Max Perkins gibi düzeltmenlere ihtiyacımız var... Yazarları bulan, kabul eden, yola sokan, yoldan çıkmalarına izin veren, sîgaya çeken, hırpalayan, ama ne olursa olsun tüm bunları dünyanın yalnızlarına güzel eserler sunabilmek adına yapan düzeltmenlere...
01 Temmuz 2016 15:30
Sinemalarda Fırtınalı Hayatlar adlı bir film gösterilmekte. 2016 yapımı filmin orijinal ismi “Dehâ,” ki bu kelime Türkçe lügatte olağanüstü yeteneğe ve/veya üstün zekâya tekabül ediyor. Filmin böyle isimlendirilmiş olması, senaryonun dayandırıldığı “Max Perkins: Dehânın Düzeltmeni” kitabının başlığıyla alâkalı. 1978 yılında yayımlanan kitap A. Scott Berg tarafından yazılmış ve filmden farklı olarak düzeltmenin tüm hayatını tâkip etme imkânı sağlıyor. Kitap ise Max Perkins’in yazar Thomas Wolfe ile olan profesyonel ilişkisini kişisel kesitlerle iç içe aktarıyor. Ekrandaki sahneleri daha geniş bağlamda kavramayı kolaylaştırmak adına filmde anlatılmayanlardan bahsetmek gerekiyor.
Max Perkins’in düzeltmenlik kariyerini belirleyen üç usta var. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway ve Thomas Wolfe. Perkins The New York Times gazetesinde çalıştıktan sonra Scribner yayınevinin kadrosuna dahîl oluyor ve 1919 yılında Fitzgerald ile antlaşma yaparak, Amerikan edebiyatının yeni öncü kolunun hâmîsine dönüşüyor. O sırada yirmi üç yaşında olan Fitzgerald’ın yayınevine getirdiği ilk romanının ismi “Romantik Egoist”. Bu roman yayınevinde kimse tarafından onaylanmıyor, fakat Perkins’in yazar ile çalışması sonucunda “Cennetin Bu Tarafı” ismiyle yayınlanarak Amerikan edebiyatında bir başka sayfanın açılmasını sağlıyor. Bu kitapla birlikte Birinci Cihan Harbi’nin akabindeki toplum ve birey edebiyat sayfalarına nakşedilmeye başlanıyor. Eserin üç bin adetlik ilk basımı üç günde tükeniyor ve iki yılda toplam satış elli bin kopyaya ulaşıyor. Fitzgerald bu romandan fazla para kazanamasa da ismi edebiyat dünyasında yıldızlaşıyor.
1925 yılında Muhteşem Gatsby romanında Fitzgerald’a yardımcı olan Max Perkins, böylelikle klasikleşen bir yapıtın ortaya çıkmasında aktif rol oynamış oluyor. Fitzgerald 1924 yılında Perkins’e yazdığı mektupta, kitabına verdiği “West Egg’deki Trimalchio” isminde ısrarcı olduğundan bahsediyor. West Egg hikâyenin geçtiği hayâlî kasaba, Trimalchio ise Satirycon eserinde ifrata varan partileriyle meşhur, sonradan görme bir karakteri imlemekte. Bu isimler yeni zenginliğin aşırılıklarında yaşanan parıltılı tatminsizlikler hakkında ipucu sunmaktalar. Trimalchio’nun menfî bir çağrışım taşıması bu başlığı Amerikan rüyası’nın yanıltıcılığıyla eşleştiriyor. Eşi Zelda Sayre ile Max Perkins’in ısrarları sonucunda tercih edilen Muhteşem Gatsby ismi ise, Fitzgerald tarafından Alain-Fournier’nin “Muhteşem Meaulnes” ismiyle serbest çevirisi yapılabilecek Adsız Ülke kitabından devşiriliyor. Saflığa, idealistliğe ve hayalciliğe gönderme yaparak müsbet bir aura oluşturan bu isim, iki kitabın arasındaki duygusal arayış bağına işaret ediyor. Böylelikle Jack London’ın Martin Eden’ine benzer şekilde, Gatsby’nin bir ömür peşinde koştuğu idealle yüzleşmesinde trajik bir şeyler olduğuna vurgu yapan eser, bu içeriğe zıt bir okur algısı uyandırıveriyor.
Perkins, Fitzgerald aracılığıyla Ernest Hemingway’i tanıma şansı ediniyor ve 1926 yılında Hemingway’in Güneş de Doğar adlı ilk büyük romanını yayımlamak gibi bir başka târihî misyonu da üstleniyor. Kurum içi tartışmalara rağmen eserin arkasında durarak 1929 yılında yayımladığı Silâhlara Vedâ romanıyla, Hemingway romancılığını çoksatarlıkla buluşturan kişi oluyor. Filmde anlatılan Thomas Wolfe işbirliğinin akabinde James Jones ve Margaret Young gibi iki önemli isme de yayın dünyasının kapılarını açan Perkins, İhtiyar Adam ve Deniz novellasının kendisine ithaf edildiğini göremeden 1947 yılında yaşama vedâ ediyor. Ömründen geriye “Amerikan edebiyatına âbidevî eserlerini kazandıran düzeltmen” pâyesi kalıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk nobelli yazarı Sinclair Lewis’in Nobel konuşmasında “En büyük Amerikan yazarı olma şansı vardı... Hatta dünyanın en büyük yazarları arasına girememesi için hiçbir sebep görmüyorum,” cümlesiyle tanımladığı, Jack Kerouac’ın idolleştirdiği Thomas Wolfe’un eserleri hâlihazırda Türkiye’de basılmadığı için, filmde oluşum süreçleri seyredilen eserleri Türkçe okumak mümkün değil. Yine de edebiyatseverlerin yirmili ve otuzlu yıllarda satırlarca yazıyı en uygun kalıba dökmeye çabalayan figürlerin kardeşliğinden etkileneceği muhakkak. Bu derece edebiyat sevdâsının yaşamı sadece yazılmak için yaşanıyormuşcasına arka plana çektiğini görmek, gün geçtikçe muazzam eserler üretme arzusundan uzaklaşan bir ortamda ters kutuplanma yaratabilir, fakat zâten târih, bugün inanılmaz görünenleri kilit altında tutup tâzeleyici elektrik akımları sunmaktan başka ne işe yarar ki.
Filmdeki isimlerin her biri dehâ konumunda, üstün zekâlı ve olağanüstü yetenekli bireylere karşılık geliyorlar. Maun kaplı odalarda kâinatı, insanı ve bu iki unsurun kesişiminde tomurcuklanan bin bir deneyimi şecerelemek gayesi etrafında toplanıp, sıkıntılı yaşamlarından sonsuza uzanan eserler damıtmaya uğraşıyorlar. Max Perkins’e soracak olursak “iyi kitaplar” sunmayı hedefliyorlar. Bu nedenle sürekli çatışıyor, tartışıyor ve zihinlerini nasıl ele geçirdiği bilinmeyen vizyonlarını beyin fırtınalarına sürüklüyorlar. Ön plana çıkan ise dehâları değil tutkuları oluyor. Bu karakterler fevkalâde kuvvetlerle mi donanmışlar, yoksa kelimelere, hikâyelere ve güzelliğe olan iptilâları mı onları böylesi mertebelere sürüklemiş.
Bunları düşünürken, filmin içinden geçip giden sokaklara çıkıveriyorsunuz. Onlar orada ve siz buralarda gece lambalarının tekleyen ışığında bozuk para sektiriyor, rüzgârlı havada pardösünüze sarılıyor, binlerce sîmânın arasında sıkılı yumruklarla kırılgan hayallerinizi gerçekliğe taşımanın bir yolunu arıyorsunuz. Sonuçta tüm okur yazarların kimsesizlik çektiği ve bir parça dostluk bulmak ümidiyle kitaplara gömüldüğü kocaman, soğuk ve yalnız bir metropolden başka bir şey değil hayatımız. Kırık günlerin zebunküş sözcüklerini kırparak incelikli hediyeler meydana getirmeye çalışıyoruz, evlâtlarımız da yeryüzünü iyi ve hakkaniyetli bir yer zannetsinler diye. Başıboş köşkleri çürüten rutûbet misali dimağlarımızı dumanlandıran sırları bir diğerine geçirerek rahatlamaya çabalıyoruz. Fitzgerald’ların, Hemingway’lerin, Wolfe’lerin, Jones’ların, Young’ların ve Lewis’lerin yazdıklarından koruganlar yükselterek bir parça yanılsama arıyoruz.
Bu çabanın mümkün olabilmesi için Max Perkins gibi düzeltmenlere ihtiyacımız var. Edebiyata âşık çocuklara alan açarak, arzunun kendi özgün formuna kavuşmasına izin verecek sağlam ve sebatkâr yol göstericilere. Filmde gösterildiği üzere, müsveddelerdeki ışıltıyı çalıp çalmadığı konusunda kendini sürekli sorgulayan, bildiğini değil, bildiğinin ötesindeki bir yeniden doğuşu arayan yazı insanlarına. Yazarları bulan, kabul eden, keşfeden, yola sokan, çalıştıran, yoldan çıkmalarına izin veren, sîgaya çeken, hırpalayan, ama ne olursa olsun tüm bunları dünyanın yalnızlarına güzel eserler sunabilmek adına yapan düzeltmenlere. Edebiyat diye bir alandan bahsedebilmemiz için gençlerdeki ateşin yıkıcılığını soğuran, yaş almışlardaki ihtirası harlayan şekillendirme dehâlarına ihtiyaç var. Yalan ve riyâ duvarlarının arasında hakîkatli cümlelerle varoluşun künhüne doğru kazı yapacak yazın sanatı emekçilerine. Çünkü eğer böylesi düzeltmenler bulamazsak, yazarları kozalarından çıkamadan boğup öldürür, ipek böceği cinâyetleriyle kıyımlar yaratırız. Yazı adı altında basmakalıp tekrarlar, edebiyat diye de bir tutam ıslanmış havaî fişekten başka bir şey kalmaz elimizde. Kelimelerle kurulmuş büyük makinenin gölgesinde yoksulluğumuzu bile yansılayamayacak bir boşlukta yitip gideriz.