Javier Marías'ın fútbol aşkı: “Real’in beni sevmesini beklemem!”

Yarınki Yüzün üçlemesinin yazarı Javier Marías'ın Real Madrid aşkı, Mourinho nefreti ve yaygın Real Madrid nefretine karşı tavrı: "Nefret kolay kazanılmaz!"

18 Temmuz 2020 18:03

Dünya liglerinin en güzel adlısı olan La Liga’da, İspanya futbolunun üst liginde sezon bu gece bitiyor ama şampiyon perşembe akşamı oynanan maçlarla belli oldu: Real Madrid. Barcelona’yı geçerek 34. şampiyonluğunu kazandı Real. Barcelona’nın da 26 şampiyonluğu bulunuyor. Zaten lig tarihi boyunca 89 unvanın 60’ını, yani % 67’sini bu ikisi kazanmış.

Real Madrid önceki iki sezonda da sadece üçüncü olabilmişti. Sebebi, 2012’den beri Real-Barcelona rekabetine uzun bir aradan sonra Atletico Madrid’in de tekrar katılmış olması. Hatta Atletico Madrid 2014’te şampiyon olmayı başararak, 2002’de Valencia’nın kupayı kaldırmasından beri ilk kez Real-Barcelona oligarşisini kırmıştı.

Nitekim Javier Marias, 2017’de bir söyleşisinde, Almanya’da Bayern’in rekabeti öldüren tekelinden yakınırken, İspanya’da hiç değilse son yıllarda şampiyonluk “kabiliyeti” olan üç takım olmasına şükretmişti. Atletico’ya nefret derecesinde husumet duymasına rağmen.

Javier Marias’ın futbol aşkı

Javier Marias, İspanyolcanın ve çağdaş dünya edebiyatının yaşayan gerçekten “büyük” yazarlarından biri. Geçende Behçet Çelik, K24'te onun “konuşkan” (“geveze”?) anlatıcılığı üzerine, Marias okumanın zevkini çoğaltan bir yazı yazmıştı. 

Marias’ın romanlarında/öykülerinde futbol hiç geçmez. Oysa kendisi sahici futbol hastası. Alt hastalığı, Real Madrid taraftarlığı. Futbol üzerine denemelerini 2000’de Salvajes y sentimentales (Vahşi ve duygusal) adıyla kitaplaştırmış. Benim okuduğum Almanca çevirisine, denemelerden birinin adını koymuşlar, o da güzel: “Bütün o eski cenklerimiz” (Alle unsere frühere Schlachten, Klett&Cotta 2002). Bir söyleşisinde, kendisini Manuel Vázquez Montalban’ın zıttı, karşı kutbu gibi gördüklerini söylemişti. Katalan yazar Montalban,  İspanya ve dünya polisiye edebiyatının ustalarından. Ezelî rakibin, Barcelona’nın taraftarı ve futbolseverliği sanırım daha fazla biliniyor.

Yedi yaşından beri bir gözü hep futbolda olmuş Marias’ın. Abisinin gaz bezinden imal ettiği zemin üzerinde tahta çubuklar ve mantarla masa futbolu oynarlarmış. 1950’lerde çocukluğunu geçirdiği Chamartin, Real Madrid’in “mahallesi.” Hem ondan, hem de ergenliği Puşkaş’lı, Kopa’lı, Gento’lu, Di Stefano’lu efsanevî takıma denk geldiğinden, kaçınılmaz olarak Realli olmuş. Futbol yazıları kitabında çocukluğundan beri biriktirdiği albüm fotoğrafları var. Tabii hep Realli futbolcular.

Takım aşkının, sembolik ve tek yanlı bir aşk olduğunu söylüyor: “Real’in beni sevmesini beklemem! Hatta varlığımdan bile haberi olmadığını zannediyorum.”

Sadakati iki kere sınanmış. Birincisi çocukken, Alfredo Di Stéfano kulüpten uzaklaştırıldığı zaman… Mahalle arkadaşlarıyla beraber Real’i bırakıp, kahramanlarının gittiği yeni kulübü, Espanyol’u tutmaya karar vermişler. Ama Real-Espanyol maçının olduğu gün, dönmüşler aşklarına, Real’e. İkincisi, birkaç yıl önce “üslûpsuz bir yazar” dediği Ussia Real Madrid başkan adayı olduğu zaman bırakmayı düşünmüş. (Ussia, iki ay kadar önce de Isco hakkında “bu cihatçı sakallı herif  Real’de oynamayı hak etmiyor” diye tweet atmıştı! Marias kesin yine ifrit olmuştur.)

Real Madrid ve kazanılmış nefretleri

Marias’ın Real Madridliliğini 7 yıl kadar önce müteveffa Radikal’de yazmıştım. Realliliğini anlatırken, öncelikle yerleşik Real Madrid imajının doğru olmadığını kanıtlamaya çabalıyor kendisi. Marias’ın romanlarında sürekli hesaplaşma konusunu teşkil eden, babasının da mağdurlarından olduğu Franco rejimiyle özdeşleşmiş Real Madrid imajına şiddetle karşı çıkıyor. Takımının bu faşist rejimin uluslararası reklam yüzü işlevini görmüş, himaye altında şımartılmış, kibirli, küstah bir müessese olduğu klişesini kabul etmiyor. Marias’ın nazarında Real Madrid, elbette ismiyle müsemma, “kraliyete ait” bir kulüptür, kralcıdır ama “medeni ve nezih bir kralcıdır.” Kulübünü soylu şövalye suretinde resmeder. Marias, Franco rejiminin, Real Madrid’i ancak sonraları, 1950’ler-60’lardaki muazzam Avrupa başarıları üzerine sahiplenmeye yöneldiğini ileri sürer. Del Bosque (Beşiktaş’tayken “Yeniköy kasabı” diye horlayanlar çıkmıştı), kaleci Miguel Angel, Paul Breitner gibi ‘kızıllığı’ bilinen oyuncuları anarak, Real’in pekâlâ “solcu” yüzleri de olduğunu hatırlatır. 1994’de başkan seçilen Ramon Mendoza’nın geçmişte KGB tarafından kullanılmakla suçlanmasına rağmen seçilebilmiş olmasını, camianın sağcı dar kafalılardan müteşekkil olmadığına delil gösterir. Kulüpte uzun süre sportif direktörlük yapan Arjantinli Valdano’nun solcu kimliğiyle övünür.

Yazarımız, Franco’nun esas gözdesi, faşist ruhun asıl yuvası olarak, Atletico Madrid’i ihbar eder. İspanya iç savaşından sonra Madrid’de Franco’cuların hep Atletico taraftarı olduğunu, solcu ve cumhuriyetçilerin tam da bununla inatlaşarak Real’e yöneldiğini anlatır. Atletico’nun 1939-1947 arasındaki adının Atlético Aviación olduğunu hatırlatır; Hava İdman Gücü diye uyarlayabiliriz. İspanya Hava Kuvvetleri’nin Aviación Nacional  (Millî Havacılık) adlı kulübüyle birleşerek bu adı almışlardı. Marias, –klişenin gözüne vuralım–, boğaya mızrağı saplayan matador misali, şöyle vurur son darbeyi: “Real Madrid, işgale uğrayan, bombalanan şehrin adını taşıyordu, Atletico ise o bombardımanları acımasızca gerçekleştirmiş olan Francocu pilotların takımıydı.”

Ezelî rakip Barcelona daha saygındır Marias’ın gözünde. Barça’yı, gerçekten estetik bir şekilde küçümser. Olgunlaşmamış, teatral, hüzünbaz, melankolik, depresif bir zayıf karakterdir, Marias’ın gözünde Barcelona. Esas marazı, Real’den nefret etme ihtiyacından kendini kurtaramamasıdır. Real’in şiirsel, zeki, doygun, kendinden emin ve kendinden hoşnut hali, Barcelona’nın aynasında daha bariz görünüyordur.

“Nefret kolay kazanılmaz,” der Marias; “bunun için yıllar boyunca kimisi hak edilmiş kimisi hak edilmemiş nice zaferler kazanmanız gerekir. Ancak istikrarlı başarıyla, Salieri’nin Mozart’a beslediği nefret gibi yüce bir nefrete hak kazanırsınız.” Real’in bilhassa ezelî rakipleri nezdinde “kazandığı” nefret, ona gurur verir.

Ezelî rakibine hürmet ve muhabbetle baktığını tekrarlamalıyız. Bir yazısını “Sen çok yaşa Barça!” diye bitirmişti.  Daha yakın bir tarihte, şayet Barcelona bir gün ıssız ve mahzun bir Katalunya liginde oynamak zorunda kalacak olursa çok üzüleceğini yazdı. “O zaman her şey iyice Hollanda gibi olur,” diye dalgasını da geçti – yani ufak bir ülkede ufak bir lige mahkûm. Cruyff’tan beri Barcelona’nın Ajax’tan beslenmesine hep takılıyor zira.

Mourinho’yla gelen mutsuzluk

Marias, 2000’de derlediği futbol denemelerinde, Real Madrid’le Barcelona’nın gitgide birbirine benzer hale gelmesinden, –aslında bütün kulüplerin birbirine benzer hale gelmesinden–, karakterlerini kaybetmesinden endişe ediyordu. 17 Ekim 2017’de 11 Freunde dergisiyle yaptığı söyleşiden, bu endişelerinin büyüdüğünü anlıyoruz. Real Madrid’inin halinden de hiç memnun olmadığı anlaşılıyor. “Küstah, kibirli,” diyor günümüz Real Madrid’i için – “ama her zaman öyle değildi,” şerhini düşerek! Yıldızlara haddinden fazla para verildiğinden yakınıyor. “Yıldızlar karması, duygusuz bir sirk” lâfını bile ediyor. Oysa taraftarların özdeşleşecekleri altyapıdan yetişme oyuncular istediğini söylüyor: “Bale’den çok Casillas’a, Zidane’dan çok Raul’a sempati duyuyorum.” Şu söylediğine, –klişenin gözüne vuralım–, kastanyet şaklatırım:  “Ben takımımın oyuncularının yıldan yıla büyümelerini, gelişmelerini takip etmek isterim.”

Tabii Marias’ın Real’den bu ağır memnuniyetsizliğinin Mourinho dönemine denk geldiğini belirtmeliyim. Sizi yazarımızın Mourinho hakkındaki şu tiradıyla baş başa bırakıyorum:

“Real asil bir takımdı, Mourinho onu ‘şerefsiz’ bir takıma çevirdi. Real Madrid asla hakemlerle uğraşmaz, Mourinho’nun takımı sürekli bunu yapıyor. Real Madrid Fair Play demektir, Mourinho’nun takımı ise Foul Play demek.  Real Madrid’in antrenörleri iyi yetişmiş öğretmenlerdi, Mourinho kötü yetişmiş birisi ve bütün övgüyü kendine istiyor.”

O sezon Kral Kupası’nda Atletico’yu tuttuğunu söylüyor, inanabiliyor musunuz; sırf “Mourinho koleksiyonuna bir kupa daha katamasın diye,” diyor!

Real Madrid’in o yıllardaki süper yıldızı Cristiano Ronaldo’yu nasıl gördüğünü sormuşlar. “Ancak süper kahraman maskesiyle getirebiliyorum gözümün önüne,” demiş, “bütün diğer süper kahramanlarla değiştirebilirsiniz onu.” Ronaldo’yu eksikli görüyor: “Derinliği eksik, ciddiyeti eksik, Pathos’u eksik.” “Hobbit kılıklı” dediği Messi’nin de aynen öyle olduğu kanısında. Ronaldo’yu 2016 Avrupa Şampiyonası finalinde ağlarken görünce ne hissettiğini sormaları üzerine şu karşılığı vermiş: “Hiçbir şey. O bir çocuk. Çocuklar ağlar.”

Alman dergisi ya, Real’de oynamış Alman oyunculardan en beğendiğini sormuşlar. Cevabı şöyle: “Özil galiba biraz fazla ışıldaklıydı. O kadar büyük müydü, emin değilim. Oysa Günter Netzer’i izlemek hakiki bir zevkti.”

Vakar

2001’de yayımlanmış bir yazısında, futbolda “belirli bir şiirsel veya estetik adalet vardır,” demiş; en önemli oyuncusu gereken vakarı taşımayan takım, sonunda kaybeder, ona göre. Vakar, Marias’ın futbol etikasının kilit kavramı. Diğer oyuncular gibi oraya buraya koşturamayacak olan kalecinin görünüşünde bir vakar taşıması, saygı uyandırması gerektiğini söylüyor: “Kendisine gol atan forvete sitemle bakışı, onda kalıcı izler bırakmalı ve golcüye, bu şerefli adama bir haksızlık yaptığı hissine gark etmelidir.” Hırslı olmakla, “kazanma müptelâsı” olmayı ayırt ederken de, ölçüsü vakar. Hırs, irade ve vakardır onun gözünde; kazanma müptelâlığı ise, zayıf karakter ve ağlaklık.

“Eski açık yürekli, dürüst futbol”

Futbolu “çocukluğunu geri kazanmanın” yolu olarak görmesiyle de uyumlu, nostaljik bir futbolsever Marias. Basbayağı, eskiye düşkün. Eski maçları izlediğinde, hep güzelliklere dikkat ediyor: oyun ne kadar az kesintiye uğruyor, kimse kolayca yere düşmüyor, kimse zamana oynamıyor, auta-taça çıkan topu hemen oyuna sokuyorlar, faul az, itiş kakış yok, itiraz yok, tribünler tıklım tıklım, hiçbir önlem yok ve hiçbir hadise çıkmıyor, herkes gücü yettiğince hücum oynuyor, rakibe saygı duyuyor... Basbayağı bir idil: “Eski açık yürekli, dürüst futbol…”

Futbolu bir drama olarak görmek istiyor o. Kendi ifadesiyle, “naiflik” istiyor. Günümüz futbolunun “anlatı gücünü” zayıf buluyor. Poetikasını, iki oyuncu örneğinden anlatmış bir seferinde. Emilio Butragueño, “düşünmeden, müzik gibi” kendini ifade eden ve sizin de öyle zevkine vardığınız tarzdır ona göre; Laudrup ise, ince ince düşünülmüş, “edebî” tarz.

“Zenci”?

“İmkânsız bir gol icat etmek” deyimini kullanmış bir yerde, –nefis–; sıra dışı oyunculara muazzam hürmeti var. Futbolcuların hem “olağanüstü” olmalarını isteyip hem sıradan, “olağan” bir hayat sürmelerini beklemenin saçma olduğunu söylüyor. “Bugün her şey fazla püriten,” ona göre.

Politik doğruculuğa da pek yüz vermiyor. 2006’da, Reyes’le konuşması esnasında Thierry Henry hakkında “boktan zenci” ifadesini kullandığı için ayıplanan İspanya teknik direktörü Luis Aragonés’e sahip çıkmıştı. Öncelikle bu özel sohbette edilmiş bir lâftı ona göre, kamusal değildi. İkincisi, “düz çeviriye” kapılmamak gerektiğini, birçok İspanyol için “zenci”nin ırkçı bir imâsı olmadığını ileri sürüyordu. Hem bu tür hakaretler bazen sevecenlik ifadesiydi ona göre; “orospu çocuğu harika oynuyor!” gibi. Mesela Çek futbolcu Nedved’den bahsedecek olsa, Aragonés’in muhakkak “sarışın pezevenk” gibi bir şey diyeceğini düşünüyordu Marias!

Cantona’nın tekmesine de “oley!” çektiğini biliyoruz. Marias, o tekmenin “anonim linççi güruhuna” atılmış bir tekme olduğu kanısındadır. Linçin, dünyanın en aşağılık işlerinden biri olduğunu vurgular. Kitlenin içine saklanıp, olağan şartlarda iki adım ötelerindeki birine fısıldayarak bile söyleyemeyecekleri hakaretleri böğürerek haykıran bu adamlar karşısında insanın için için “her biriniz teke tek çıkaydınız ya karşıma!” diye diş bileyeceğini söyler. Cantona’nın da vaziyeti budur Marias’a göre ve o güruhtan birisini “konforlu anonimliğinden” çekip çıkararak hak ettiğini vermiştir – olé!

Millî değil yerli

Bale’den çok Casillas’a, Zidane’dan çok Raul’a sempati duyduğunu aktarmıştık ya… 1990’ların ortalarından beri, sistemli olarak, takımlarda çok fazla yabancı oyuncu yer almaması gerektiğini savunageliyor. Çünkü, diyor, yerli oyuncular bir gelenek içinde yetişmiş, hatıralar, sadakatler ve bu arada intikam hisleri biriktirmişlerdir. Bunlar olmazsa tutku eksik kalacaktır. Bosman kuralına itirazı yok, destekliyor da, fakat “yapabiliyor olunca, illâ yapmanız gerekmiyor” ikazında bulunuyor. Takım iskeleti, kesinlikle yerli olmalı ona göre. Çocukluğunu ligin ezelî rekabetleriyle geçirmiş oyuncular olmalı. Takımlarda yerli oyuncuların azalması, “çocukluğumuzun son bakiyesinin çalınmasıdır” onun hissine göre.

Yerlileşmeyi savunurken, asla “milliyetçi veya yurtsever bir insan olmadığını” ısrarla vurguluyor. (Zaten 2000 Şampiyonlar Ligi finalinde Valencia-Bayern maçı için “beni ilgilendirmez,” diye yazmıştı; o Real Madridliydi, İspanyol takımı diye ağlak Canizares’in Valencia’sını tutacak hali yoktu.)

1998’de İspanya milli takımından “fazla milliyetçi olmayan milli takımımız” diye bahsedişinde bir ironi vardı ama. Barcelona’nın, Real Madrid’in, Basklıların kimliklerinin her zaman ağır basıp ulusal takımla özdeşleşmeyi önlemesine (“kimse İspanya için oynamıyor aslında”), millî ruhtan çok futbol ruhu adına üzülüyordu.

Yine 1998 Dünya Kupası vesilesiyle, en güzel milli marşın, Almanya’nınki olduğunu yazdı:  “Ne de olsa Haydn bestesi… Birçok başka şey gibi, Almanlar müziği de Avusturya’dan çalmışlardır.” 2006 Dünya Kupası öncesinde, İspanya milli marşıyla ilgili “ikircimini” konu etti. Melodisini hoş bulmasına rağmen, Franco döneminde sayısız törende bu marşa maruz kalmış olmanın bıraktığı acı tattan ötürü, her dinleyişinde hazımsızlık hissetmemesi imkânsızdı.  İtalya milli marşına de değindi; Berlusconi’nin yakında onu “Volare” türünden bir parçayla değiştirmesini bekliyordu!

Redonda

2006 Dünya Kupası öncesinde bir söyleşisinde, Dünya Kupaları sırasında dünyanın daha sempatik göründüğünü söyledi: “Birkaç haftalık bir yaşam sevinci…” 1998’deki Kupa arifesinde, futbol tutkunları için temel zaman ölçüsünün, dünya Kupaları arasındaki süreyi belirleyen dört yıl olduğunu yazmıştı. Çocukken, bir dahaki Dünya Kupasında kaç yaşında olacağını hesaplarmış – “rüzgâr gibi geçen ebediyetler,” diyor.

Marias’ın Dünya Kupaları’yla ilgili hikmetlerinden biri de şu:

“Bir kişinin hep meşhur bazı yazarları övüp durmasından onun edebiyattan anlamadığını çıkartabildiğimiz gibi, Brezilya hayranlığıyla yanıp tutuşanların da futboldan anlamadığını çıkartabiliriz.”

1994’te İsviçre için, “o kadar tarafsız ki, ondan yana taraf olamazsınız,” demesine çok güldüm. 

Yine 1998’de, beraberlikle biten elemeli maçlarda, beşer penaltı yerine frikik atılması önerisini öne sürmüş. Biri atıp diğeri atamayınca, kazanan belli olacak. Hem bu sayede orta yuvarlakta dikilip bekleyeceklerine baraja dizilerek bütün takımın olaya bir biçimde katılma fırsatı bulacağına dikkat çekmiş.

2006 Dünya Kupası’nda Marias’ın favorisi Trinidad ve Tobago idi. Sebebini, “Redonda Krallığı’na coğrafî açıdan en yakın ülke olması,” diye açıklamıştı. Karayipler’de ufacık bir gayrı meskûn ada olan Redonda, Marias’ın Tüm Ruhlar romanında (çeviren Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi Yayınları) geçer. 19. Yüzyıl ortalarında kendini boş adanın kralı ilan eden babasından bu “unvanı” devralan İngiliz fantezi ve macera yazarı Shiel, böylece bir tür egzotik edebî gelenek icat etmiş. Marias Tüm Ruhlar’da Redonda’nın üçüncü kralı John Gawsworth’u konu eder. Bu arada, kendisi 1997’de I. Xavier adıyla krallığı “resmen” devralmış! (Pınar İlkiz’in bu bahse değinen yazısı: "O aslında bir kral")

İkinci takım: Numancia

İspanya İkinci Ligi’nde, Numancia düşmeme mücadelesi veriyor. Numancia FC, Javier Marias’ın ikinci takımı. Çocukken yazları üç aylığına Soria’ya giderlermiş. Antik bir İber yerleşiminin yakınında, günümüzde nüfusu 35 binden ibaret olan bir şehir. Marias, “Dünyanın onu unutmuş olmasını, hiç yakınmadan, onurla, soylu bir eda ve terbiyeli bir tavırla karşılayan” bir şehir olduğu için seviyor Soria’yı. Soria’nın o sıralar 3. ligde olan mütevazı takımı FC Numancia’yı, ikinci takımı olarak benimsemiş yazarımız. Tatilin Eylül’e sarkan günlerinde, ligler başlayınca, muhakkak Numancia’nın maçına gidermiş. Birçok futbolseverin buna benzer bir “ikinci takım” hikâyesi yok mudur? 1999’da Numancia’sının üst lige çıkmasına çok sevinmişti. (Numancia La Liga’da aralıklarla dört yıl mihman kaldı: 1999-2001, 2004-2005 ve 2008-2009.) Son haftaya küme düşme hattında giriyorlar ama hâlâ şansları var, kaderleri pazartesi gece oynanacak son maçlarda belli olacak.

Peter Handke’nin de (Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi müellifi), Soria’da eğleşmeyi sevdiği, o sebepten düzenli olarak Numancia’nın maç sonuçlarını takip ettiği biliniyor. Keşke Nobel’i ona değil de bizim adama verselerdi.

•