José Saramago, Mohikanların sonuncusu

"Saramago, peşinen doğru kabul ettiğimiz bütün olguları titiz bir cerrah gibi parçalara ayırmayı ve sonra da onları bambaşka bir şekilde bir araya getirmeyi sever. Böylece bizlere her şeyin –hem de ilkine hiç benzemeyen– bir alternatifinin kurulabileceğini gösterir. Her olay, durum, vaka farklı bir şekilde cereyan edebilir. Onu her okuyuşumuzda buna iyimserlikle ikna oluruz."

13 Ocak 2022 16:01

Yetmiş üç yaşındaki yazar restoranda siparişinin gelmesini beklemektedir. İnsanların tabaklarına gömülmüş hallerini, garsonların maharetle masaların arasından geçişlerini izlerken aklına tuhaf ve karanlık bir düşünce gelir. Ya buradaki herkes birden kör olsa neler olur? Karanlıklar içinde, daha doğrusu beyaz bir karanlık içinde geçen bir hayat neye benzer? Fikir rahatsız edicidir ama sezgileri bu vaatkâr fikir üzerinde düşünmesi gerektiğini söylemektedir. Her iyi yazar gibi o da sezgilerinin peşine takılır. Takılmakla da kalmaz, bu fikri 20. yüzyılın en ilginç, en parlak romanlarından birine dönüştürür: O gün restoranda sorduğu soruya verdiği cevap şudur:

“Birden hiç kimse kör olamaz, zira hepimiz zaten körüz”

Saramago’ya göre Körlük’te hayal gücü yoktur; metodoloji açıktır, sadece sebep ve sonuç ilişkisinin sistematik bir şekilde uygulanması vardır.

Saramago’nun en ünlü romanı Körlük insanların görme yetisini yitirdiği bir salgının öyküsüdür. Önce bireysel vakaların sebepsiz yere hızla yayılmasını okuruz, sonra bu vakaların hapsedildiği bir karantina kampında 20. yüzyılın bir mikro versiyonunu deneyimleriz. Toplama kampları, militarizm, efendi-köle ilişkisi derken, yazar anlattığı mikrokozmosu daha da genişleterek insan kalbinin sonsuz karanlığına çeker bizi. Utancın dipsiz kuyusuna…

Portekizli yazar José Saramago, görece geç başladığı yazarlık kariyerine birbirinden ilginç ve tartışmalı romanlar sığdırdı. Yetmiş altı yaşında, merhametli kalemi, cesaret ve ironinin eşlik ettiği hayal gücü ve gerçekliği anlama çabası övülerek İsveç Akademisi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırıldı. Bugün dünyanın farklı yerlerinde kendine özgü romanlarını tutkuyla seven birçok okuru var. Saramago’nun düzyazısı, uzun paragrafları ve cümleleri, virgülle ayrılan diyalogları, metnin çok katmanlı yapısı okuyucunun alıştığı roman formunun çok dışında. Bu durum onunla yeni tanışan okuyucu için başta okumayı güçleştirici bir faktör gibi görünse de, tam tersine, üslup ve biçemine alışıldığı andan itibaren Saramago’nun düzyazısı önüne çıkan her şeyi yutan bir nehri andırır.

Altmış yaşına kadar edebi bir ilgi görmeyen Saramago’nun adını duyuran romanı 1982 yılında yayımlanan ve 18. yüzyılın zor koşullarında geçen etkileyici bir aşk hikâyesini büyülü bir tarihsel dokunun içinde anlattığı Manastır Güncesi (Baltasar ve Blimunda) romanıdır. Âşıklardan biri sol kolunu savaşta kaybetmiştir, diğeriyse geleceği görme gibi bir yetenekle ya da lanetle doğmuştur. Romanda Mafra manastırının inşaatıyla insanın uçmasını sağlayacak ilk alet olan Passarola’nın yapımı koşut anlatılmaktadır. Ama anlatıcının durduğu yerdir aslında metni benzersiz kılan. Saramago romanı o anda okuyucularla birlikte kurarmış gibi, bir ateşin başında hikâyeyle ısınmamıza yardım edermiş gibi anlatır ve tarihî bir olayı bugünden değerlendirdiğimizi de sürekli bize hatırlatır. Bu kitabın ardından gelen romanıyla, Portekizli şair Fernando Pessoa’nın çoklu kimlikleri ışığında ülkesindeki faşizmi alternatif bir kurguyla anlattığı Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl ile takip edilen bir yazar olmuştur. Ama esas ününü İsa’nın yaşamını onu sıradan bir insan gibi anlattığı ve bu romandan sonra ülkesini terk etmek zorunda kaldığı İsa’ya Göre İncil ile kazanmıştır. Bu kışkırtıcı, birçokları için sapkın, felsefi ve komik roman, geleneksel İncil hikâyesini tabiri caizse seküler bir forma oturtmayı başarır. Yan yollara saparak daha önce sorulmamış sorular sorar ve yanıtları okuyucuların vicdanına bırakır. Saramago klasik hikâyeyi sağduyulu kalemiyle tersyüz ederek, dört İncil’den daha olası bir olay örgüsü kurgular. Suç ve ceza, kötülük ve iyilik ya da Tanrı ile Şeytan arasındaki karşıtlık hikâyenin döngüsel mantığında bir yerden sonra iyice ortadan kalkar. Roman yayımlandıktan sonra Portekiz’de adeta küçük bir deprem olur. Artık hem merakla beklenen hem nefret edilen bir yazardır. Portekiz’in hem iftihar hem de aforoz ettiği bir kalemdir.

Saramago, peşinen doğru kabul ettiğimiz bütün olguları titiz bir cerrah gibi parçalara ayırmayı ve sonra da onları bambaşka bir şekilde bir araya getirmeyi sever. Böylece bizlere her şeyin –hem de ilkine hiç benzemeyen– bir alternatifinin kurulabileceğini gösterir. Her olay, durum, vaka farklı bir şekilde cereyan edebilir. Onu her okuyuşumuzda buna iyimserlikle ikna oluruz. O zaman soru basit olduğu kadar kahredicidir de: Neden olamamaktadır bu? Neden insanlık kendi tarihinden ve hikâyesinden ders almamakta istikrarlı bir şekilde ısrar etmektedir? Saramago okurken içimizdeki bitmek bilmez hırsın, güç tutkusunun, acımasızlığın buna neden olduğunu hissederiz. Ona göre şiddet yeryüzünde hep vardır, ama işkence ve zulüm yeryüzüne insanla gelmiştir. Yeryüzündeki tek acımasız varlık insandır. Ve çok övünülen insan aklı, zulmü durdurmaya yeterli gelmemektedir. Ama yine onu okurken, bunun varoluşsal değil, kültürel bir olgu olduğunu da düşünürüz. Ya da düşünmek isteriz. Çünkü Saramago, uygarlığın bu duygular üstüne kurulduğunu ama bunların altında ezilen bir iyiliğin de olduğunu fısıldar. Ve o iyilik kazanmak zorundadır. Son dönemlerinde kendi bloğunda yazdığı gibi, bütün olumsuzluklara rağmen iflah olmaz bir iyimserdir kendileri.

Romanlarında hiçbir şeyi doğrudan anlatmaz, onu hep bir hikâyenin, bir alegorinin içine saklar. Oradan okuyucuya göz kırpmayı sever. Belki de gerçekliğin ne olduğunun en iyi bu şekilde ortaya çıkacağına, bir hikâyenin ancak başka bir hikâye aracılığıyla anlaşılacağına inandığı için yapar bunu. Onun ironisinin altında, insanlık sevgisinin hemen yanı başında, insanoğlunun kafasızlığına, acımasızlığına karşı hissettiği öfke de vardır. Ama bu öfkeyi düzyazıya çevirirken hoyrat değildir asla, dünya onun metinlerinde şiirsel ama kesin bir dürüstlükle resmedilir. Sevinçler, acılar, umutlar, kendi kafesine sıkışmış insanın trajedisi sonsuz bir ironinin içinden anlatılır. İroni onun için bu karanlık dünyada bir hayatta kalma yöntemidir. Bir röportajında ironiyi, gece mezarlıkta gezerken çalınan bir ıslığa benzetir. Onun düzyazısı okuyucuyla yaptığı döngüsel bir diyalog gibidir. Hayatın bir tür masalsı simülasyonunu kurar ve bunu kurarken o dünyayı nasıl kurduğunu da okuyucuya anlatır. Çoğu zaman bu konuda okuyucuyla tartışır. Saramago’nun metinleri yazarıyla dertleşilerek okunan metinlerdir. Damakta muzip bir bilgeyle sohbet etmenin tadını bırakır. Saramago tarafsız ve objektif bir anlatıcı değildir kesinlikle. Yazarın sesi yazdığı her bir cümlede vardır. O belki de son büyük ozanlardandır.

Bu muzip bilge en çok kutsallarla uğraşmıştır. İktidarla uğraşmıştır. Tanrı fikrine öfke ve alayla yaklaşmıştır hep, öfkesinin altında bu kavramı kalkan olarak kullanan çıkarcı insanlar vardır, alayı ise buna inanacak kadar çocuk kalmış, büyümekten korkan kişilere yöneliktir. Yoksa bir kavram olarak Tanrı, Saramago’nun evrensel alegorisi için son derece kullanışlı bir malzemedir. Bıkmadan, usanmadan, inatla ve cesaretle, kimi zaman onu sanık sandalyesine çıkararak, kimi zaman ise onun tüm insanlık için bir günah keçisi olduğunu söyleyerek romanlarının kahramanlarından biri yapar Tanrı’yı. Fakat dinler konusunda hiç uzlaşmacı değildir. Bütün acıların, kıyımların, toplumsal şiddetin kaynağı dinlerdir ona göre.

Cennetin beş yıldızlı bir otel olduğuna inanmayı bıraktığımız zaman felsefeyi de yeniden icat edebileceğimizi söyler. Saramago’nun Tanrı kavramını kullanışı değil de, dinler hakkındaki bu tip sözleri onu istenmeyen adam haline getirmiştir. Bu da onun okuyucuları için şaşırtıcı değildir. Zira dinle uğraşmak her zaman iktidarla uğraşmaktır. Dinler iktidarın elinde yönetsel bir tahakküm malzemesidir. Saramago bıkmadan, usanmadan hep bunu yazmıştır.

En sevdiğim romanlarından olan Mağara insani değerlere, zamanın yavaş aktığı dönemlere, doğaya bir ağıttır. Tüketim hırsıyla, piyasa mantığının insanı kendinden uzaklaştırmasını anlatır. Saramago hıza ve tüketim çılgınlığına inat, son derece serinkanlı bir şekilde, hiç acele etmeden, uzun uzun anlatır yaşlı çömlekçinin sistem karşısındaki çaresizliğini. Ancak romanın sonunda anlarız esas çaresiz olanın başka bir hayata gittiğini sanıp sistemin çarkları arasına sıkışanlar olduğunu.

Uzun ömründe yazarlık kariyerine ayırdığı kısa süreyi son derece verimli geçirmiştir. Bazen anakaradan ayrılan bir adayı, bazen tarihî bir roman hakkında tarihî olmayan bir romanı, bazen bir ismin peşine takılmanın cazibesini, bazen albenili yaşam merkezlerinin aslında karanlık birer mağara olduğunu, bazen bir filden bile ne kadar çok şey öğrenebileceğimizi, bazen bir ikizimiz olsa onun aslında neye benze(me)yeceğini, bazen ölüm çalışmayı bırakırsa başımıza neler geleceğini, bazen kutsal kitapta anlatılan suçun ve cezanın, savaşların ve katliamların, nefretin ve ihtirasın aslında bizim tarafımızdan yazıldığını, Kabil’in hâlâ bir yerlerde durmadan Habil’i öldürdüğünü, ama en çok da güç saplantısının nelere yol açtığını anlatmıştır bizlere. Onun kahramanları yalnızlığa ve sonuçsuz bir arayışa yazgılıdır. Saramago’nun eserleri geçmişin aslında o kadar da geçmemiş olduğunu anlamıştır hep. Tıpkı kendi kitapları gibi… Onlar yazılmıştır. Bitmiştir. Raflardadır. Ama belki de yanılıyoruzdur, yazılmamış ve bitmemişlerdir. Hâlâ bir yerlerde yazılmaya devam ediyorlardır.

•