Yazmak, kültürü yaratmak, kanunlar koymak, gezmek, yeni ülkeler keşfetmek kadına göre değildir; kadınsı olan evdir, sokak değil; kadın kendi içinde, mekânın içinde olmalıdır, evrende ve akışta değil…
07 Eylül 2017 14:27
Ursula K. Le Guin’in bilimkurgu ve fantastik türde yazdığı ilk romanlar, kahramanca serüvenler, yüksek teknolojili gelecekler, maceraperest kurgular, ütopik mekânlar, iktidar dehlizlerindeki erkekler hakkındadır. Annesinin, kadınları neden yazmadığı sorusu üzerine, metinlerinin merkezindeki eril hâkimiyeti görerek ihtiyacının, feminist edebiyat kuramı, eleştirisi ve pratiğinin ona verecekleri olduğunu fark eder. En Uzak Sahil ile Tehanu arasında geçen 17 sene içinde feminizmi ve feminist eleştiriyi yeniden keşfeden Le Guin’in Yerdeniz Üçlemesi'nin son kitabı En Uzak Sahil’i yazarken öğrendiği şeylerden en önemlisi, “fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak” olur. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünmektedir çünkü.
Üzerinde yaşadığımız ülkeler, içine doğduğumuz toplumlar, gezindiğimiz ya da sıkıştırıldığımız mekânlar, erkek egemen alanlardır. Kanunları yapan, serüvenlere atılan, yeni mekânlar keşfeden, ülkeleri yöneten güçlü, serüvenci, seyyah, bilgin, âlim olan hep erkeklerdir. Sessizlik, susmak, fikir beyan etmemek, hoşgörü, uysallık, saflık ve kabullenici olmak, evden uzaklaşmamak, hatta evlenene kadar yalıtılmış bir mekânda bekletilmek ise erkek egemenliği tarafından kadınlara dikte edilen rol, imge ve görevlerdir. Yazmak, kültürü yaratmak, kanunlar koymak, gezmek, yeni ülkeler keşfetmek kadına göre değildir; kadınsı olan evdir, sokak değil; kadın kendi içinde, mekânın içinde olmalıdır, evrende ve akışta değil…
Kadınlar yıllar yılı eve kapatıldılar, kapalı alanlara hapsedildiler; erkekler dünyayı karış karış gezdiler, anılarını, romanlarını yazdılar, filmler çektiler, ideolojiler ürettiler, fikirler beyan ettiler, keşfettiler. Gerçek deneyim aktarımı olsun, kurmaca olsun diğer ülkeleri, uzak diyarları, ütopik âlemleri erkeklerin kaleminden okuduk; Christoph Colomb, Vespucci, Marco Polo, Vasco da Gama, İbn-i Battuta, Evliya Çelebi keşfetti; 80 Günde Devri Âlem'i, Gülliver’in Gezileri’ni erkek kahramanlar gerçekleştirdi, erkek yazarlar kaleme aldı.
İlk gezgin, ilk yazar, ilk ütopist erkekti. Yunanca qu (değil) ve topos (yer) sözcüklerinin birleşiminden türetilen ve “olmayan yer” anlamına gelen ütopya terimi ilk kez 1500’lerde Sir Thomas More tarafından telaffuz edildi. More’un Ütopya’sı, roman sanatının henüz ortaya çıkmadığı tarihlerde, bir anlatı metni olarak kurgulanmıştır ve Colomb’un keşiflerinin etkisiyle yazılmış ilk kurgusal metindir. Ütopya, Güney yarım küresinde bir adadır. Hikâye, bu adada yaşamış bir gemicinin, ada halkının kurduğu düzenin mükemmelliğini Avrupa’ya tanıtması biçiminde sürer. Yani beyaz adam, olmayan yere gitmiş ve orayı kendi ülkesi için imkânlı kılmaya çalışmıştır.
Jonathan Swift'in aynı zamanda bir bildungsroman1 da diyebileceğimiz kült romanı, maceracı doktor Lemuel Gulliver'ın seyahatlerinde geçirdiği olağanüstü serüvenleri anlatır. Başına gelen onca korkunç olayı atlatarak evine sağ salim dönen Gulliver, öncekinden daha farklı bir insandır artık, gelişmiş, bilinçlenmiş, değişmiştir. Bir arayış yolculuğunu ve yolculuk sonunda değişikliklere uğramayı konu edinen ilk ve en ünlü örnek Homer’ın Odyssey’i; türe adını veren eser ise Goethe’nin Wilhelm Meisters Lehrjahre (Willhelm Meister’ın Çıraklık Yılları, 1795) adlı romanıdır.
Erkekler tarafından keşfedilen diyarların, yazılan macera romanlarının ya da ütopyaların tarihi yazmakla bitmez, çünkü tarihi erkek yazmıştır. Tüm bu mecraların gereksediği güç, iktidar, donanım ve yetke sadece erkeklere mümkündür, kadınlarsa patriyarkal sistemde böyle özgür hareket ve seçim hakkına sahip değillerdir. Kadınlar ne evi terk ederek kahramanca yolculuklara çıkabilir, maceralara atılabilir, ne de sosyal, ideolojik, toplumsal ve dinî engelleri aşıp, kendi kimliklerini oluşturabilirler.
Kadınlar tarafından yazılan az sayıdaki büyüme, gelişme romanında kadınların gerçek eğitimi, bilinçlenmesi evden uzakta, fantastik mekânlarda ya da yollarda değil, bazen evde, bazen zihinlerinde bazen de ölümlerinde tezahür eder. Marianne Hirsch’in deyimiyle erkeklerin evden ayrılmayla başlayan maceraları, kadınlar için kendi içlerine doğru gerçekleşir.2 Kadınlar ruhsal, duygusal ve ahlakî yönden kendi içlerinde, belli etmeden gelişirler. Annis Pratt ve Barbara White'ın belirttiği gibi, kadınlar için bildungsroman'daki büyüme, ileriye, olumluya doğru bir gelişim değil, tam tersine büyüdükçe daha çok baskı altına alınmanın tarihidir. Ancak baskı ve iktidar varsa onu aşındırma imkânları da daima vardır. Belki kadınlar için yeni diyarlar keşfetmek, serüvenler yaşamak, dişil, yeşil, özgürlükçü mekânlar yaratmak bir ütopyadır ve imkânsızdır ama yazılabilir. Kadın ütopyaları, Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi, hem bir dostlar ülkesi, hem de bir direniş oluşumudur.
Yıllar yılı erkeklerin tekelindeydi ütopya yazımı. Batılı ve erildi ütopyacılık. Ancak 18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda gelişen kadın hareketi sayesinde ütopyalar da değişmeye başladı, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin üzerine düşünülmesi ütopya kavramına da yansıdı. 19’uncu yüzyıldan itibaren politika, edebiyat, felsefe gibi alanlarda etkinlik gösteren kadınlar, ütopya konusuna da el attılar ve ütopik metinler kaleme aldılar. İlk eserler, daha çok liberal feministler tarafından yazıldığı için eşitlik, eğitim ve ekonomi temalarında odaklanılmıştır. Mary Griffith’in kadınların ekonomik özgürlüğünü vurguladığı ütopyası Three Hundred Years Hence (1836), Küçük Kadınlar’ın yazarı olarak tanınan Louisa May Alcott’un yine kadınların ekonomik olarak özerk olduğu bir dünyayı anlattığı Work (1870) adlı ütopyası, Annie Danton Cridge’nin Man’s Right, or How Would You Like It? (1870) adlı karşı ütopyası, Marie Howland’ın Papa’s Own Girl (1874) gibi kitapları ilk dönem feminist hareket içinde var olan önemli ütopya örnekleridir.
Liberallerle birlikte birinci dalga feminizm içinde yer alan kültürel feministler ise oklarını, liberal feministlerin dokunulmaz alanına, ev içine ve aileye, yani kamusal mekânın yanı sıra özel alana da çevirmişler ve liberal feminizmin aksine, kadınlarla erkekler arasındaki benzerlikleri vurgulamak yerine kadınlık niteliklerinin farklılıkları üzerinde durmuş, siyasal değişimden çok, kültürel değişimi önemsemişlerdir. Yanı sıra 19’uncu yüzyıl kültürel feminist kuramı anaerkilliği ve kadın kültürünü savunur.
Ev ve aile gibi ataerkil kurumları eleştirerek anaerkilliğe dair yeni perspektifler sunan en önemli kültürel feminist, Charlotte Perkins Gilman’dır. Feminizme hem kuramsal hem kurgusal eserler kazandıran Gilman’a göre ev, özgür olmak isteyen bir kadının kurtulması gereken ilk zincirdir. En önemli ve radikal çalışması The Home’da da yuva düşüncesine saldırır: “Bir kurum olan yuva, kadını sınırlayan ve toplumsal evrimleşmeyi yavaşlatan eskimiş bir sistemdir.”
Gilman’ın, feminist ütopyacı düşünceyi derinden etkileyen, 1915’te yazdığı Herland (Kadınlar Ülkesi) adlı ütopik romanı ise sadece yuvaya ya da aileye değil, eril topluma, kültüre, erkeklere tümüyle karşıdır. Erkeklerin olmadığı, sınıfsız ve barış içinde yaşayan bir kadınlar toplumunu anlatan Herland, kendisinden önceki eserlere nazaran iki açıdan farklılık gösterir. İlki, pek çok klasik erkek ütopyasında (Platon’un Devlet, Thomas More’un Ütopya’sı vb.) yok sayılan kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmesi; ikincisi, ilk defa feminist ögelerin ütopya tarzıyla açık ve bilinçli bir şekilde işlenmesidir. 3
Bu anlamda Kadınlar Ülkesi, sınıflı- erkek egemen toplumun kadın kalıpları, tanımları ve davranışlarına uymayan kadınları anlatır bize. 20’nci yüzyılın temel çelişkileri olan ulusalcılık, yurttaşlık ve kadın hareketi içindeki eşitlik ve özgürlük gerilimini de gözler önüne serer. Ataerkil toplumların mizahi bir dille eleştirildiği bu ülke, rekabet, cinsiyet ayrımcılığı, cinsiyet temelli iş bölümü, yoksulluk, savaş ve dışarıda bekleyen düşmanlar gibi kavram ve yaşantıların bilinmediği, duyulmadığı, yaşanmadığı bir ülkedir.
Amazon’un dağlık bölgelerinde gizli, yalnızca kadınlardan oluşmuş bu cemaatte, iş birliği içinde yaşayan kadınlar, barışsever, vejetaryen, doğaya saygılı, güçlü, yetenekli ve annedirler. Kadınlar ülkesinde, bildiğimiz anlamda evler yoktur, onlar toprağa ve doğaya bağlı yaşayan göçebeler gibidir. Barış ve uyuma saygı, tüm canlı türlerin ekolojisine ilgi gösteren anaerkil değerler sistemini yansıtır. Ütopik ülkesini, sınıflı- erkek egemen toplumun kadın tanımına aykırı kadınlardan yaratan Gilman’ın, üremenin cinsel birleşme olmaksızın partenogenezle gerçekleştiği ütopyasında düşünce sınırı cinselliktir. Bu dünyada cinsel lezbiyenliğe yer yoktur. Kadınların tümü de tek bir anneden doğmadır. Anaerkil geleneğin hüküm sürdüğü bu ütopyada ve düşüncede kadınların dinlerinin temeli, anne sevgisi; tanrıları da anne tanrıça ya da annelik panteizmi olacaktır.
Gilman, Kadınlar Ülkesi’nin ardından bir de distopya yazdı: Bizim Ülkemiz. Distopya olma nedeni, hikâyenin gerçek dünyada geçiyor oluşu. Ellador, yüzyıllardır dış dünyayla bağlantısı olmayan anaerkil bir toplumda, ortaklaşmacı bir kültür içinde yetişmiştir. Ülkelerini keşfeden bir erkekle birlikte cesur bir adım atar ve dünyaya açılır. Nefret, cinsiyet ayrımcılığı, kaos, ırkçılık ve zalimlikle dolu savaş içindeki dünyayı görür. Ataerkil toplumun her kuralı, inanışı, yasağı, baskısı adım adım karşısına çıkar. Zaman zaman hüsrana uğrasa da yalın çözümler önererek okura umut verir.
Yine aynı dönemde, bir başka “kadınlar ülkesi” tasavvuru, Doğulu bir kadın yazardan, Güney Asya’nın önemli feministlerinden biri olan Begum Rokeya Sakhawat Hossain’den gelir. İlk kez 1905’te, The Indian Ladies Magazine’de İngilizce olarak yayımlanan Sultana’nın Rüyası ve Pagmarag, bu kadar erken bir tarihte, bir Doğu ülkesinde, bir kadın tarafından yazılan ütopya örnekleri olarak hayli önem taşır.
Sultana’nın Rüyası, klasik ütopya modeline uygun olarak bir rüya yolculuğuyla, aniden başka bir dünyaya giden, bir rehber eşliğinde bu dünyayı gezerek oranın siyasal, toplumsal, ekonomik özellikleri hakkında bilgi edinen ve yine geldiği gibi aniden kendi zamanına/ dünyasına dönen bir kahramanın ağzından anlatılır. Barışın, güzelliğin, doğruluk ve sevginin hüküm süreceği, ataerki ve baskının yok olduğu bir dünyayı, erkeklerin eve kapatıldığı, kadınlarınsa siyasette, bilimde, sanatta, yani “dışarıda” yer aldığı bir kadınlar ülkesini betimler. Erkekler, selamlıkta hapistir, kadınlar ise sokaklarda, ülke yönetiminde, sanatta ve bilimde aktif rol oynar. Kadınlar zekâlarını kullanırken, erkekler hane içi pratikleriyle eğleşir.
Padmarag ise geçmişte ya da gelecekte değil, şimdi ve şu anda var olduğu düşünülen, Tarini Bhavan adlı bir kadınlar okulunda geçer. Bu yönüyle, “yokülke” ve “güzelülke”yi tasvir eden Batılı eril ütopyalardan ayrılır. Çünkü bu okul her yönüyle gerçek ve buradadır. Her yaştan ve sınıftan kadının gelerek dert ve sıkıntılarına çözüm bulduğu, iyileştiği, eğitildiği Tarini Bhavan, tüm yoksul ve yoksun kadınlara kapılarını açan bir yeryüzü cennetidir. 4
1960’lardan itibaren gelişen İkinci Dalga feminist hareket içinde kuramsal çalışmalar yanında ütopyalar, ataerkil düzene karşı kullanılan mücadele araçlarından biri oldu ve birçok kadın yazar, toplumsal cinsiyet ilişkilerini çözümleyen ve eşitsizlikleri yok etmeyi hedefleyen ütopya ve karşı ütopyalar ortaya koydular. Bu metinlerin önemini Christine Delphy şöyle vurgular: “Ütopya ve kuram aynı arayışın iki yüzüdür: Kuram, olan şeyin olumsuz yüzü ya da evresi, ütopya da olumlu yüzü ya da evresidir.”
Elbette her ütopya, içinden çıktığı dönemin tarihî perspektifiyle bağlantılıdır ama kadınların tarihi, statik ve hiç değişmeyen bir yazgı olduğundan onların ütopyası da bir ideal olarak tarihe bağlı değildir. Tümüyle kadınlardan oluşan bir yurdu tasavvur eden anaerkil ütopyalar, toplumsal cinsiyet kavramını altüst ederek cinsellik algısına yeni perspektifler getiren romanlar, kızkardeşlik ve lezbiyenlik temaları, ana tanrıça miti, ucubeleşen kadın, makineleşen beden, ekolojik yıkım, yeni bir evren tahayyülüne dair bilimkurgusal alternatifler, feminist ütopya yazarlarının temel meseleleridir. Cinsellik, çiftcinsiyet ve toplumsal cinsiyetin yargılanması, kadın ütopyalarında yer tutan başat kavramlardır.
İlk kez kültürel feministlerden Margaret Fuller tarafından ortaya atılan ve edebî yansımasını Virginia Woolf’un Orlando adlı romanında bulan “Kadın- erkek birliği” düşüncesi, androjeni, feminist bilimkurgunun da önemli izleklerindendir. Tamamen kadınlardan oluşmuş, gelecekteki bir toplumun da içlerinde olduğu dört alternatif evrenin, erkeğe dönüşen bir kadın çerçevesinde anlatıldığı Dişi Adam (1975) kült bir örnektir.5 Joanna Russ’ın, kurgu ve biçem olarak çok parçalı romanında bir kadının erkeğe dönüşümü söz konusudur. Kahraman, erkeğe nasıl dönüştüğünü anlatırken önce kadına dönüşmesi gerektiğinden dem vurur. Bilimkurgu- ütopya türünde, kadın varlığının iç- uzayını gezegenlerarası bir düzlemde, alegoriler kurarak anlatan Russ, “kadın yüzlü bir erkek; erkek aklına sahip bir kadın” olan kahramanını Jung'un erkekteki kadın/ kadındaki erkek (anima-animus) ruhbilimsel merceğiyle yansıtır. Romandaki dört “J”den Joanna, günümüz dünyasında yaşayan ve gerçek Adam'ı arayan, huzursuz bir kadın; Jeannine, “Büyük Bunalım”ın hâlâ sürdüğü bu dünyada yaşayan ama geçmişin izlerinden kurtulamayan diğer kadın; Janet, yüzyıllardan beri hiçbir erkeğin yaşamadığı, "gelecekteki bizim dünyamız"dan yeryüzüne gelen bir elçi; Jael ise bu üçlüyü Erkekdiyarlılar- Kadındiyarlılar fantastik karşıtlığıyla yüz yüze getiren bir aracıdır. İç monologlar, teatral diyaloglar, çarpıcı betimlemelerle eşzamanlı olarak yansıtılan bu dört kadın, tek bir kadın mıdır yoksa kadınlık arketipinin günümüzdeki varyasyonları mı?
Dört anlatının bileşkesi olan Dişi Adam’da bu anlatıların etkileşimleri, ataerkil ideolojideki öznenin oluşumunun, kadının/ erkeğin bu ideolojiyi gözden geçirmesinin ve çağdaş ataerkil söyleme müdahale etme ile etkin karşı koyma edimini içeren öznelliğin daha sonraki müzakerelerinin zeminini sağlar. Bireyin ataerkil bir özne olarak konumlandırıldığını vurgular ve bu konumlandırmayı değiştirmeye çalışır
Cinsellik, ütopyalarda, toplumsal baskıyı ve orta sınıf ahlakını eleştirmek için kullanılır; distopyalarda ise ya devlet ya toplum tarafından tamamen denetlenir ya da serbest bırakılır.
Feminist yazarlar bir yandan, kadınların özgürleştiği toplumları betimleyen ütopyalar yazarken, bir yandan da totalitarizmin baskısı altında “şeyleşen” kadını gündeme getiren distopyalar kaleme aldılar. Bu eserlerin odak teması, radikal feministlerin en önemli meselesi olan kadın bedeni ve doğurganlık oldu.
Çalışmalarını kadınlığın ve cinselliğin toplumsal inşası, kadınların doğurganlıklarını kontrol etme hakları, kadın bedeni üzerine kurulan eril denetim ve cinsel şiddet gibi konular üzerine yoğunlaştıran radikal feministlerin, doğumun bile artık erkek işi olması gerektiği, çünkü kadınların üzerine atılan bu yükün, onları ezmenin bir aracı hâline geldiğini öne sürmeleri bu dönemin ütopya ve distopyasında zeminini buldu.
Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü’nde, totaliteryen bir toplumda, kısır kalan kadınların yerine çocuk doğurmaları için toplanarak özel olarak eğitilen damızlık kızları anlatırken; Marge Piercy, Zamanın Kıyısındaki Kadın adlı ütopyasında, erkeklerin çocuk emzirerek annelik duygusunu tattığı, böylece daha sevecen ve şefkatli olduğu, yarışmamanın erdem kabul edildiği, doğayı onarmak ve savunmak için “nehir doktoru”, “toprak avukatı” gibi mesleklerin olduğu bir dünya kurgular. Liz Jensen, Tufandan Sonra adlı fantastik romanında, İngiltere'yi kasıp kavuran bir selin ardından baş gösteren esrarengiz doğurganlık krizini, çocuk sahibi olma umudunu yitiren kadınların maymunları evlat edinişini tüm trajedisiyle gözler önüne serer. Yine bir kuraklığın ardından gelen anne olma histerisini anlatan Zoe Fairbairns’in Kadınlar Kulesi’nde de kadın doğurgan bir dişiye, âdeta bir “ineğe” evrilmiştir; kürtaj devlet tarafından yasaklanmış, kadın bedeni devletin malı hâline gelmiştir. İngiltere’nin, Europop’a girebilmesi için çocuk sayısında bir azaltmaya gitmesi gerekmektedir. Bu nedenle de devlet içme suyuna doğurganlığı önleyici bir madde karıştırır. Nihayetinde doğan çocuklar birer ucubedir. İktidarın bedenleri üzerinde böyle bir baskı oluşturmasına kızgın bir grup kadın, kentin metruk Collindeane Kulesi'ni işgal edip orada bir kadınlar kolonisi oluştururlar. 6
Kadınların kendileri ve doğal dünya ile barış içinde yaşadıkları bir yurdun hikâyesi, feminist ütopyaların temasıdır. İnsanlar arasında, insanlarla hayvanlar arasında hiyerarşinin olmadığı, insanların birbirine ve doğaya özen gösterdiği, toprağın ve ormanın gizemini, gücünü ve bütünlüğünü koruduğu, teknolojik, askerî ve ekonomik gücün yeryüzünü ya da en azından kadınların denetimi altında bulunan bölümünü yönetmediği bir yurttur burası.
Eril mekânlara karşılık dişil, anaerkil mekânlar öneren, dilde değişiklikler yapan feminist ütopyaların bir başka önemli özelliği de ütopyacı düşüncenin kendisini de eleştirmeleri ve yeni bir ütopya tarzını ortaya koymaya çalışmalarıdır. Ütopyanın Kadınları, Kadınların Ütopyası kitabının yazarı Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz’ın belirttiği gibi, geleceğe yönelik ütopyacı bir iyimserlik taşımakla beraber klasik ütopyanın durağan, baskıcı, değişime izin vermeyen ütopya anlayışından ayrılır kadın ütopyaları.7 Aynılık ve benzerlik üzerine kurulmuş olan klasik ütopyaların aksine, feminist ütopyalar “çelişkilerin var olduğu, her an yeniden ortaya çıktığı, buna karşılık çözümlerin de yeniden üretildiği” alternatif düzenler olarak ortaya çıkar.
Lezbiyen- feminist hareketle birlikte ütopyalarda da değişimler başlar. Lezbiyen ayrılıkçılığı, üreme teknolojilerinde ilerlemiş, dolayısıyla insan üremesi için erkeklere ihtiyaç duyulmayan, tamamıyla kadınlardan oluşan toplumların ele alındığı lezbiyen bilimkurgu ve ütopyasına esin kaynağı olmuştur. Lezbiyen kahramanın görevi, heteroseksüel dünyaya uyum sağlamak değil, kendi lezbiyen yaşamını, dünyasını yaratmaktır. Nitekim birçok feminist- lezbiyen romanda kadınlar kendilerini yeni baştan yaratırlar. Yeni bir ülkede, mekânda, toplumu yeniden düzenlerler, çoğu kez de yeni kuralları olan bir topluluk oluşturmayı seçerler.
Sally Miller Gearhart, The Wanderground ve Joyce Cheney, Lesbian Land adlı ütopik romanlarında, metropollerin uzağında, doğanın ortasında yaşayan ekofeminist lezbiyen topluluklar kurguladılar. Lezbiyen kadınlar, kendi spiritüel dünyalarını kurmalı, yeni bir kadın dili oluşturmalı, kendilerine özgü semboller ve törenler/ ritüeller yaratmalıydılar. Bu eğilim, kadınların âdet döngüleri ve çocuk doğurma deneyimleri sayesinde doğaya erkeklerden daha yakın ve biyolojileri gereği daha mistik ve duygusal olduklarını iddia ediyordu.
Dönemin lezbiyen yazını, alegorik anlatımlardan, gizli kodlardan, lezbiyen köken mitlerinden, fantezilerden, imgelemlerden (fallik ikameler) beslenir. Tarihöncesine ait avlanma ve et yeme törenlerinden kaynaklandığı düşünülen erkek kültürünün tersine, kadın kültürünü pasifist ve ekolojik açıdan bütüncül olarak görürler. Lezbiyen feminist eleştiriyi bir yabanîlik ve ütopyacılığın belirlediğini ima eden Catharine Stimpson, organik metaforlar ve canavar imgeleriyle bilimi bir arada kullanır. Sylvia Townsend Warner ise fantastik romanı The Cat’s Cradle Book’ta kediyi lezbiyen yazınında bir metafora dönüştürür. Warner’ın lezbiyen dilbilgisi ve sözdizimi için yarattığı azınlık dilleri, cadı ve kedi dilleri, insan/ hayvan/ ruhanînin iç içe geçmesi, lezbiyen edebiyat kimliğinin kurumsallaşması için gereken azınlıkla çoğunluk arasında var olan karşıtlıkları yerinden eder.
1970’lerin kültürel ayrılıkçılarından Gina Covina, bir dizi kültürel feminist temayı gündeme getirmiştir. “Rosy Rightbrain’s Exorcism/ Invocation” başlıklı makalesinde ayrılıkçılığın, kadın- merkezli kültür düşünü ifade eder. Öncelikle sol- beyine dayalı düşünmek, son derece erildir. Sol- beyine ve sağ- ele dayalı ataerkil dünya, sağ beyine ve solaklığa dayalı tarzları evrensel düzeyde sapkın olarak sınıflandırmış, öteki ilan etmiştir. Ataerkil sol- beyine dayalı işlem tarzını yıkıcı ve ölüme yönelik bulur Covina. Gloria Anzaldua ve Cherríe Moraga’nın birlikte yazdıkları This Bridge Called My Back: Writings by Radical Women of Color (1981), öteki olarak adlandırılmış olanların tümünün kendini evinde hissedeceği solak bir dünya, uluslararası bir feminizm tasavvurudur. Düşlenen geleceği şöyle özetler:
“Solak bir dünyanın doğmakta olduğunu görüyorum… Yüzyıllardır, endüstri çağından ya da belki daha da öncesinden beri, dünya hep bir zekâ, akıl, makine dünyası olageldi. Kadınlar onun içinde, muazzam sezgi güçlerine sahip olarak, gerçekliğin başka düzeylerini ve başka gerçekliklerini yaşayıp durdular, ancak bunu belli etmemek zorundaydılar, çünkü erkekler ‘tamam, sen çıldırmışsın’ diyeceklerdi. Şimdi ansızın sezgisel enerjiler yeniden belirdi ve onlar çok güçlüler.”
Ursula K. Le Guin’in, halkı, dönemsel olarak erkek ya da dişi özellikler gösteren androjenlerden oluşan bir gezegeni anlattığı Karanlığın Sol Eli de cinsiyetin ortadan kaldırıldığı bir ütopyadır. Kış gezegenindeki insanlar normal koşullarda cinsiyetsizdirler ve yalnızca yılın belirli dönemlerinde, o andaki hormonal durumlarına göre kadın veya erkek olurlar. Bu gezegende aidiyet, sahiplik, sevgililik, arkadaşlık gibi kavramlar değişmiş; cinsiyet bir otorite aracı olmaktan çıkmıştır.8
Ataerkil toplumun sunduğu dilden kendini kurtararak, dilin öznesi olma imkânını arayan Le Guin’i yeni dünyalar, yaratıklar, gezegenler, uzaylar, dolayısıyla da yepyeni diller, şifreleme ve gösterge sistemleri oluşturan türün yazarlarından ayıran, feminist edebiyat eleştirisinden beslenen bir kadın yazısı yaratması ve kadın ütopyası türünde örnekler vermesidir.
Otoriter devlete karşı, kadınca bir işbirliğini öneren, kendini “Taocu, anarşist, feminist ve çevreci” olarak tanımlayan Le Guin, yepyeni gezegenler ve halklar yaratırken bilinçdışından gelen simge ve arketipleri doğrudan ve dolaysız olarak kullanır ve gerçeklerden bahseder. Mülkiyet, cinsiyet, aidiyet, siyasal sistemler, doğanın tahribatı, baskı, özgürlük, ideoloji, verili gerçek ve değerleri sorgular.
İsimlendirmeyi büyü, kelimeleri kudret olarak gören Le Guin, kadınlara edebiyat üzerindeki maço- bürokrat denetimden kaçmak için kasıtlı olarak canlı sese, uçucu, yıkıcı gösteriye yüzlerini dönmelerini önerir. Dili ataerkinin etkilerinden kurtarmak için düalist yaklaşımların dil içindeki yansımalarını ortadan kaldırır. Mülksüzler’de mülkiyetin, hiyerarşinin, ataerkil önyargıların olmadığı bir toplumun ifadesi olarak, mevcut dilde var olan kelime ve terimleri ayıklamış ve kullanım şekillerini değiştirmiştir.
Eril şiirin nihai olarak kadınların yokluğuna, kadın ve doğanın nesneleştirilmesine dayandığını düşünen yazarın Kesh şiirindeki en büyük başarısı, “Lacan Baba’ya dil çıkarma”sıdır. Hep Yuvaya Dönmek’te karşımıza çıkan Kesh halkının canlı birer sözlü ve yazılı gelenekleri vardır. Keşler, insan- doğa ilişkisinden başlayarak, hiçbir yanı bugün içinde yaşadığımıza benzemeyen bir dünyada yaşarlar. Zamanın, çizgisel olmaktan çok, mevsimlik danslarla belirlenen döngüsel bir seyir izlediği bu dünyanın belki en temel özelliği, ilerlemeci ideale yabancı olmasıdır.9 Le Guin’in öykü, şiir, mit, halk masalı, drama, deneme ve belge gibi değişik biçimleri sentezleyerek uzak geleceğe ait kurgusal bir etnografya olarak tasarladığı bu romanda, gösteri parçalarının metinleri, müzik gibi gerçek anlamda ses olarak var olan şiir, anlatı ya da oyunların notasyonları, Kesh dilinden yapılan çevirilerin karşılığı olarak belirir. Metinlerini canlı seslerden örmeye çalışan, sözcüklere yeni sesler ve tınılar katan yazarın Yerdeniz'i keşfetme serüveni "Çözme Kelimesi" ve "İsimler Kuralı" adlı iki öyküyle başlar. İsim icat ederken bilinçli bir biçimde müdahale ettiği tek alanın, ismin telaffuz edilebilirliği olduğunu belirten Le Guin’in en anlaşılmaz dili “Nna Mmoy”, eril dili altüst ederken, Fransız yapısökümcülerin önerdiği türden bir kadın diline de yaklaşır. Merkezsiz, uçucu, kırılgan, döngüsel bu dili şöyle açıklar yazar: “Nna Mmoy lisanında yazılan metinler doğrusal değillerdir, yani ne yatay, ne de dikeydirler; bunun yerine merkezden çevreye doğru, her tarafa doğru ilk veya merkezî bir kelimeden sürgün verirler, tıpkı ağaç dalları veya büyüyen kristaller gibi...”
“Bir kadın olarak yaşadığım yer kimi erkeklere göre vahşi doğa. Oysa orası benim evim” diyen Le Guin, İç Deniz Balıkçısı’ndaki öykülerde teknolojinin barbarca ilerleyişi karşısında dünyanın, doğanın ve “dışarıda” bırakılanın durumunu sorgular. Karşıtlıklar, aralarındaki denge ve birbirlerini tamamlayarak bütünü oluşturmaları fikri, romanlarının ana temasıdır. İki yolculuk ve birbirinden farklı iki dünya arasında olma hâlini “Çörtme Teorisi” ile açıklar Le Guin: “Çörtme; bir ân içinde burada değil, orada olunma hâli ama aynı anda burada da bulunma hâli. Bir tür olmayan ara…”