapımı Scarface (Yüzü Bereli Adam) filmini değerlendirirken Proust’a bu minvalde atıfta bulunur:
“Marcel Proust’un eserleri nasıl iki üç defa okunulduktan sonra kendisini vermeğe başlıyor ve nasıl birkaç defa aynı lezzetle okunuyorsa, bu film de birkaç defa aynı lezzetle görülüyor ve her görülüşte bir başka çehresi, bir başka hususiyeti, bir başka manası anlaşılıyor.” (“Büyük Bir Artist: Paul Muni [Yüzü Bereli Adam]”, Vakit, 31 Mart 1933)
Sinematik deneyimin zenginliği Proust dolayımıyla kurulan edebi deneyimin niteliği ile tescil edilir. 19 Eylül 1935 tarihli Cumhuriyet’te sinema muhabiri Ahmed Hidayet, Türkiye’nin dünya kamuoyuna kendi politik konumunu sunabilmesi için ne türden filmler yapılması gerektiğini tartışan bir yazı kaleme alır, bu yazıda da Proust yine bir karşılaştırma unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Sinemanın işleyişiyle edebiyatın işleyişinin farklı olduğunu iddia eden Hidayet, sinemada etkileyici bir konunun esas olduğunu, halbuki edebiyatta konunun önemini kaybettiğini öne sürerken, örneklerini Proust ve Gide üzerinden verir:
“Meselâ bir Marcel Proust, bir André Gide çıkar, kendi başından geçmiş en ehemmiyetsiz vak’aları bir hatıra defteri halinde sıraya koyarak eser diye neşreder. Bu kitabların mevzuları hiç olmakla beraber muharrirlerinin üslûbları o kadar kuvvetli, tahlilleri o derece derindir ki, perestişkârları kapışa kapışa okurlar.”
Fa’nın yazısında, sürekli okuma arzusu doğurması ve her okumada yeni katmanların açılmasıyla sinemayla paralel düşünülen Proust, Ahmed Hidayet’in söyleminde ise sinemadan farklı olarak, mutlak üslubun, konudan bağımsız anlatımın zirve noktalarından biri olarak sunulur. Dönemin önde gelen entelektüellerinden olmayan gazetecilerin karşılaştırma eksenine dahil olacak kadar hareketlidir Proust imgesi.
21 Nisan 1933 tarihinden itibaren, yukarıda sözünü ettiğim Proust araştırmacısı Léon Pierre-Quint’in Türkiye’ye gelip İstanbul’da Union Française’de, Ankara’da Halkevi’nde konferans vereceğine dair haberler gazetelerde (örneğin Milliyet) yer almaya başlar. Fa adlı yazar 21 Nisan tarihli Vakit’te Pierre-Quint’i ve çalışmalarını tanıtır. Proust araştırmalarındaki öneminden bahsederek okurları konuşmaları dinlemeye çağırır. Zira Pierre-Quint de yazdığı bir mektupta “Türk güzideleri” ile tanışmak istediğini belirtmektedir. Sürrealizmin doğuşunda, Proust ve Gide’in alımlanışında kuvvetli rolü olmakla birlikte fazla etki uyandırmamış edebi eserleri de olan Pierre-Quint’e bu kadar yer ayrılması Proust uzmanlığından dolayıdır. Fa, Pierre-Quint’in ayrıntılı analiz edeceği Proust’u okurlarına şöyle tanıtır:
“1922 senesinde ölmüş olan bu muharririn Sovyet Rusya da dahil olmak üzere, bütün dünya edebiyatı üzerine tesir yapmış bir adam olduğunu söyliyeyim. (Bizde de Yakup Kadri B. Proust’un tesirini taşır.) Marcel Proust, gayet uzun, gayet muaddel, gayet girift fakat aynı zamanda o kadar da güzel hisler ifade eden bir üslûba sahiptir. Onun eserlerini okumak için insanın evvelâ sabırlı, sonra da mütehayyir olması lâzımdır. Daha ileri giderek –fazla da ileri gitmiş olmamakla beraber– diyebilirim ki, Marcel Proust’un eserlerini okuyup tadabilecek bir kari olmak, orta bir muharrir olmaktan daha güçtür.” (“Léon Pierre-Quint İstanbul’a Geliyor”, Vakit, 21 Nisan 1933)
Burada, daha önce ayrı ayrı örneklerini gördüğümüz entelektüel donanımla üslup ustalığı niteliklerinin yan yana verilmesi önemlidir. Pierre-Quint’in Türkiye’ye geleceğini bildiren Milliyet’in 10 Mayıs 1933 tarihli nüshasında ise yazarın “Marcel Proust Hayatı ve Eseri” başlıklı konferansını Union Française’de verdikten sonra Ankara’ya doğru yola çıktığı haberi verilir. Aynı tarihli Vakit’te ise İstanbul’daki konferansın ayrıntıları, o dönemki İstanbul Üniversitesi rektörünün Pierre-Quint onuruna verdiği çay ziyafetinden Pierre-Quint’in Yalova yoluyla Bursa’yı da ziyaret edeceğine kadar bilgilerle birlikte verilir. Türkiye basınında büyük ilgi uyandıran bu Proust uzmanı, 13 Mayıs 1933 tarihli Cumhuriyet’te ise öfkeyle karşılanır. Adı belirtilmeyen bir gazeteci “M. Pierre-Quint’in Zekâsı!..” başlıklı yazıda kendisiyle verdiği konferanslar kadar ekonomik krizin Fransız edebiyatına etkisi üzerine de söyleşir ama bir noktada Pierre-Quint’in Türkiye’de dinin konumuna dair soruları, camilerin dans salonu yapılması yönündeki teklifi ve söyleşiyi yapanın cevaplarına karşı takındığı müstehzi tavır söyleşiyi sonlandırır.
Bu yazı kapsamında birkaç örneğine yer verdiğim Proust söyleminin Proust araştırmacısını haber yaptırabilecek derecede kuvvetli olduğunu vurgulamak isterim. Modern edebiyatın geldiği en ileri noktalardan biri addedilen Proust, dönemin farklı katmanlarından entelektüellerinin örnekler dağarcığına girmiş ve üslubun, konunun, entelektüel donanımın, okurluk becerisinin tartışılmasında referans noktası olacak kadar konum ve itibar kazanmıştır.
•
NOT:
[1] FA takma adını kullanan yazar, Fikret Adil'miş. Bilgilendirme için Tuncay Birkan'a çok teşekkürler...