Bugüne kadar 35 dilde yayımlanan ve üç milyonun üzerinde okurla buluşan Middlesex romanı 21. yüzyılın en iyi 12 romanından biri olarak değerlendiriliyor. Peki ne anlatıyor Middlesex?
21 Mayıs 2015 03:04
Jeffrey Eugenides, kökleri Bursa’ya, Anadolu’ya dayanan, 1960 doğumlu Amerikan yazar. Middlesex romanıyla birçok ödüle aday gösterilen yazar, 2002 yılında Pulitzer Ödülünü kazanıyor. Middlesex, BBC’nin 2015 yılında dünyanın önde gelen kitap eleştirmenleri arasında yaptığı anketin sonucunda, 21. Yüzyılın en iyi 12 romanından biri olarak gösteriliyor.
Kitabı tek cümleyle, bir hermafroditin kızlıktan oğlan çocuğuna geçiş hikâyesi olarak nitelendirebilir ve bir hayli yanılırız. Kitap, üç kuşak ve iki kıtaya yayılmış bir ailenin hikâyesini aktarıyor bizlere. Yunan büyükanne ve büyükbaba, savaş sırasında köylerini terk edip İzmir’deki büyük yangının içine düşerler. Kurtuluş için ulaşılması gereken Amerika’dan önceki büyük felaket, bu kez bize ziyadesiyle tanıdıktır: İzmir yangını. Yunan filosunun kendilerini bırakıp ayrılışını seyreden büyükanne ve büyükbaba, artık Türk kuvvetleriyle baş başadır. Alevler içindeki Ermeni mahallesine, oyulmuş gözleri ve kanlar içindeki sakallarıyla bir terziye tanık olurlar.
BBC’nin 21. Yüzyılın en iyi 12 romanı listesine geri dönecek olursak, listede, Junot Diaz’ın Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı (Everest, 2009) kitabını da göreceğiz. Son durağın Amerika olduğu kitaplarda, öncelikle büyük bir felaket bizleri bekler ve sonrasında, Amerika kurtuluş olarak karşımıza çıkar. Oscar Wao’da, bu büyük felaket Dominik Cumhuriyeti’nin diktatörü Trujillo’dur. Ailenin Amerika’daki varlığının nedeni, bir diktatörün halkına çektirdiği eziyetlerdir.
Yine de Middlesex akla illa bir kitabı getirecekse, bu yine Domingo Yayınevi tarafından yayımlanan, tıpkı Middlesex gibi üç nesil ve iki kıtaya yayılmış Saçında Gün Işığı olabilir. Jhumpa Lahiri’nin Saçında Gün Işığı kitabı da bir göç hikâyesiydi. Saçında Gün Işığı’ndaki felaket ise, o dönem Hindistan’ındaki karışık politik atmosferdi. Bu politik atmosfer, bizleri başka bir kıtaya, Amerika’ya yönlendiriyordu. Fakat ne kadar kaçarsan kaç, geçmişin seni hiçbir zaman bırakmaz. Saçında Gün Işığı’nda, ailenin büyük abisi ABD’ye kaçar ve kendisini başka bir politik atmosferde, Vietnam karşıtı protestoların içinde bulur. Middlesex’te ise, kendisinden kaçılan İzmir yangını, romanın bir yerinde kendisini gösterecektir. Amerika’nın sokakları dünyevidir, içinde her şeyi barındırır. Amerika’da coğrafi sınırlar ortadan kalkar, İzmir’e de Hindistan’a da, Amerika’nın herhangi bir sokağında rastlayabilirsiniz.
Middlesex’i diğer göç hikâyelerinden ayrı kılan, kuşkusuz Eugenides’in kurduğu iyi cümleler ve hayran olunası kurgusu değil sadece. Kitapta ABD’ye göç eden bir aile var, fakat yazar kitabın başında elimize pimi çekilmiş bir bomba bırakıyor: bozuk bir gen. Bozuk gen, aileyle birlikte ABD’ye geliyor, sonraki jenerasyona aktarılıyor ve romanın kahramanı Calliope ile buluşuyor. Kitap boyunca, aynı zamanda bu bozuk genin Calliope’le buluşmasını ve olası sonuçlarını görmek için sabırsızlanıyoruz; hem de yazar her şeyi kitabın ilk cümlesiyle belirtmişken: “Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey’de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak.”
Eugenides, kitabı yazmaya Michel Foucault’nun önsözünü yazdığı, bir on dokuzuncu yüzyıl Fransız hermafroditi olan Herculine Barbin’in günlüklerini okuduktan sonra karar verdiğini söylüyor. Herculine’e doğumunda dişi cinsiyeti verilmiştir fakat yasal olarak cinsiyetini sonrasında “erkek”e döndürmek zorunda kalmıştır. Eugenides, bu günlükleri hayal kırıklığı olarak nitelendirir ve günlükleri sadece “Barbin’in ne kadar şanssız olduğuna” dair bir sızlanma olarak görür. Bu gözlemi, kitaptaki ana karakterimiz Calliope’den de duyarız:
Hikâyem dünya kamuoyuna açıklansa tarihin en ünlü hermafroditi olabilirdim. Bence önce başkaları da vardı. Alexina Barbin, Michel Foucault’nun Fransız Sağlık Bakanlığı arşivlerinde bulduğu bir otobiyografi bıraktı. (İntiharından az öncesine kadar tuttuğu günlükleri pek doyurucu bulmadım ve anılarımı yazma fikri ilk defa yıllar önce onları bitirdiğimde oluştu.)
Yazar kitap boyunca genlere, genital bölgelere, bir hermafroditin karşılaştığı tıbbi zorluklara dair üzerine oldukça çalışılmış bilgiler, gözlemler sunuyor bizlere. Fakat iş bir hermafroditin duygularını yansıtmaya geldiğinde, belki de Barbin’in “sızlanmalarından” kaçınmak için, içinden geldiği gibi yazmaya karar vermiş. Bunda kendi içinde tutarlı ve başarılı olsa da, Calliope’nin erkek olma sürecinin, kitapta bir hayli çabuk ve kendiliğinden, sızlanmasız, psikolojik buhransız geçtiğini söyleyebiliriz. Eugenides’in tercih ettiği bu geçişin sonunun, Calliope’nin kendini bulma sürecinde vardığı noktanın bir seks kulübü olması ise, klişe, hatta fazla karikatürize duruyor. Kitap boyunca İzmir yangını, içki yasağı, feminist hareket ve siyahi ayaklanmalara ustaca değinen Eugenides’in, cinsiyet değişimi yaşayan birinin toplum tarafından dışlanmasını “kötü yola düşme” örneği üzerinden vermesinin sanıyorum en mantıklı gerekçesi, ana-akım okuyucunun ağzına bir parça bal çalma olsa gerek: “O kadar sayfa boyunca bunu beklediniz ve hak ettiniz: alın size kötü yola düşen bir hermafrodit!” (Bir not: Michel Foucault’nun Herculine Barbin günlüklerine yazdığı önsözü Judith Butler Cinsiyet Belası (Metis, 2014) kitabında “Herculine’in cinselliğini hem inşa eden hem de kınayan somut iktidar ilişkilerine dikkat etmeyi başaramadığından” dem vurarak eleştirir. Middlesex’ten sonra Butler’ın bu eleştirisi okunduğunda, hem Herculine Barbin ve Calliope’nin hayatındaki paralellikler daha net ortaya dökülüyor, hem de Barbin’in yasal olarak bir erkeğe dönüşmeden önce yaşadığı “cinsel hazlar” ile erkeğe dönüştükten sonraki daimi kriz arasında Middlesex’te olmayan fark açığa çıkıyor.)
Ana karakterin hermafroditliğinin simgesel olduğu bir okuma yapıp bu kimliği arka plana atarsak, Eugenides’in ortaya koyduğu üç kuşak aile hikâyesi, tek açık bile olmayan bir kurgu ile ilerliyor, bizleri altı yüz sayfa boyunca esir alıyor. Eugenides, İzmir yangınından çekip aldığı okura, feminist hareketin yükselişe geçtiği yılları, ivme kazanan makineleşme sürecini, Detroit ayaklanmasını, büyük depresyonu anlatıyor ve dönemin çok iyi bir fotoğrafını çekiyor. Bu fotoğrafta bizi bazen bir anda elli yıl geriye götürüyor, bazen otuz yıl ileriye. Kitap bu yönüyle arka kapağında yazdığı gibi bir modern zamanlar destanı.
Bugüne kadar 35 dilde yayımlanan ve üç milyonun üzerinde okurla buluşan Middlesex, aynı zamanda ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitap’tan biri.