Kafka ve entropi: “Yolumuzu Dostoyevski’ye düşürelim Olric”

Daha önce bir Oğuz Atay biyografisi (Geleceği Elinden Alınan Adam) kaleme alan şair Sefa Kaplan, bu kez de bir Oğuz Atay Sözlüğü hazırlamış. Tıpkı biyografi gibi Oğuz Atayca yazılmış olan ve halihazırda yayıncısını bekleyen sözlükten seçtiğimiz birkaç maddeyi tadımlık olarak yayınlıyoruz.

07 Mayıs 2020 10:53

A

Atayist:
Gramer ve sentaks itibariyle bir hayli benzese de birbirine, “ateist” kelimesiyle karşılaştırılmaması gereken bir tür kültür fizik hareketi. Sadece kervanların değil, kavramların da anafordan payını aldığı bir ülkede böylesine incelikler beklemek beyhude bir çaba olsa da umudu diri tutmakta fayda var! Gerçi, Atayistlerin mühim bir kısmı, kendilerinin aynı zamanda “ateist” kategorisine dahil edilmesine itiraz etmez büyük ihtimalle. Biz gene de, arada hem mizaç hem de mahreç farkı bulunduğunu söylemekle yetinelim şimdilik. Hüsamettin Albayım Tambay, İç Hizmet Talimatnamesi’ne istinaden meseleye müdahale etmekte geciktikçe, buna benzer zincirleme trafik kazalarının yaşanması doğal aslında. Doğal olmayan, bazı “Atayistler”in ateist, bazı ateistlerin de “Atayist” sıfatının gölgesinde lüzumsuz bir biçimde gönül eğlendirmesi. Hiç kuşku yok ki, kimileri, “kafiye kolaylığı” repliğinin gerisine gizlenip geçiştirmeye çalışacaktır durumu. Oysa, güzide memleketimizin gündüz uykularıyla oyalanan okuryazar kesiminin “ist” ekiyle münasebeti, kanatları kırık bir kırlangıcı andırır öteden beri. Dileyenler, Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane Parkı’nda pancar misali hak-hukuk üleştirdiği fermana, dilemeyenler Turgut Özben kardeşimizin Orta Anadolu dolaylarında derleyip topladığı harmana da bakabilirler. Bu kafa karışıklığının sebebi nedir acaba Olric?

B

Beni gayrı ciddiye alıyorsunuz (Albayım):
Günlük’e bakılırsa, sonuna henüz “Albayım” kelimesini eklemediği hâlde, bu cümleyi bulduğu için mahzun bir sevinç kaplamıştı dört bir yanını Oğuz Atay’ın. Öyle ya, insanın acılarının ciddiye alınmadığı bir yeryüzü parçasında, gayrı ciddiye alınmak da az marifet sayılmazdı! Muhtemelen Vüs’at O. Bener’e söylemişti ilk kez bunu, belki de Sevin Seydi’ye. Halbuki, her ikisi de gereğinden fazla ciddiye alıyorlardı Oğuz Atay’ı. Esefle hatırlatmak lâzım gelirse, onun istediği ve beklediği ölçüde bir ciddiye alma biçimi değildi bu. O da, ironinin gölgeli bir tarafına sığınıp böyle ifade etmişti çaresizliğini işte. Asıl ironi yahut trajedi, kitaplarının çok satıldığı uzun yıllar boyunca da değişmemesiydi durumun. Internet’te her gün biraz daha kalabalıklaşan ve büyük bir kısmı Oğuz Atay’a ait olmayan cümleler ve o cümleler etrafında şekillenen kümelenmeler başka nasıl izah edilebilirdi ki? Bu kadar çok okunan ve bu kadar çok ihmal edilen kaç yazar vardır ki şunun şurasında Olric? Kitapları alanlar, fotoğraflara bakmakla yetiniyor belki de!

Bir önsöz yazarı olarak Selim Işık:
Tehlikeli Oyunlar’da yer alan, “Ben okunmayı bekleyen apaçık bir kitaptım, daha önsözümde pes ettiler Albayım” cümlesinin kuytularında ne türden mahrumiyetlerin gizlendiğini merak eden keklikler varsa sahiden, Tutunamayanlar’a konaklayabilirler vakit bulunca: “Bir önsöz yazarı olacağım. Kendi önsözümü yazacağım. Olmayan romanların yazarı Selim Işık için önsözler yazacağım. Her önsözde, okuyucunun karşısına değişik bir kişilikle çıkacağım. Bin yazar kadar, on bin yazar kadar güçlü olacağım böylece. Bazı önsözlerde başarısız bir yazar olacağım: ilk eserimin ilgi görmemesi üzerine ümitsizliğe kapılarak intihar edeceğim. Bazen de, o kadar meşhur olduğum hâlde anlaşılmamış olmanın ıstırabını duyacağım gene insanlardan kaçacağım. Önsözcülükte o kadar meşhur olacağım ki ayrıca, gerçek yazarlar, yani, eserlerinin önsözden sonraki kısmı da var olan yazarlar da yalnız bana yazdıracaklar önsözlerini (...) Dünya çapında ilk önsözcü olacağım. Edebiyat dünyasında binlerce yıldır eksikliği duyulan bir yaratıcı ortaya çıkacak. Belki İsveç Akademisi bu konuda bir Nobel ödülü koyar.” Cinsel taciz skandallarıyla çalkalanan İsveç Akademisi, ne yazık ki, hâlâ meselenin farkında değil Olric!

Ç

Çılgın kalabalıktan uzak:
Bilhassa 80’ler yahut 90’larda tası tarağı toplayıp Ege’de veya Akdeniz’de bir sahil kasabasına yerleşmek türünden bezginlik ifadeleri, okumuşyazmış çevrelerde pek bir popülerdi. Oğuz Atay da, 70’lerin ortasında böyle bir arayışa düşürmüştü yolunu Olric. Temel sebep, Sevin Seydi’sizlik (sevgisizlik?) gibi görünse de, muhtemelen başka sorunlar da vardı bu arayışın gerisinde. Atay’ı hedefi, o çok sevdiği Bodrum filan değil, babasının memleketi Kastamonu’nun Devrekâni ilçesinin Etçiler köyüydü. Tek dileği, orada bir ev yapıp yaşamaktı. Öyle ki, yakın arkadaşı Altay Gündüz’ün kayınpederi de olan ünlü mimar Hikmet Koyunoğlu’na evin bir eskizini bile çizdirmişti. Sadece çizimle de yetinmemişti üstelik. Tam da o günlerde yazdığı Babama Mektup isimli öyküsünde, bu projesinden de söz etmişti uzun uzun: “Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım. Medeniyeti sevmiyorum. Bu günlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim.”

E

Entropi ve Kafka:
Oğuz Atay, ilk kez Walter Benjamin’in Franz Kafka üzerine yazdığı bir makalede karşılaşıyor “entropi” kavramıyla. Yıllar sonra, Arthur Eddington’ın The Nature of the Physical World isimli kitabını okurken yeniden çıkıyor karşısına aynı ifade. Benjamin, Kafka’nın dehşetinin arkasında, entropiyi sezmesinin payı olduğunu düşünüyor mesela. Zira, Einstein’e göre, milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak yani maksium entropiye ulaşacaktı. Kafka’nın bunu nasıl sezdiğini bilmek mümkün değil ama yarattığı kahramanların “dehumanization” ekseninde şekillendirmesi bir ipucu olabilirdi belki. Bu durumda, Kafka’nın içine düştüğü dehşetin arkasında metafizik geçirgenlikler arayanlar yanılıyordu demek ki. “Kafka’nın karşısında olanlar” diyecekti Oğuz Atay, “aslında onun bu derin sezgisine karşı çıkıyorlar; yani bu sezgiye sahip olmadıkları için onu yanlış yorumluyorlar.” Arkasından da şöyle sürdürecekti sözlerini Olric: “Böylece Kafka’nın bireyci olmadığı, evreni algılarken ‘insanın yalnızlığı ve Tanrı karşısındaki güçsüzlüğü’ gibi yorumların tutarsızlığı ortaya çıkıyor.” 

F

Fransız kültürü ile Türk gelenekleri arasına sıkışan çocuk:
Oğuz Atay, neredeyse doğduğu günden başlayarak, ne olduğu az çok bilinen Fransız terbiyesi ile ne olduğu bugün dahi bilinmeyen milli örf, adet ve gelenekler arasında sıkışıp kalmıştı. Bunun tek sebebi, büyükannesi Melek Hanım’ın Fransız olması ve doğuma müdahale ederek ritüeli tamamıyla Fransız iklimine uydurmak istemesi değildi sadece. Babası Cemil Bey kadar, hafif kambur ve şaşı ebenin milli örf, adet ve gelenekler ekseninde bocalaması daha tedirgin ediciydi galiba. Zira, Fransız terbiyesi denildiği zaman kuşaklardan kuşaklara uzanan bir zemin canlanıyordu hemen Melek Hanım’ın zihninde. Oysa, Türk terbiyesi adına Cemil Bey’in zihninde canlanan minik bir patika dahi yoktu. Vardıysa da, birkaç yıl sonra milletvekilliğini üstleneceği yeni devlet, belki bilerek belki de bilmeden tırpanlamıştı hepsini. “Devletin tırpanı İnebolu’ya nasıl yetişsin” diye çemkirmeye hazırlananların, en azından tapu kayıtlarını gözden geçirmesinde sayısız fayda vardı. Bütün bunlar yüzünden ya da bütün bunlar marifetiyle, bizim minik Oğuz doğar doğmaz bir kültür çatışmsının içinde buluvermişti kendisini. Edirne Kız Muallim Mektebi mezunu annesi Muazzez Hanım’ın pedagoji meselesindeki yetersizliği de bütün bnların üzerine eklenince, Tutunamayanlar’ı yazan bir Oğuz Atay’ın karşımıza çıkmasına kim şaşırabilirdi ki Olric?

K

Kitap okumanın zararları:
Ne tuhaf, oğlunu yerdeki taştan, havadaki kuştan, Adliye yolundaki yokuştan esirgemeye can atan annesi de; uydurma dünyalarda gezinmek yerine ciddi meselelerle ilgilenmesini öğütleyen babası da, oğullarını kitapların hakiki zararları konusunda uyarmak gereğini duymamıştı. Sadece bir keresinde Numan Bey’in Tıp Fakültesi’nde okuyan oğlu Fikret, “Bu kadar çok okursan gözlerin bozulur” demekle yetinmişti. Annesi ise kitapların üzerine fazla eğildiğini görünce, “Büyüyünce kambur kalacaksın” diye uyarmıştı oğlunu. “Gözün veya kulağın tasasını büyütmeye değmez, bir gözlükle idare edebilirsin durumu ama beynini çalıştıran mekanizma örselenirse eğer, hiçbir şey kapatamaz aradaki uçurumu” sözleriyle gerçek tehlikeye dikkat çeken hiç kimse çıkmamıştı karşısına. Asıl çelişki şuradaydı ki, kitap okudukça hayal dünyası genişleyen Oğuz, her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyordu. Bir başka ifadeyle, kitaplar, başarı yerine başarısızlık, sosyallik yerine asosyallik, umut yerine umutsuzluk serpiştiriyordu yüreğine her seferinde. Yazanlar zaten farkındaydı bunun, okuyanlar fark ettiğinde ise köprülerin altından yeterince sel suyu akmış oluyordu ne yazık ki Olric.

M

Meydan Larousse günleri:
Üç beş kuruş para kazanıp Renault 12’nin hiç değilse karbüratörünü elden geçirmeyi ve o arada Betonar’dan payına düşen borçları ödemeyi düşünen Oğuz Atay’ı Meydan Larousse’a davet eden Adnan Benk’ti. Adnan Benk, TRT Roman Armağanı seçici kurul üyesiydi ve Tutunamayanlar’ın arkasındaki geniş kültürlü yazarı merak ediyordu. Oğuz Atay’ın ilgisini çeken hemen herkes de oradaydı zaten. Selahattin Hilav, İsmet Zeki Eyüpoğlu, Berke Vardar, Konur Ertop, Edip Cansever, Ece Ayhan, Mehmet Rifat, Vedat Günyol, Rauf Mutluay, Afşar Timuçin, Fahir Onger ve diğerleri. Ama Oğuz Atay cephesinden bakıldığında asıl öne çıkan Nezihe Araz’dı. Kısa sürede Oğuz Atay’ın dert ortağına dönüşen Nezihe Hanım, hiç de şikâyetçi değildi bu durumdan. Oğuz da annesinden, Fatma Fikriye Gürbüz’den, Sevin Seydi’den sonra yeni bir otorite figürüyle tamamlamıştı kendisini. Babası Cemil Bey, Turhan Tükel, Vüs’at O. Bener ve nihayet emekli Albay Hüsamettin Tanbay da bir başka otorite figürü değil miydi zaten Olric?

O

Olric:
Berna Moran’a göre, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanındaki Orlic’te aramak gerekiyor bizim Olric’in izdüşümlerini. Orhan Pamuk, Tristram Shandy’nin Yorick’ini hatırlatıyor hazır eli değmişken. Hamlet’teki Ocric ise Yıldız Ecevit’in aklına geliyor ilkin. Gençlerin ifadesiyle bu kadar ‘kasma’ya gerek yoktu halbuki. Olric, hemen herkesin ihtiyacı olan muhatap arama çabasının aynaya yansımasından ibaret sadece. Oralarda bir yerlerde tavanlarla, duvarlarla, aynalarla, rüzgârlarla, dalgalarla, erguvanlarla veya nar çiçekleriyle hiç konuşmamış insanlar varsa o başka tabii ki. Yoksa, yüreğinin ya da zihninin mutena bir köşesine mavisi mora çalan nazar boncukları iliştiren her insan, günün birinde bir Olric edinir kendisine. Hatta, Olric de dahil bu denkleme!

S

Selim Işık:
“19..’de N. kasabasında doğdu. Babası memurdu. Annesi lise mezunuydu. Doğduğu sırada kasabada elektrik yoktu. Gaz lambası ışığında sabaha karşı dünyaya geldi (...) Bütün hayatınca konuştu. Sonunda tutunamayanlar diye bir söz çıkarabildi ortaya: bir tek kelime. Çoğul bir kelime. Unutamadığı bazı insanları birleştiren bir kelime. Bu sefer düşüncesini Süleyman Kargı’dan başkasına açıklamadı. Süleyman da kimseye söylemedi. Bütün hayatınca tutunamayanlardan kaçtığını sezer gibi oldu. Kendisine de bulaşmalarından korktuğunu anladı. Onlara yapmış olduğu bu haksızlığın ıstırabıyla kıvrandı. Onların gerçek temsilcisi olmak için eline çok fırsat geçmiş olduğunu ve bu fırsatları kaçırdığını anladı. Bu düşüncelerden de kaçmaya çalıştı. Bütün hayatınca düşüncelerinden kaçmıştı. Son olarak odasına sığındı. Kapıyı kapattı. Sesleri duymaz, görüntüleri görmez oldu. Yemek yemez, içki içmez oldu. Dostundan kaçar, düşmanını bilmez oldu. Sığındığı son yerde de onu buldular. Yerini tespit ettiler. Bütün tanıklar dinlendi. Savunmalar alındı. Gereği düşünüldü. Hiçbir etki altında kalmadan bağımsız olarak karar verildi. Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve tabancasını çıkararak ateş etti.” Senin de kahramanlarından biri olduğun hüzünlü öykü, işte böyle parçalanıyor Olric...

Ş

Şamata şenlikleri:
Oğuz Atay, "tutunamayanlar" kelimesinin karşısına gayet okunaklı harflerle kendi isminin yazılacağını biliyordu elbette. Fakat buna benzer savruk yorumlara en azından başlangıçta fazla aldırdığı yoktu. Rusya’da Dostoyevski’ye Raskolnikov muamelesi yapmak kimsenin aklına gelmemişti nedense. Flaubert, “Madam Bovary benim” dediği hâlde, edebiyat eleştirmenleri dışında kimse tarafından ciddiye alınmamıştı! Oysa, çocukluk badirelerinden ve ergenlik sivilcelerinden bir türlü kurtulamayan Türkiye’de, filmlerin esas oyuncularıyla birlikte roman kahramanlarına da gerçeğin bir parçasıymış gibi davranılıyordu. Yeryüzündeki hangi sinemada Olric, atına atlayıp Bizans Prensesi Evdoksiya’yı kurtarmaya giden Malkoçoğlu çılgınca alkışlanabilirdi ki? Kendisine Selim Işık muamelesi yapan Barlas Özarıkça’ya işte bunun için kızmıştı zaten Oğuz Atay. Hayır canım, Malkoçoğlu’nu alkışladığı için değil, kendisini Selim sandığı için: “Ben Selim Işık filan değilim. O benim yarattığım bir kişi, beni nasıl onunla özdeşleştirebiliyorsun?”

Şavkar Altınel ve Oğuz Atay:
Oğuz Atay’ın kitaplarıyla hasbelkader tanışanların, onun hayatı boyunca şikâyetçi olduğu şeyleri büyük bir pervasızlıkla sergilemesi sadece beni mi yaralıyor Olric? Oğuz Atay’ı sevmemek, beğenmemek, eleştirmek suç, günah, ihanet yahut haddini bilmezlik mi hakikaten? Mesele şu: Bu satırların yazarının hem hikmet, hem de hasret burcunda yer alan Şavkar Altınel’in, yıllar önce Notos’da, 
“Oğuz Atay adı aklınıza ilkin neler getiriyor?” sorusuna verdiği cevap, kara kamuyu ayaklandırıverdi birdenbire. Zira, şunları söylemişti Altınel: “Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı (ya da, daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı) sevmeyi başaramamış olmamdan söz ediyorum. Bana göre Tutunamayanlar bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salamanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. Bunda bir sorun yok: bir Flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. Ama Atay, Flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi... Tezer Özlü’nün benzer krizlerden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okumama rağmen Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor. Türkiye’de onca insanın başucu kitabı olan bir roman neden benim için neredeyse itici? Atay adını duyduğumda bende okur, hatta insan olarak eksiklik olabileceği kuşkusuna kapılmadan edemiyorum.” Ne yani, Şavkar Altınel’in böyle düşünmeye hakkı yok mu?

T

Tavan arası gerçeği:
Oğuz Atay’ın "Unutulan" isimli öyküsünde neredeyse bir hikâye kahramanı havasına dönüşen tavan arası, Kemalettin Tuğcu romanlarından bildiğimiz bir tarihe, coğrafyaya ve hatta yurttaşlık bilgisine sahipti. Hikâyenin, “Ben tavan arasındayım sevgilim” cümlesiyle açılması, sinema kültürüne bir miktar âşina okuyucunun hemen fark edeceği gibi, son derece büyüleyici ve bir o ölçüde de merak uyandırıcı bir atmosfer sağlıyordu. Bu cümlenin hiç de hayırlı bir neticeye doğru evrilmeyeceğini görebilmek uğruna çok fazla gözlük eskitmeye de lüzum yoktu ayrıca. Evlerin tavan arası, tıpkı bireylerde ve toplumlarda olduğu gibi, unutulup bir köşeye bırakılmak istenen, bir daha gün ışığına çıkartılmasında fayda görülmeyen birtakım şeyleri saklamak için ideal mekânlardı. Tavan arasında unutulan eski sevgilinin elinde taşıdığı tabanca, bilhassa böyle durumlarda yabana atılması mümkün olmayan ipuçlarıyla yüklüydü. Bir başka ve belki daha çarpıcı bir ifadeyle, tavan arası aynı zamanda birtakım cinayetlerin gizlenmesini de kolaylaştırıyordu. Bu cinayetlerin fiilen işlenmesi şart değildi tabii ki. Sağlam bir cinayet yurdu olan zihin, kimi zaman seri cinayetlere girişiyor, cesetleri tavan arasına gizledikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi evlerin cumbalarına ya da sundurmalarına bakarak ıslık çalıyordu. Arkasından gelmesi muhtemel travmalar, psikiyatrlar ve psikoterapistler dışında hiç kimseyi ilgilendirmiyordu ne yazık ki Olric.

Türk Dil Kurumu:
Gerçi şimdi de aynı isimde bir kurum var ama burada söz konusu olan bir zamanlar her kelimenin nüfus hüviyet cüzdanına yahut kanının rengine bakan o eski Türk Dil Kurumu. Aralarında Emin Özdemir, Adnan Binyazar, Mehmet Deligönül gibi hocalarımın da bulunduğu bu kurum, takındıkları tutumla, Türkçe denilen ve muhtelif incelikleri bulunan dilin, kartonpiyer efekti etrafında çelik çomak oynar hâle gelmesinin temel sorumlusu. O kelime Arapça, diğeri Farsça diye diye imparatorluk bakiyesi bir dili, aşiret dili seviyesine indirme başarısı karşısında bugün ne düşündüklerini merak ediyorum hakikaten. O neyse ne de, bir de Türk Dili dergisinde neşredilen bütün yazı ve şiirlere müdahale tarzları vardı ki, Kemalizm şemsiyesi altında yapılsa da apaçık faşizmdi işte. Fakat en trajik yahut ironik olanı, Oğuz Atay’ın ölümünden sonra takındıkları tavırdı. Bu tavırla, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa, hem de Yaban Yaşantıları Yapıncaklardan Esirgeme Enstitüsü’nün uzun tarihine geçerek aydınlatmışlardı ufkumuzu. Zira, o güzelim "Demiryolu Hikâyecileri"nin ismini "Demiryolu Öykücüleri"ne çevirmekle yetinmemiş, “Bir Rüya” ifadesini de “Bir Düş’e dönüştürerek Türkçe’nin zaferini bütün dünyaya duyurmuşlardı. Metinde yapılan değişiklikler ise hakikaten utanç ve usanç vericiydi Olric. Bu ülke adına, bu ideoloji adına, bu kurum adına...

V

Vüs’at O. Bener yahut Süleyman Kargı ya da King Solomon Spear:
Onları tanıştıran, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda birlikte askerlik yaptıkları Cevat Çapan’dı. Bir akşam vakti onu alıp bir bekâr evine götürecek ve kapıyı açan Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay tarihinin ve romanlarının en okunaklı yerine itina ile kaydedilecekti. Oğuz’dan on iki yaş büyük olan Bener, Hüsamettin Tambay kadar tarihe merak duymasa bile, onun gibi eski bir askerdi. Bener, o büyük şehirdeki arkadaşlarının Oğuz Atay’ı ziyadesiyle üzdüğünü daha ilk görüşte anlamış ve bu nedenle samimiyet göstermişti. Oğuz da, Vüs’at O. Bener’e yetişmeye çalışıyor, saatlerce nefes almadan konuşuyordu. Bir taraftan Hukuk Fakültesi’ne devam eden, bir taraftan da Ulus gazetesinde musahhihlik yapan Vüs’at O. Bener’in evi, Oğuz vazgeçemediği bir alışkanlığa dönüşecekti çok geçmeden. Ankara’daki askerlik yıllarının en büyük kazancı Vüs’at O. Bener’di. Meyhanede içerlerken, Oğuz’a sormadan onun sevdiği mezeleri ısmarlıyor, fazla içtiği zaman gereksiz bir koruyuculuk vazifesi üstlenmeden sahip çıkmasını biliyordu. Aralarında kelimelere dökmeye kıyamadıkları bir duygu bütünlüğü mevcuttu. Bener, ense tarafından beyazlayan saçlarını boyama ve bozuk para çantası taşıma huyundan bir türlü vazgeçemiyordu ama artık o kadar da olacaktı Olric...

Y

Yolunu Dostoyevski’ye düşürmek:
Bir süredir, kolejden çıkar çıkmaz soluğu Sus ve Sümer sinemalarının köşesindeki kitap sergisinde alıyordu. Suç ve Ceza ile işte bu günlerin birinde bu sergide karşılaşmıştı. O kadar kitap varken neden bunu seçtiğini hakikaten bilmiyordu, büyük ihtimalle ismi cazip gelmiş ve merakını tahrik etmiş olmalıydı. İki günlük sakalından bir türlü vazgeçmeyen asık suratlı kitapçı, “Kolej bebelerine uygun bir kitap değil o elinde tuttuğun, kolej bebeliğinden kurtulsan da anlamazsın aslında” türünden anlamsız kelimelerle kendisini küçümsediği hâlde yılmamış ve parasını ödeyip kitabı kiralamıştı. Kolej bebesi olmadığını göstermek hevesiyle, tam da kolej bebelerinin yapacağı tarzda çantasını yere fırlatıp üstüne oturarak eğilmişti kitabın sayfalarına. Birkaç sayfa okuduktan sonra neye uğradığını şaşırıp kafasını kaldırınca da sergi sahibiyle göz göze gelmişti. Asık suratlı satıcı, belki de hayatında ilk kez gülümsüyor ve hafif müstehzi bir şekilde Oğuz’a bakıyordu. Zihninde Saint Petersburg, Raskolnikov, Sonya, Marmeladov gibi kelimeler uçuşuyor, paltonun altında saklanan baltanın tefeci kadının kafasına inip inmeyeceğini bir türlü kestiremiyordu. Sadece kitabın sayfaları değil, zihni ve hayalleri de kandan ırmakların işgali altındaydı artık Olric. Sanki birdenbire üzerine değişik bir hava gelip yerleşmiş, sanki o eski Oğuz kilometrelerce uzaklaşmıştı kendisinden. Benzer duyguları Yeraltından Notlar, Budala ve Ecinniler’i okuduğu zaman da yaşayacaktı.

•