Olmayanın, olamayanın anlatıcısı Marías, yaşananların anlatıcısı olduğu kadar. Ölüme ses biçen, ölümü söze döken, gerçekleşemeyeni ölümle, boşlukla, ihanetle, kuytu köşelere sinmiş geçmişin ve savaşın açtığı yaralarla ortaya koyan bir yazar
24 Kasım 2016 14:05
Çocuk büyüme
Hemen öl
Kuşkuya yenilmeden.
Vüs’at O. Bener, Hemen.
Zor gidiyor elim kaleme, kolay değil yazmak bugünlerde.
Kolay değil yazmak en sevdiğim yazarlardan biri üstüne.
Konuşuyorum kendi kendime, türlü sorulara türlü yanıtlar arıyorum; türlü sorulara türlü yanıtlar arıyorum bir de türlü sorulara türlü yanıtlar arayan, bulan ve bulamayan, bulamadığında sorularına yanıtsızlıkları üstünden biçim veren bir yazarın satırlarında ve zihninde.
Binlerce yıldır süregelen öğelerle kendi kendini yeniden düşünüp kuran bir yazın Javier Marías’ınki. Hayatın karşısına ölümü, dürüstlüğün karşısına yalanı, sevginin karşısına ihaneti, aslın karşısına suretini, mutlaklığın karşısına belirsizliği koyan ve ruhunu da işte bu ölüme, savaşa, ihanete ve yalana; sırtınıysa belirsizliğe yaslayan bir yazın. Okuru kendi boşluğuna düşüren, kendi boşluğuyla yüzleştiren, yeniyi eskiye bulaştıran, boşluğu kapatmaktansa boşluğun biçimini, şeklini yaratan; gücü, görünmez olanı görünür kılmakta yatan bir yazın. Öyle bir görünürlük ki bu, mümkün neredeyse dokunmak bir anda vücut bulan o boşluğa, dile gelen, yazıya, yaprak yaprak üstünüze dökülen o duygulara. Kalpte ruhu duyuran, gözde gözü gören bir yazın Javier Marías’ınki.
Eğer yazarların dile getirdikleri gerçeklik karşısındaki durumları ve tutumları, soruları ve cevapları, düşleri, korkuları ve yaratılarıysa, “bir metin yazarın dünyayla diyaloğu” ise, ruha kurşun gibi çöken ölüm, ihanet ve savaş, Marías’ın, dünyanın yansıması olarak sunduğu, gerçekliği. Bir felaket anlatısı belki de onunki.
Biri iç savaşta olmak üzere sadece kendi ailesinden dört kişiyi kaybeden biri için pek de şaşırtıcı değil aslında bu. İspanya İç Savaşı’nda babası, en yakın arkadaşlarından biri tarafından ihanete ve iftiraya uğrayarak, hapse düşen ve idamdan son anda kurtulan biri için çok da şaşırtıcı değil.
Belki de bu yüzden eserlerinin okura verdiği his camda kendi yansımasına bakan bir Marías zaten; aklında hep ölüm, dünyada bir çatlak açan, onmaz ve onarılamaz ölüm, hep ihanet, hep yalan.
Olmayanın, olamayanın anlatıcısı Marías, yaşananların anlatıcısı olduğu kadar. Ölüme ses biçen, ölümü söze döken, gerçekleşemeyeni ölümle, boşlukla, ihanetle, kuytu köşelere sinmiş geçmişin ve savaşın açtığı yaralarla ortaya koyan bir yazar.
Anı dediklerimiz, durmadan ürettiklerimiz cümlesini doğrularcasına dilini tekrarlara dolayan, uzun cümleler kuran bir yazar Javier Marías, gelgelelim düz bir çizgide ilerlemiyor anlatısı, daireler çiziyor; metinleri birinden diğerine uzanıyor. Girdaplı bir dünya onunki. Her şeyi söylemek değil yaptığı, bilhassa birtakım şeyleri tekrar tekrar ve tekrar tekrar söylüyor; oradan oraya sıkıntı içinde, sancılar içinde, kıvrana kıvrana dönüyor cümleler, yazarken ağır ağır belirginliğe eriyor, canlanıyor sözcükler; her şey birbirine bağlanıyor (okudukça). Anlaşılmamış nokta aydınlanıyor, yeri yurdu, niyeti, kimliği sorgulanan sözler bütün içindeki vazgeçilmez yerini alıyor.
1986 senesinde yayımlanan romanı Duygusal Adam’dan itibaren, yaşadıkları can sıkıcı olayları geride bırakmaya çalışan, orta yaşa adım atan insanların, çoğunlukla erkeklerin, (bugüne değin tek bir romanında, Karasevdalılar’da kadın anlatıcı kullanıyor) hikâyelerini birinci tekil şahsın ağzından anlatıyor Javier Marías. Hepsi de aynı özellikleri paylaşıyor bu kahramanların; insana hiçbir katiyet sunamayan bir dünyada, ne kişisel ne etik ne de yazınsal bir kesinliğe sahip bir dünyada bir şehirden diğerine savruluyor ve kendine bir yer bulmaya çalışıp duruyor her biri.
Marías’ın eserlerindeki tekrarlar aynı zamanda metinsel bir travma yaratıyor; yazılı metni büsbütün bir travmaya dönüştürüyor. Marías, gerek metin içi, gerekse romanın kendi sınırlarının dışına çıkan, hatta yazarın kendi romanlarının sınırlarını aşıp da başka yazarların, özellikle Shakespeare’in, (Marías’ın pek çok kitabı adını bile Shakespeare eserlerine borçludur) metinlerine de ulaşan metinlerarası bir ilişki kuruyor; sanki bu tekrarlar hayatta kılacakmışçasına hayatta olmayanı yahut diriltecekmişçesine unutulmuş olanı. Sondan kurtaracakmışçasına. Sanki ancak, her seferinde yeni bir şey eklenen, bu tekrarlar, bu döngüllük ortaya çıkarabilecekmişçesine gerçek değer ve anlamını. Bu yüzden belki de her tekrar yeni bir anlam taşıyor Marías romanlarında, bu yüzden belki de ritmi müzikten ve şiirden geçiyor.
Ölüleri hatırlama sorumluluğu düşer ya yaşayanlara, hep bir özlem var Marías romanlarında; ölene duyulan, terk edip gidene duyulan, geçmişe, bazen geleceğe duyulan bir özlem. Yaşanamayana. Gidip de dönmez olana. Bir türlü bir türlü dönmez olana. Bir de özlenenin başına bir şey gelme korkusu var. Hep var, hep var.
Derrida’nın “hauntology” terimine öykünürcesine hayaletlerin ziyaretine dayanan bir anlatısı; adeta bunun, hayaleti yaşatmanın, görmezden gelinmesine müsaade etmemenin üstüne kurulan bir “kurgu” dünyası var Marías’ın. Sadece bir romanı içinde ölülerin akla düşmesinden, hayaletin tek bir roman içinde hatırlama olmasından söz etmiyorum üstelik. Kendinden önce gelen romanlarda o bedene yeniden biçim vermek Marías’ın yaptığı.
Hemen hemen hep bir Luisa var mesela anlatısında; özlenen, evlenilen, ayrılınılan, arzulanan, görüşülen. Yarınki Yüzün üçlemesinde, Karasevdalılar’da, Yarın Savaşta Beni Düşün’de, Beyaz Kalp’te, Todas las almas’ta. Hep aynı kılıkta, aynı ruhta olmasa da.
Yalnız değil üstelik Luisa bu tekrar eden isimler arasında: “Sahte sanatçı” Custardoy eşlik ediyor ona. Hem Yarınki Yüzün’de hem de Beyaz Kalp’te çıkıyor karşımıza. Todas las almas’ın Clare Bayes’i, Cromer-Blake’i ve Toby Rylands’ıyla Yarınki Yüzün’de karşılaşıyoruz bir kez daha. (Evli bir kadın Clare Bayes Todas las almas’ta; isimsiz İspanyol anlatıcıyla ilişkiye sürüklenmesine engel değil evliliği yine de; Toby Rylands’a hayran bu adsız kahraman, Cromer-Blake’le arkadaş; Yarınki Yüzün’de şefkatle anılmıyor Clare; Cromer-Blake yalnızca acınası, Toby Rylands ise dehşetle anılan bir figüre dönüşüyor.)
Öte yandan “hayalet”, geçmişin, daha da önemlisi geçmişteki adaletsizliğin temsilcisi olarak vücut buluyor Marías anlatılarında. Bundan böyle hayatta kalanın görevi oluyor artık göremeyen için tanıklık etmek yaşananlara. Ona düşüyor anlatı yoluyla başa çıkmaya, bir anlam vermeye çalışmak bu kayıplara. Örneğin Yarın Savaşta Beni Düşün’de Víctor’un görevi kollarında ölen Marta’nın ölümüne tanıklık etmek oluyor. Anlatarak tanıklık etmek; yaşananlar anlatılmadığı, keşfedilmediği, dile, söze, yazıya dökülmediği sürece yaşanmış sayılmıyor ne de olsa.
Bunun yanı sıra, “her bir hatırlama farklılığın sonsuz geri dönüşüdür,” diyen Deleuze’e öykünürcesine anlatıcıdan anlatıcıya değişen hikâyeler var hep Marías romanlarında. Sözün güvenilmezliği, yalanın istilası. Anlatıcının, ister bireysel tarihi söz konusu olsun ister kolektif tarih, anlatacaklarına, istediği şekli verebilme özgürlüğü. Her şeyi sil baştan yaratabilme serbestliği.
Gelgelelim belki de tam da bu daimi yaratı yetisinden, hiç kimsenin başkasını tamamen anlama donanımına sahip olmadığını durmaksızın yineleyen bir Marías var bütün romanlarında; kendi kendini mütemadiyen inşa eden bir bünyede hiç kimse aynı değildir çünkü dünle. Kişinin yarınki yüzünü tanıması bile olanaksızdır hatta. Marías’ın kahramanlarının kendilerine yaklaştıkça kendilerinden uzaklaşmaları bundandır belki de. Bireyselliğin bir şekilde durmaksızın kolektife bağlanışı bundandır belki de.
Bundandır belki bir diğer takıntılı konu: İletişim eksikliği. Kişinin ne kendisini ne de başkasını büsbütün tanıyıp kavrayabildiği bir evrende şaşılası da değildir. Bundandır yüz yüze söylenmeyip de telesekretere bırakılan mesajlar, bundandır moraran gözlere uydurulan kılıflar, bundandır eski karının bir fahişeye dönüştüğünden şüphelenmeler…
Oysa imkânsızdır bazen yalanı hakikatten ayırmak; daha iyidir bazen bilmemek ya da susmak. Sırlarına arkamızı dönmek yahut unutmak sırlarını tanıdıklarımızın.
Ve yine bundandır belki (çeviride ve sanatta sahtekârlık da dahil olmak üzere) sahtekârlıkla dürüstlüğün hep birbirine karışması. Hep bir parça yabancılıkla süslenen, kendine yabancılıkla katmerlenen, beyhude yere bir hakikat ve dürüstlük arayışı.
Beyaz Kalp’in en genel anlamıyla dürüstlüğe kafa yorma anlatısı olduğunu söylemek mümkün bu bağlamda. Adını yine Shakespeare’den alan son romanı Asi empieza lo malo’nun (Acı bir başlangıç bu) Yarınki Yüzün’le ortak bir paydada buluşup gerçeğin, hatta gerçek tarihin bile, hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeyeceğinin, uydurma haberlerin ve söylentinin tehlikesinin altını çizerken anlatıcısı Juan De Vere’nin hatırlamak, geçmişini, kişiliğini oluşturan olayları yeni bir düzene oturtmak için anlatmaya ve yazmaya başlamasını bir dürüstlük arayışı olarak yorumlamak mümkün.
İspanya İç Savaşı’nı Kore Savaşı’na, Kore Savaşı’nı I. ve II. Dünya savaşlarına bağlayan Yarın Savaşta Beni Düşün’le de birleşen bir ortak paydası daha var bu iki romanın: Diktatörlük, savaş, tiranlık. Bireysel anıları kolektif anılara dolayarak yeniden, şiddetin, vahşetin, yıkımın izlerini sunmak okurlara.
Marías romanlarında bambaşka bir tekrar yolu daha söz konusu: Bir kadının farklı zamanlarda aynı erkekle sevişmesi de yineleme yaratmanın bir parçası. (Temeli Othello’ya dayanan Duygusal Adam’dan itibaren çoğunlukla bir aşk üçgenine düştüğü de görülüyor kahramanlarının.) Farklı farklı insanların aynı bedenlerde buluşması. Belki bu da bireysel olanı büsbütün farklı bir kolektife dönüştürme politikası.
Metne ya da söze ister sadık kalan ister ihanet eden hep bir çevirmen var, kendi de çevirmen olan bu yazarın anlatılarında.
Kurmacayla gerçeği bulandırıyor Javier Marías tüm bu saydıklarımızın yanı sıra: Asıl John Gawsworth’ün, gerçek bir yazarın, hikâyesinin ekseninde dönüyor Todas las almas’ın anlatısı, daha önce sözünü ettiğimiz Clare Bayes, Cromer-Blake, Toby Rylands da yer alsa da kitapta. Varlığı kanıtlanmak istenircesine fotoğraflar ekleniyor metne. Aynı yöntemi daha sonra Yarınki Yüzün üçlemesinde de kullanıyor. W.G. Sebald’ı hatırlatıyor Marías’ın bu sınır bulandırma yöntemi; sadece bu da değil, hemen her romanında sürgüne, kişinin istemli istemsiz yer değiştirmesine başvurması da Sebald’ı çağırıyor akla.
Biri geleceğe yönelik, öbürü geçmişe dönük iki duyguyu anlatıyor Marías romanlarında; hele hele Yarın Savaşta Beni Düşün’de büsbütün anakronistik bir zamana başvuruyor. (Son daha en başta yaşanıyor.) Hiç olmamış olanla, hiç olmayacak olanı birleştiriyor, biri geriye, öbürü ileriye yürüyor, gelgelelim ikisi de aslında hiçbir yere gidemiyor; aradaki bağlantı ancak ve ancak şimdide kuruluyor.
Javier Marías gerek sözel, gerek fiziki, gerekse görsel bir yoklukla kurguyu oluşturuyor. Çünkü: Mezarda bir çukur/ o korkunç yeri/ bir yuva yapıyor.
Her şey gözleme dayanıyor Marías romanlarında; hani neredeyse kahramanları hayatı yaşamaktan çok gözlemliyor. Dolayısıyla belki de eylemden çok fikir anlatısına giriyor Marías’ınki. Tasavvur oluyor metninin aksettiği. Yaşantı öyle çok duyguyla eşleşiyor ki bellekte, her şey birbirine bağlanıyor; her şey tanık olunan bir şeyleri simgeliyor. Geçmişe yalnızca kendi metinleri içinde dönmekle kalmıyor, bir bakıma klasikleri baştan yaratıyor Javier Marías: Belki de hayat ve kurmaca arasında bir fark olmadığını kanıtlama arzusuyla, hayat kitapların, Othello’nun, III. Richard’ın, Kral IV. Henry’nin ve daha nicesinin, yankılarında görülüyor romanlarında.
Başta “sahte roman” olarak tanımladığı La negra espalda del tiempo olmak üzere, Marías’ın tüm anlatılarının tohumlarını kendi hayatında ve ülkesinde bulmak, romanlarının yazarın İngiliz ve İspanyol yanlarını ortaya koyduğunu, adeta çift dilli yazıldıklarını, yazınının neredeyse İspanya ve İngiltere tarihi üstünden insanların geçmişini sorgulayan polisiye roman anlayışında ilerlediğini söylemek mümkün ya, bu romanlarda mesele suçluyu bulmak değil: Yaşanmış ve yaşan(a)mamış olanın önemi, yaşayanların hayatında ölülerin kapladığı yeri, neyin sona erdiğini, geriye nelerin kaldığını belirlemek, anımsamak, anımsatmak belki. İnsanın yurda, dile, kendine yabancı olabileceği, kendini yanlış hanede hissedebileceği, dilin bile bir gizlenme yöntemine dönüşebileceği, ismin bile içinde bulunulan ülkeye göre değişebileceği bir dünyada ölüme bir anlam vermeye çalışmak, özlemin her şeyi kaplayan boşluklardan birine dönüşmesine izin vermek.
Zor geliyor susmak; iyi kötü, az çok yaşanan hayat şimdi ve burada; şimdi ve burada taktılar koluna yaşam alanını kaplayan yalanı ve savaşı.
Zor geliyor susmak; bizi hep sahnede olan hayaletleriyle ölüm yürüyüşüne çıkaran bu saplantılı adamın romanında birikiyor döktüğümüz ve dökmediğimiz tüm o gözyaşları.