"Sessizlik kültürü yavaş yavaş yok olacak"

Jessica Schiefauer: Cinsiyetçilik hem kız çocukları hem oğlan çocukları için bir savaş. Okula gidersin ve derslerde bir şeyler öğrenirsin ama asıl derinin altına işleyen okul koridorlarında öğrendiklerindir.

22 Mart 2018 14:20

Jessica Schiefauer’ın, sinemaya da uyarlanmasıyla tüm dünyada tanınmasını sağlayan romanı Oğlanlar’ı Türkçede görmek 2018’in en güzel sürprizlerinden biri. İsveçli yazar Schiefauer, kendi deyimiyle “son derece gerçekçi bir hikâyeyi masalsı bir kılıfla” anlatıyor Oğlanlar’da. 14 yaşında üç genç kız, Kim, Momo ve Bella. İsveç’in küçük bir şehrinde, cinsiyet rollerinin onlara dayattığı “kızlar” olmakla cinsiyetlerden bağımsız bir dünyada sadece kendileri olmak arasında sıkışmışken olayın içine biraz sihir karışıyor ve olaylar gelişiyor. Schiefauer, istediği kadar masal kılıfıyla gerçeği yumuşatmaya çalışsın kızların hayatı çok zor; bedenlerindeki değişimle başa çıkmak, oğlanlar tarafından görünür olmak ya da olmamak, yaşlarının ve cinsiyetlerinin gerektirdiği gibi davranmak çok zor, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi.

Bugün Türkiye'nin kadınlara yapılan ayrımcılık konusunda kendi tarihinin en utanç verici zamanlarından birini yaşadığı aşikâr. Kız çocukları ve kadınlar bir savaş ortamındaymışçasına fütürsuz bir şekilde her gün şiddete maruz kalıyor, istismara uğruyor ve öldürülüyor. Oğlanlar, bir kız çocuğu olarak yetişen herkesin içinde kendi deneyimlerinden bir parça bulabileceği bir roman. Aynı zamanda çağımızın hak ettiği  akışkanlıkta bir büyüme hikâyesi. Daha önce okuduğumuz hiçbir büyüme hikâyesine benzemiyor. 

Jessica Schiefauer geçen hafta kADIN YAZIsı Festivali kapsamında İstanbul’daydı. Kendisiyle bir araya geldik, hem festival kapsamında gerçekleştirdiği “Bilimkurgu, Siborg, İnsansonrası” konuşmasından yola çıkarak henüz Türkçede yayımlanmamış hikâyeleri hem de Güldünya Yayınları tarafından henüz yayımlanan Oğlanlar kitabı üzerine konuştuk. 

kADIN YAZIsı festivali kapsamında bir okuma etkinliğiniz ve bir de konuşmanız vardı. Türkiyeli yazarlar Karun Çekem, Kutlukhan Kutlu, Nihan Sarı, Seran Demiral ile gerçekleştirdiğiniz “Bilimkurgu, Siborg, İnsansonrası” konuşmanız nasıl geçti?

Türkiyeli yazarların söylediklerinden hem çok etkilendim hem de ilham aldım. Söyledikleri her şey benim için çok ilginçti, onlara çok fazla soru sormak istedim. İlki Türkçede de yayınlanacak olan kitabım Oğlanlar‘dan bölümler okuduğumuz ve konuştuğumuz bir etkinlikti. Neden bu kitabı yazmaya karar verdim, kitapta da söz konusu olan cinsiyetçilik, genç kadın bedenlerine yönelik müdahaleler, bunun büyürken bize yaptıkları hakkında hissettiklerim üzerine konuştum. Çünkü bu benim kitabı yazmamın en önemli sebeplerinden biriydi. İkinci konuşma ise bilimkurgu ve siborgler ile ilgiliydi. Bu etkinlikte yazdığım -henüz Türkçeye çevrilmemiş- hikâyelerim hakkında konuştum. Bu hikâyeleri kendi hamilelik ve doğurma deneyimim üzerine yazmaya başlamıştım. O zamanki partnerimle -partnerim erkekti- çocuk sahibi olmaya dair konuşuyorduk. Fakat çocuğu taşıyan bendim. Çocuğu doğuracak, onu emzirecek olan bendim. Ve onunla bu deneyimleri asla paylaşama imkânımızın olmadığını fark ettim. “Biz bir çocuk dünyaya getireceğiz” diye konuşuyorduk ama “ben bir çocuk doğuracaktım.” Ve bu yüzden yüzümü bilimkurguya döndüm. Bunun üstüne “suni rahim” kullanmanın mümkün olduğu bir dünyada geçen bir hikâye yazdım. Ve her iki partnerin de çocuğu taşımasına olanak veren bir dış rahim hayal ettim. Böylece iki ya da daha fazla ebeveyn hamileliği paylaşabilecekti.

Oğlanlar, Jessica Schiefauer, Çev.: Ali Arda, Güldünya YayınlarıKulağa iyi bir gelecek hayali gibi geliyor.

Evet, bunu bir çeşitütopik bir fikir üzerinden kurguladım. Teknolojinin, tıbbın ve medikal araştırmaların kadınlar için çalıştığını düşünün. Bu hikâyemdeki karakterlerin hiçbiri cinsiyetlendirilmiş değil. Kadın veya erkek zamirleri kullanmadığım, cinsiyet belli eden isimlerin olmadığı bir hikâye bu. İsveç’te insanlar bu hikâyeyi okuduğunda hemen söz konusu çiftin bir kadın ve bir erkekten oluştuğunu hayal ediyorlar çoğu zaman. Fakat onlara "sizce karakterlerden hangisi kadın hangisi erkekti" diye sorduğumda bir grubun kesinlikle kadın olduğunu düşündüğü karakter için okurların bir diğer yarısı kesinlikle erkek diyordu. Ve hepsi de bu söylediklerinden oldukça emin görünüyor.

Özellikle feminist ve queer bilimkurgu edebiyatı belli başlı isimler üzerinden konuşulan bir konu ve kısıtlı bir alanı var. Kimleri takip ediyorsunuz bu alanda, size neler ilham veriyor?

Çok doğru. Bu hikâyem için araştırma yaparken bir kez daha fark ettim ki çok az bilimkurgu sadece kadınlar üzerine odaklanıyor. Siborg genetiği, beyin değişimi, göz değişimi, iki beyni birbirine bağlama ve daha fazlası. Bunların hepsi güzel, hepsi ilginç konular ama ben hâlâ dev bir kara delik varmış gibi hissediyorum. Annelik, hamilelik, emzirmek, doğurmak… Burada oldukça ilginç bir alan var.

Örnek vermem gerekirse, uzun bir örnek olacak ama, dışarıda sigara içerken düşünüyordum da erkek bedeni tamamıyla işlevsel görünüyor. Yani kollar, bacaklar, kaslar her şey olması gerektiği gibi. Üstelik buna rağmen erkek bedeninin daha sağlıklı olması için tıp ve teknoloji dünyası çalışmaya devam ediyor. Fakat suni rahim fikrine bakalım, eğer gerçekten böyle bir alet olsaydı kimse bir kadının çocuğunu bedeninde mi taşımak istediğini yoksa suni rahim mi kullanmak istediğini sormazdı. Çünkü herkes aslında bunun bir kadının görevi olduğunu düşünüyor. Bu korkunç. Bugünün teknolojisini düşünürsek aslında bir kadına yardımcı olacak bir sürü şey olabilirdi. Örneğin kendi deneyimim üzerinden, memelerimin çocuğum için bir yemek makinesi olması beni çok rahatsız etmişti. Gece gündüz çocuğumu beslemem gerekiyordu. Ya da o korkunç pompalardan kullanmam gerekiyordu ki bunu yaşayan insanlar ne kadar acı verici bir işlem olduğunu bilirler. Ve etrafımdaki kimsenin bunun ağrılı ve duygusal olarak stresli bir işlem olduğunu düşünmüyordu. Yani kadınları bu süreçte biraz daha rahatlatacak bazı teknikler kullanabilmemiz gerek diye düşünüyorum. Diğer taraftan bunun doğal olduğu, anneliğin böyle bir şey olduğuyla ilgili aptalca fikirler de söz konusu. Geceleri her üç saatte bir kalkıp çocuğunu beslemen gerek. Bu sırada bir sonraki besleme saatine kadar uyuman da gerek elbette, tabii başarabilirsen. Bu konuda söylendiğimi hatırlıyorum. “Bunu tek başıma atlatmak zorunda olmamalıyım yardıma ihtiyacım var” dediğimde ise insanlar, etrafımdaki kadınlar ve erkekler “hayır hormonların bunu yapabilmeni sağlar” diyordu. İyi olacaksın diyen kişilere “hayır iyi değilim ve olmuyorum” dediğimi hatırlıyorum.

Bence bu deneyimi yaşayan hiçbir kadın için işler yolunda değil. Yani öyleymiş gibi yapıyorlar. Diğer türlü kötü anne olmakla suçlanacaklarını düşünüyorlar.

Evet, çünkü bunun doğal bir şey olduğunu düşünmezsen kötü bir anne olmakla ya da çocuğunu yeterince sevmemekle suçlanıyorsun. Ve bu çok yanlış. Yani demem o ki, eğer erkekler hamile kalıyor ve doğuruyor olsaydı ve erkekler hâlâ medikal ve teknolojik araştırmaları domine eden insanlar olsaydı bir sürü mükemmel alet onların bu durumu daha kolay atlatmasına yardım ediyor olurdu. Fakat kadınlar için bugün böyle bir şey söz konusu değil. İşte bu hikâyeleri yazmaya başlamamın sebebi tam da bugün yaşadığımız bu zorluklar. Yani toplumun, ilaç ve teknoloji sanayisinin kadınların bu durumu daha kolay atlatmasına yardım ettiği bir gelecek tasarlıyorum bu projemde. Bu hikâyeler İsveç’te geçen yıl yayımlandı. Ve umarım en kısa zamanda Türkçeye de çevrilecektir.

Açıkçası şimdiden bu hikâyeleri okumak için heyecanlandım. Oğlanlar kitabınız benim için oldukça hızlı bir okumaydı. Söyleşiden önce kitap bana ulaştığında sadece üç günüm vardı ve bu sırada iş için bir seyahate çıkmam gerekiyordu. Kitabı nasıl bitireceğimi düşünürken başladığım andan itibaren bulduğum her boşlukta kendimi Oğlanlar’ı okurken buldum ve kitabı adeta bir lokmada yuttum diyebilirim. Okuduğum en inanılmaz hikâyelerden biriydi Oğlanlar. Açıkçası zor bir metindi benim için. Biçim olarak değil ama içerik olarak. Eminim kız çocuğu olarak yetişmiş tüm okurlar da bunu hissedecektir. Nasıl geldi Oğlanlar’ın hikâyesi size, nasıl bir motivasyonla yazıldı bu roman?

Çok teşekkür ederim. Bu güzel yorumlar karşısında ne diyeceğimi bilmiyorum açıkçası ama kitapla böyle bir bağ kurmuş olmanız beni çok mutlu etti. Beni bu hikâyeyi yazmaya iten çok fazla motivasyon vardı. Fakat iki önemli şeyi düşünerek yazmaya başladım. Kitabı 27-28 yaşındayken yazmaya başladım. Çok uzun bir yazma süreciydi. Yıllar sürdü. Kitap yayımlandığında 33 yaşındaydım. 28 yaşındayken geriye dönüp ergen bir kız olan Jessica’ya bakmak için yeterince büyüdüğümü düşünüyordum. Kendimi artık genç bir kız olarak tanımlamıyordum. Kendimi bir yetişkin olarak görüyordum. Ona, genç kız hâlime, nasıl davranıldığını, nasıl kötü davranıldığını anlayacak kadar yetişkindim. Okula gidersin ve derslerde bir şeyler öğrenirsin ama asıl derinin altına işleyen okul koridorlarında öğrendiklerindir. Burada cinsiyetçilik, cinsel objeleştirme vardı. Bilirsiniz, çekici olmak için belli tipte bir kız olmanız gerekir, belli bir görüntüye ve davranışa sahip bir kız. Eğer bunu yapmazsanız, ya da o kişi olmazsanız size orada yer yoktur. Bu duygularımı alıp Kim’in içine koydum. Kitapta bahsettiğim “ceylan kızlar” gibi olmazsan sende bir şeylerin yanlış olduğunu düşünmeni sağlarlar. Eğer o kızlardan biri olmayı seçersen de senin asla kendin olmana izin vermez seni sadece bir görüntüden ibaret görürler. Okula giderken o kızlar gibi ilgi gören biri olmak istediğimi, böyle biri olmadığım için onları kıskandığımı hatırlıyorum. Ama aslında onların gördüğü gibi bir ilgi de görmek istemiyordum. Oğlanların avcı kızların avlanan, oğlanların kaşif, kızların keşfedilmeyi isteyen, oğlanların özne, kızların nesne, oğlanların aktif, kızların pasif olduğu düşüncesinden kurtulmak çok zordu. Sanırım 28 yaşına geldiğimde artık kendimi güvende hissediyordum. Geriye dönüp baktım ve bana zarar veren tüm bu varsayım ve onlardan kaynaklanan deneyimlerle ilgili yazmaya karar verdim. Bu kitabı yazmak içimdeki genç kızı bir parça rahatlattı ve bir şekilde onun intikamını almışım gibi hissettim. Kitabı yazmamdaki ikinci önemli motivasyon ise 20’li yaşlarım boyunca -ve hâlâ- birçok arkadaşımın trans geçiş sürecini yaşamış olmasıydı. Ameliyat olmaları, terapiye gitmeleri gerekiyordu ki bu süreçler pozitif olmaktan çok acı verici olabiliyordu. Bu arkadaşlarımın bazıları intihara bile teşebbüs etti. Bu konularla ilgili çok fazla konuşuyorduk ve ben de kendimi bu kavganın içinde görüyordum. Hissettiğin kişi olabilme hakkın için kavga etmenin… Ve bu beni beden hakkında çok fazla düşünmeye itti. Beden bir insanı gördüğünde, onda gördüğün ilk şeydir. Görünen beden birçok önyargıyı da birlikte getirir. Birileri beni görür ve bir kadın olduğuma karar verir. Ve bu da bir anda benim hakkımda birçok kanıya varmasına sebep olur. Bu yargıları doğru da olabilir yanlış da. Bedeni bir kıyafet olarak düşünmeye başladım. Sabah uyandığımızda dolabımızı açıp o gün için bir beden seçebildiğimizi hayal ettim. Hikâyede geçen maskeleri ve kostümleri kullanmamın sebebi de buydu. Kim, Momo ve Bella’nın güvende ve kendileri gibi hissettikleri sihirli bir dünya yaratmak istedim. Onların günlük gerçeğin dışına çıkmalarını ve özel güçlere sahiplermiş gibi hissetmelerini istedim. Çünkü onlar görünmez olmak istemiyordu, onlar oldukları kişi gibi görülmek istiyorlardı.

Girls Lost, Yön.: Alexandra-Therese Keining, 2015Oldukları gibi görünmek demişken. Kitaptaki üç karakterinize gelmek istiyorum. Kim, Momo ve Bella. Kişilikleri birbirinden çok farklı bu üç arkadaşın karakter yaratım sürecinden biraz bahseder misiniz?

Açıkçası bu üç, bir parça da tipik diyebileceğimiz, karakteri inşa ederken onlara farklı kadınlık özellikleri vermeye özen gösterdim. Bella’nın doğayla bağı çok kuvvetli, bir serası var, bitkileri onun için çok önemli aynı zamanda korumacı bir kişiliği de var. Annemde, anneannemde ve etrafımdaki birçok kadında gördüğüm bir özellik bu. Momo ise benim için daha çok daha genderfluid* bir insan. Kimliğiyle, cinsiyet kimliği ve cinselliğiyle ilgili oyunlar oynayabilen bir karakter. İçinde bir yerde kendisinden tatmini olan biri aynı zamanda. Bir oğlan ya da kız olmak onun için o kadar da önemli değil. Kim’in bedeniyle ilgili hissettiği sıkışmışlık duygusunu yansıtmak çok önemliydi. Kitaptaki karakterlerden Kim, yanlış bir bedene doğmuş olduğunu düşünüyor. Ve bunun dışına çıkmak, başka bir bedene sahip olmak istiyor. Hayatımın farklı zamanlarında kendimi bu üç karakter gibi de hissettiğim zamanlar oldu. Bazen Bella, bazen Momo, bazense Kim oldum hayatım boyunca. Hikâyenin tam olarak bir transseksüel hikâyesi olmasını istemedim örneğin.

Açıkçası ben hikâyeyi öyle okumadım. Tüm karakterlerin cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimleri onlardan herhangi birini trans olarak tanımlamak için fazla geçişli ve fazla akışkan gibi hissettim hatta.

Evet, ama İsveç’te bazı okurlardan böyle yorumlar aldım.

Buradan biraz da oğlan çocuklarına geçmek istiyorum. Bu toplumsal cinsiyet inşası onlara ne gibi sıkışmışlıklar yaşatıyor. Asla kızlarınkinin önüne geçmese de Tony’nin hikâyesi, kendi hissettikleriyle ilgili düştüğü dehşet de çok ilginçti çünkü.

Bu soruya şöyle cevap verebilirim. İsveç’te okullara kitap üzerine konuşmak için gittiğimde, çoğunluğu 14-15 yaşlarındaki çocuklar arasından bana soru soranlar genelde kızlar oluyor. Oğlanlara “bu kitaptaki hikâyeye ne diyorsunuz, sizce de böyle mi” diye sorduğumda aldığım cevap şiddetle “hayır biz böyle şeyler yapmayız” oluyor. Böyle şeyler olur ama bizim sınıfta değil.

Bu her yerde böyle sanırım. Bizim ailemizde olmaz, bizim mahallemizde, okulumuzda hatta bizim ülkemizde “böyle şeyler” olmaz. Sanki bu kadar cinsiyet ayrımcılığı, taciz, cinsel objeleştirme doğa üstü varlıklar tarafından yapılıyor gibi değil mi?

Kesinlikle, bizim kitabımızda öyle şey yazmaz diye savunmaya geçiliyor hemen. Ben de bu konuşmalara başlarken öğrencilere şöyle soruyorum, “aranızda bu kitapta oğlanların kızlara yaptığı gibi zorbalıklar yaşamadım, hiç böyle bir şeye tanık olmadım ya da etrafımdan hiç böyle bir şey duymadım diyen varsa çıkabilir” diyorum. Ve kimse çıkmıyor. O zaman şimdi konuşmaya başlayabiliriz, diyorum. Birçok oğlan çocuğu cinsiyetçi bir şekilde davranmıyor olabilir ama içinde yetiştirildikleri dünya cinsiyetçi. Bu yüzden onlar da cinsiyet ayrımcılığına karşı kendi savaşlarını vermeli. Eğer onlar da bu toplumsal cinsiyet rollerinin bir adım ötesine geçmek istiyorlarsa daha kadınsı görünme riskini göze alarak bir şeyler yapmalılar. Bu hem oğlan hem kız çocukları için bir savaş. Diğer taraftan bazen oğlan çocukları ne hissediyor konusuyla çok da ilgilenmediğimi de itiraf etmem gerek. Bu kitap toplumdaki cinsiyetçiliğin, kadın bedenini objeleştirmenin bize ne yaptığıyla ilgili. Bu sadece bir kişinin, tek bir erkeğin ne yaptığıyla ilgili değil. O başka bir hikâyenin konusu. Örneğin kitabın filme dönüşme sürecinde, filmi finanse edenlerden bazıları senaryoyu değiştirmek istediler. Tony’nin geçmişini bilmemiz gerektiğini düşündüler. Neden böyle bir çocuk olmuştu, küçükken ne yaşamıştı, kötü bir ailede büyümüş ya da istismar mı edilmişti… Bu teklife benim cevabım “bu Tony’nin hikâyesi değil” oldu.

Kesinlikle. Bazen belki de konu tek bir kişinin cinsiyetçi davranışlarının ardındaki hikâye değildir. Bazen geride bir hikâye bile yoktur belki de. İyi bir ailede yetişmiş, eğitimli, kibar ya da kariyer sahibi bir erkeğin istirmarcı olamayacağı anlamına geliyor bunu düşünmek ki durumun hiç de böyle olmadığını biliyoruz. Peki finansörlerin bu fikrini değiştirmeyi nasıl başardınız?

Şansıma filmin yönetmeni Alexandra-Therese Keining de benimle aynı taraftaydı. Filmin sadece bir bakış açısıyla olmasını tercih ettik, bu da Kim’in bakış açısı olacaktı. Odağımızda kızlar olacaktı. Cinsiyetçiliğin onlara neler yaptığı olacaktı. Birini cinsiyetçi yapan mekanizmalara eğilmek değildi niyetimiz. Elbette bu da önemli fakat bu bambaşka bir hikâyenin konusu.

Girls Lost, Yön.: Alexandra-Therese Keining, 2015Kitapta sera, bitkiler, kelebekler ve orman, hikâyenin önemli bir parçası. Hem atmosfer hem metafor olarak çok önemli bir yer tutuyorlar. Masalsı bir gerçeklikte akmasını sağlıyor hikâyenin. Doğayla bağınızdan söz edelim mi biraz.

Bella’nın çiçek serasını oldukça düzenli bir dünya olarak hayal ettim. Camdan bir ev, şeffaf ve bitkilerle dolu. Kızlar oradayken kontrol onlarda. Orası kızların dünyası. Bir de şehrin dışındaki orman var. Tony’nin dünyası. Gece, göl, orman ve bunların hepsi sanayi bölgesinin yakınında. Bu iki dünya -sera ve orman- arasında keskin bir uçurum var. Bu bir çeşit sınır da aynı zamanda. Şehir, sokak lambaları, düzenli bir hayat ve bu sanayi bölgesi, kırık dökük terk edilmiş binalar, karanlık arasında. O çeşit bir orman bir kız çocuğu olarak bana göre değildi. Asla gidemeyeceğim bir yerdi. Hem de gece vakti. Benim için çok tehlikeliydi, çok fazla risk vardı. Sanırım oraya gidebiliyor olmayı hayal ettim. Kim’in erkek olmasına izin vererek bir genç kız olarak benim de girmemin mümkün olmadığı o yasaklı karanlık ormana girmesini sağlamış oldum.

Peki kitabın film uyarlaması Girls Lost  hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben henüz görmedim filmi fakat hikâyeyi beyazperdede görmek sizin için nasıl bir deneyimdi, hikâyenin yaratıcısı olarak siz ne kadar memnundunuz ortaya çıkan işten?

Filmin senaryosunu da yönetmeni yazdı. Açıkçası ben çok işin içinde değildim. Kitapta hikâyeyi biz yetişkin Kim’den dinliyoruz. Oysa film hikâyenin geçtiği yaza odaklanıyordu. Burada önemli bir noktanın kaçırıldığını hissetsem de ortaya güzel bir film çıktı. Km’in bir yetişkin olarak yaşadıklarına bakmasını önemsiyordum. Yani biri çıkıp kitabı bir de olduğu gibi Kim’in genç kızlık dönemlerine ve yaşadıkları cinsiyetçiliğin onlara ne yaptığına bakarak çekmek istiyorum dese hayır demem açıkçası.

Bu söylediğinizin gençken yaşadıklarımıza yetişkin gözüyle bakabilmenin yarattığı imkânlar açısından önemli olduğunu düşünüyorum ben de. Ortaokul ya da lise yıllarımızda hatta üniversitede yaşadığımız cinsiyet ayrımcılığının ya da kız çocuğu olarak maruz kaldığımız zorbalığın, istismarın, sıkıştırılmak istediğimiz dünyanın içindeyken ne olduğunu tam olarak tanımlayamıyoruz. Kötü bir duygu bırakıyor yaşadıklarımız ama bunun adını koyamıyoruz. Bunları yaşadım ve bunun sebebi cinsiyetçilikti diyemiyoruz örneğin.

Kesinlikle. İzlendiğine ve saldırı altında olduğuna dair bir hisse sahip oluyorsun ama bunun kız çocuğu olmandan kaynaklandığını daha sonradan fark ediyorsun. Ben 28 yaşında dönüp baktığımda bunu anladım. Yaşadığım hiçbir şey ama hiçbir şey benim hatam değildi. Bu benim sorumluluğumda değildi, bu bana yüklenmiş bir sorumluluktu. 13-14 yaşındaki bana yüklenmiş kaldıramayacağım bir sorumluluktu. Bu kitabı yazmış olmayı bu anıları vücudumdan atmış olmak gibi de görüyorum bu yüzden. Sizin de söylediğiniz gibi yetişkin Kim yaşadıklarının ona ne hissettirdiğini sözcüklerle ifade etme gücüne sahipti.

Son sorum, biraz geniş bir soru olacak ama, dünyanın geleceğini toplumsal cinsiyet bağlamında nasıl görüyorsun? Bir taraftan kız çocukları kitapta anlattığın gibi zorbalıklara dünyanın her yerinde her gün maruz kalmaya, oğlan çocukları inşa edilmiş bu rollerin altında ezilmeye ve bir yandan onun parçası olmaya, trans çocuklar kendilerini ait olmadıkları bir bedene sıkışmış hissetmeye devam ediyorlar. Diğer yandaysa toplumsal ve biyolojik cinsiyetten bağımsız olduğunu söyleyen gençlerin sayısı da giderek artıyor. Hem İsveç özelinde hem de genel olarak nasıl bir gelecek bekliyor sizce bizi?

İsveç’ten başlamam gerekirse, iki farklı yönü var durumun. Bir tarafta İsveç’te her çeşit ayrımcılığa karşı çok ama çok iyi yasalar var. Herhangi birinin ya da herhangi bir şeyin karşılaşacağı bir ayrımcılık yasalar tarafından en iyi şekilde engelleniyor gibi görünüyor. Fakat yasalar ve normlar arasında önemli bir fark var. İsveç’te normlarla ilgili hâlâ çok büyük sorunlarımız var. Yasalara baktığımızda kâğıt üstünde İsveç’te hiçbir cinsiyet ayrımcılığının olmaması gerek. Fakat işin gerçeği iş yerlerinde, okullarda, sokaklarda, cinsiyetçilik her yerde. Elbette yasalar tarafından korunduğunu bilmek harika. Fakat kanunların normların önüne geçemediğini bilmek üzücü. İsveç’te cinsiyetçiliğe karşı iyi bir iş çıkarmadığımızı söyleyemem elbette. Çok cesur ve güçlü insanlar var yasaların daha işlevsel hâle gelmesi için çalışan. Fakat İsveç’in bir ütopya olduğu düşüncesi, üzgünüm ama, tamamen yanlış.

Bella’nın okulda oğlanlar tarafından taciz edildiği o bölüm. Bir söyleşinizde bunun lisedeyken şahit olduğunuz bir olay olduğundan bahsetmişsiniz örneğin.

Evet. Ve ben okullarda yaptığım konuşmalarda bunun hiç de gerçekçi olmadığına dair eleştiriler alıyorum. Oysa kitaptaki en gerçekçi anlardan biri oydu. Oğlanlar ile yapmaya çalıştığım aslında tam olarak buydu, son derece gerçekçi bir hikâyeyi masalsı bir kılıfla anlatmak.

Geleceğe dair sorunuza geri dönecek olursam, örneğin #metoo (ben de) kampanyasını geçen yılın en önemli olaylarından biri olarak görüyorum. Çünkü o kampanyadan önce okullara gittiğimde ve kitap hakkında gençlerle konuştuğumda, sınıftaki herkes, İsveç’te kullandığımız bir terimle anlatmam gerekirse “sessizlik kültürü”nün etkisiyle davranıyordu. Bunlar bizim üzerine konuşmadığımız şeyler diyordu herkes. Fakat kampanyadan sonra çocuklar bu konularda konuşmaya daha açık olmaya başladı. Taciz, istismar ve zorbalık hakkında konuşmak, onu halı altı etmemek çok önemli. Ve, en azından benim gözlemlediğim, #metoo kampanyasının ardından çocuklar daha fazla konuşmaya başladı. Çünkü kampanya insanlara bir alan açmış ve daha fazla sessiz kalmamaları için onları desteklemiş oldu.

Cinsiyet rollerinin gelecekte nasıl dönüşeceğine gelirsek, bu sadece bir dilek de olabilir ama, bir şeylerin değişeceğini düşünüyorum. Cinsiyetçilik elbette tamamen yok olmayacak ama “sessizlik kültürü”nün artık yavaş yavaş da olsa yok olacağını düşünüyorum.

Gelecek hakkında az önce söylediğim #metoo örneğinden de hareketle olumlu olmaya çalışıyorum ama sonra Türkiye’de neler olduğunu düşünüyorum. LGBTİ+ hareketinin karşılaştığı yasaklamalar, hükümetin giderek artan baskıcı politikaları, hapisteki gazeteciler ve sanatçılar.... Bunları düşündükçe umutlu olmak ne kadar mümkün bilmiyorum elbette. İsveç pasaportuna sahip biri olarak sahip olduğum ayrıcalığın da farkındayım. Düşüncelerimi ifade edebilmenin nasıl bir ayrıcalık olduğunun. Risk almadan düşüncelerimi ifade edebileceğimi biliyorum ama sizin bu en basit özgürlüğe bile sahip olmadığınızı biliyorum.

Evet, ben bırakın muhalif fikirlerimi ifade etmeyi iki kere düşünmeden tweet bile atamam örneğin.

Evet, bana sokakta sihirli bir gücünüz olsaydı Türkiye’de neyi değiştirirdiniz diye sordular ve ben de Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığını, gazeteci ve yazarların hapiste olduğunu ve bunu değiştirmek istediğimi söyledim. Fakat böyle bir soruya sizin benim verdiğim cevapları vermenizin mümkün olmadığının farkındayım, benim bu kadar rahat konuşabilmemin sebebi Türkiye pasaportuna değil Avrupa pasaportuna sahip olmamdı.