İnan Çetin: “Gerçekle kurgu, bedenle ruh gibidir”

“Kendimi bildim bileli gerçekle kurguyu bedenle ruh gibi düşünürüm. Bedendeki gerçeklik kimi sırlarla birlikte bize kendini açar, ama ruhtaki gerçekliği keşfedip akıl yürüterek, hissederek, sezerek ya da başka yollara anlamamız, anlamlandırmamız gerekir. Bu bulunmaz bir hazinedir.”

25 Kasım 2021 13:22

İnan Çetin’in Vadi romanı bizleri geniş bir coğrafi alan olan vadinin içine çekerek başlatıyor hikâyesini. Yaşam ve ölüm gerçekliğinde insana dair, insanın yıkıcılığına ve yapıcılığına dair girdiğimiz bu görkemli vadi atmosferi bir katliamla karşılıyor bizleri oysa. Üstelik bir kurgu metinle karşımıza çıksa da, yaşanmış, gerçek katliamlar izleğinde hikâyesini anlatmaya başlayan Vadi’de o gün yaşananlar inanılır gibi değil. Fakat romanı okudukça görüyoruz ki, yaşanan katliam anlarından ziyade süren yaşamların, insan hikâyelerinin hayata tutunma gücü inanılmaz. Vadi anlattığı hikâye ile edebiyatın gerçek yaşam kurguları içindeki önemli gücünü de ortaya koymuş oluyor. 2021 Notre Dame De Sion Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Vadi üzerine İnan Çetin ile söyleştik…

İnan Bey, edebiyatla olan bağınızdan başlayarak, neden yazmayı tercih ettiğinizi, duyduklarınızı (size anlatılanları), gördüklerinizi (şahitlik ettiğiniz hikâyeleri) ve bunlar sonucunda hissettiklerinizi neden yazı vasıtasıyla aktarmak istediğinizi sormak istiyorum ilkin. Bu çerçevede gerçeğin kurguya yansımalarının sizin için ne ifade ettiğini de konuşmak isterim. 

Edebiyatçı olmayı seçmemin birçok nedeni var ama en önemlisi, herhangi birine söylenmeyecek gerçeği hiç tanımadığım birine söyleyebilmemdir. Edebiyatın bilinmezlikle, kaybolmuşlukla, yalnızlıkla ve içteki derinliğin karanlığıyla çevrili dünyası beni her zaman cezbetmiştir. İnsanı ve hayatı edebiyat aracılığıyla daha iyi kavrayıp anladığımı söyleyebilirim. Yazmaya başladığımdan beri, hatta kendimi bildim bileli gerçekle kurguyu bedenle ruh gibi düşünürüm. Bedendeki gerçeklik kimi sırlarla birlikte bize kendini açar, ama ruhtaki gerçekliği keşfedip akıl yürüterek, hissederek, sezerek ya da başka yollara anlamamız, anlamlandırmamız gerekir. Bu bulunmaz bir hazinedir. Ben bu hazinenin insana çok şey kazandıracağını düşünenlerdenim. Edebiyatı daha zengin ve katmanlı bir evrenin ürünü olarak görüyorum ki, bana göre gerçeği anlatmak, gerçekliğin fiziki kurallarına bağlı olmaktan geçmiyor. Benim edebi gerçekliğim dünyevi ve dünyevi olmayan tüm kaynakların yaşadığı bir evrendir ve geçmişi kimine göre insanlığın ortaya çıkışıyla ilintilidir. Kaynağını yaratılış hikâyelerinden, Gılgameş Destanı’ndan ve başkaca metinlerden alan bu dünyada yazar bir başkasının göğsünde atan bir kalptir, zihinlerde filizlenen bir fikirdir. Beni yazmaya yönelten ana nedenler, düşüncelerdi bunlar; gerçekle kurgu arasında sonsuz, kopmaz bir bağın olduğuna inandığımda yazmaya başladım.

Bin Yapraklı Lotus isimli öykü kitabıyla giriş yaptınız edebiyat dünyasına. Ardından bir öykü kitabı daha; İçimizdeki Şato. Sonra bir roman: İblisname-Bir Hayalin Gerçek Tarihi. Bir roman daha: Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise. Vadi’ye gelmeden önce bir başka öykü kitabı: Kureyş’in Kurtları. Kitaplarınızın karakterleri, hikâyeleri, hikâyelerin yaşandığı dönemler, tarihsel ve toplumsal yapılarının ortak noktaları bağlamında Vadi romanınız şimdiye kadar edebiyat içerisinde yapmak istediklerinizi bir araya topluyor sanki, ne dersiniz?

Bu sorunuz bana çok sevdiğim bir hikâyeyi anımsattı: Bir ressam bir manzara resmi yapar. Resmi yaptıran kişi güç, erk sahibidir, resmi beğenmediği takdirde ressamı öldürecektir. Bunu sezen ressam kurtuluşunu yaptığı resimde bulur ve öyle bir dönemeç çizer ki, o dönemeci dönüp resmin içinde kaybolur. Ben de edebi coğrafyamda at koşturan bir biniciyim. Her dönemeç bana farklı manzaralar sunar, orada kaybolurum. Gördüğüm manzarayı keşfetme arzusuna karşı koyamıyorum. Bu bakımdan her kitabımın manzarası farklıdır. Hikâyelerin yaşandığı dönemlerin, toplumsal ve tarihsel yapıların, anlattığım insanların ortak noktaları vardır kuşkusuz; fakat anlatım biçimi, dil, içerik gibi özellikleriyle her kitabımın başka başka akarsular gibi farklı yataklarda ilerlediğini düşünüyorum.

 

Romanın ilk sayfalarıyla beraber son derece acımasız bir katliama şahitlik ediyoruz. tanımı yapılır. Siz Vadi’de “sürekli ilerleme yasası”na uymamışsınız, hatta tam tersi bir yapıyı tercih etmişsiniz. Vadide o gün yaşanan olaylar tüm ruhları, bedenleri, duyguları nesilden nesle etkileyecek şekilde nasıl tepetaklak ettiyse, siz de trajediyi en vurucu haliyle baştan vererek dramatik yapıyı tepetaklak ediyorsunuz. Hikâye zihninize böyle mi geldi İnan Bey?

Vadi’nin hazırlanma, yazma süreci çok sancılı geçti. Aslında sancılı sözcüğü doğru bir ifade mi tam emin değilim ama o zaman hissettiklerimi, yaşadıklarımı anlatmak için şu an bulabildiğim en yakın sözcük bu. Son derece sert, barbarca bir katliama maruz kalmış, suçsuz insanlarla empati kurmamla başladı bu süreç. Öyle ki, o acıları, trajediyi yaşayan insanların ve onların anısını taşıyan kimselerin kederinin bana da yayılacağını, bende tekrarlanacağını sandım. Böylesi hikâyeleri duygudaşlık kuramadan yazmak çok zor kanımca. Asıl trajedi, katliamın etkisinin nesilden nesile sürmesidir ki, hikâyemiz de katliam unsurlarının yol açtığı yeni zorlu hayatların ortaya çıkmasıyla sürüyor. Vadi antik bir dram olmadığı gibi, hikâyesi sadece biçimsel bir uzlaşma ya da kuraldan ibaret değildir. Önemlice herhangi bir hikâyenin gerçekleşme sürecini izlediğimizde hesaplanmış, hesaplanabilir olanın ötesinde ortaya çıkan olaylar, karakterler, rastlantılar belirmeye başlar ki, Vadi’de de bu geçerlidir.

Ben bir romancı olarak görünmeyeni görünür kılmak istedim, tarihimizde önemli yeri olduğuna inandığım ama bilinmeyen bir hikâyeyi kurgulayıp gerçeğe büründürdüm. Uzağı yakına, yakını uzağa taşıyarak insanın, doğanın hikâyesini anlattım. Anlattığım hikâye gözlerimizin önündedir; hayatımızda, evimizde, dilimizde, yatağımızdadır. Ama bazen onu görmek de zor olabiliyor.

Aziz ve Fener’le başlıyoruz romana, sonrasında Pervane ile Alişan’ı tanıyoruz. Dört karakterin ölüm sonucunda dönüştüğü iki köklü yaşam söz konusu ve bu iki köklü hayat hikâyesi, o vadide o gün ne yaşanmış olursa olsun ölümün de yaşamı niteleyen bir unsur olduğunun göstergesi gibi sunuluyor sanki İnan Bey, ne dersiniz?

Ölüm, hayatın sonsuz parçasıdır. Hayat ise bize armağan edilmiş, içinde zaman geçireceğimiz, eğleneceğimiz, yaşayacağımız bir labirenttir. Bu labirentin sonu sanıldığı gibi merkezi ya da çıkış noktası değildir, geri dönülen başlangıç noktasıdır, asıl son, başlangıçtır. Tarihte yaşanmış hiçbir olay yok olmuyor bence; hayata gelmiş, değişip dönüşerek yaşamını tamamlamış canlı veya cansız varlıklar da yok olmuyor. Sadece dönüşüyoruz, başkalaşıp bu evrende varlığımızı devam ettiriyoruz.

Bu, işin bir yanı. Öteki yanı ise hepimizin büyük arzusu olan hayatta olmak, hayatımızı güzel yaşamaktır. Rotamız bellidir, çoğunlukla başlangıç noktasında sonlanır. Ama bu, hayatı sevmemize bir engel oluşturmaz; tam tersine, ona bağlanmamızın nedenidir. İnsan birbirinin düşünceleri, eserleri, hikâyeleri, geçmişi ve geleceği içinde yaşar. Vadi bu yüzdendir ki bitti veya bitecek denen yerde bitmiyor, ilerliyor. Hatta bazı okurlarım romanın bittikten sonra da zihinlerde ilerlediğini söylüyorlar. Bu da beni mutlu ediyor, çünkü romanın bu sürekli devinimi tam da insan hayatının karşılığıdır. 

“Aslında bir insan ne kadar ölebilirse o kadar ölmüştü. Hayatta kalırsa iyiydi, ölürse o da iyi. Her iki duruma da razıydı” diyor anlatıcı, Pervane için. Katliam sonrası hayatta kalan kişi olarak koca vadide, yaralı bir şekilde oğlunu gömecek yer arayışını, ölümle bütünleşen o vadiden kucağında bir bebekle çıkmasını, ölümle yaşamın devamında bir karakterin, Pervane’nin, bir romanı baştan sona nasıl niteleyebileceğini konuşmak isterim. Sanki tanıdığınız, oturup konuştuğunuz bir karaktermiş gibi geldi bana Pervane.

Pervane’nin hayata tutunma biçimi hayranlık verici. Beni tüm olumsuzluklara, geleneksel baskılara, törelere, tuhaf âdetlere, önyargılara rağmen güçlü kalabilen kadınlar yetiştirdi. Annem, halalarım, diğer kadın yakınlarım böyleydi. Hayatı insana verilmiş bir armağan olarak görür, gözü gibi sakınırlardı. Pervane ile tanıştığımda –bunu hem fiziki gerçeklik hem de kurgusal gerçeklik bakımından söylüyorum– onun cansız bir şey kadar direngen olduğunu düşündüm. Yakınım değil, annem, büyükannem ya da bir başka yakınlığım yok ama sanki aynı ailedenmişiz gibi. Sanırım Pervane’yi Vadi’deki öbür karakterlerden daha iyi tanıyorum. Romanı önemli ölçüde Pervane üzerinden kurgulamamı, onun gücünü, direncini, yaşama tutunma biçimini biraz da buna bağlıyorum. Ağrı, acı, keder duygusu tedavi edilebilir bir şeydir; bazen bir ağrıyı farklı şekilde yaşayarak ona alışırsınız. Pervane’nin yaptığı da buydu. Pervane’nin bu davranışının benzerlerini ya da aynısını Dersim katliamını yaşamış, yakınlarını yitirmiş ya da bir şekilde o katliamdan payını almış pek çok insanda fark ettim, gördüm. Onların birçoğu bugün hayatta değil ama yaptıkları tam da buydu: Acıyı farklı biçimlerde yaşayarak tedavi etmek, ondan güç, hayatta kalma arzusunu devşirmek. Belki buna unutmak da diyebiliriz ama değil. Pervane’nin hangisini yaptığını okurun anlayabileceğini sanıyorum. Böylesi okurun bugün çoğunlukta olduğunu da düşünüyorum; düşünen, akıl yürütmekten korkmayan, düşünce üreten, iradesinin kontrolünü elinde tutan, sorgulayan bir okur. Diğerleri beni ilgilendirmiyor, başında Prof. unvanı bulunan ama kendi hayatını biçimlendirecek konularda bile düşünme iradesine sahip olmayan bazı akademisyenler de dahil, bunlardan da bolca bulunuyor, zebil.

Ana konuda bir katliam var, evet ama romanın güçlü yan karakterleri misali romanın ana konusunu besleyen linç olayları da var. Katliam ve linç… Bunları ne kadar birbirinden ayırabiliriz İnan Bey; toplumsal bilinç, hafıza, inanç bağlamlarında toplumlar, topluluklar, kitleler, gruplar düşünüldüğünde?

Toplumsal bilinç, hafıza, inanç bağlamında Vadi’yi okuyanlar linç kültürünün topluma nasıl aşılandığını görecek kanısındayım. Kuşkusuz, linç ilk çağlardan Ortaçağdaki cadı avına, oradan son zamanlara tanık olduğumuz kafa kesme ayinlerine, kurbanın cesedi üstünde tepinmelere kadar vardı. Linç bir toplumsal olaydır. Doğrudan ya da dolaylı yaşanan linçler yani fiziksel veya psikolojik örselenmeler, hırpalanmalar, tahripler insanlığın belleğinde unutulmaz yaralar açıyor. Bugün özellikle İslam ülkelerinde kadınların meydanlarda taşlarla öldürülmesi, açık artırmalarla satılıp satın alınması, farklı dine inandıkları, başka bir dil konuştukları ya da farklı düşündükleri için insanların diri diri yakılması, bir topluluk tarafından öldürülmesi; saymakla bitmez, yıkıcılık unsurları her yerde. Bu, insanlığın mustarip olduğu bir hastalıktır; zaman içinde fark edilmeden adım adım oluşmuş gerilimlerin yarattığı depremler gibi sonucu kuşkusuz yıkıcıdır. Ama dermanı da vardır. Bu da 11. ve 12. yüzyılların Anadolu’da filizlenmiş hoşgörüsünü, felsefesini 1900’lerin ilk yıllarında ete kemiğe büründürme çabasıdır. Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Türkiye’nin mayasını bu hoşgörüde ve seküler kültürde aramak gerekir. Avrupa’nın gün geçtikçe genişleyip ilerleyen aydınlanmacı kültürü de bu mayadandır. İnsanlık yönünü bu kültürlere dönmelidir ki, yamyamlık gibi tehlikeli, korkunç geçmişi hortlamasın.

Vadi’de “siyaset üstü” bir hikâye var. Siyamet’in tüm alacaklarını, vereceklerini yazdığı, günlük notlarını düştüğü defterine yazdığı şu cümle benim için Vadi romanının anlamını tam niteler şekilde altını çizdiğim bir cümle oldu: “İnsana verilmiş en büyük ödül sonlu gibiymiş görünen sonsuz hayattır.” Vadi, siyaset üstü yapısıyla, içinde barındırdığı ölümden yaşama tüm unsurlarıyla beraber siyaseti siyasetin kendisini tanımlamasından daha iyi tanımlar ve anlamamızı da sağlar desem ne dersiniz? 

Vadi’nin okura geniş bir dünya tasviri sunabilmesi güzel elbette; başarabilmişsem bu beni gururlandırır, teşekkür ederim. Siyaset hayatın her alanında, her yerinde vardır, dolaysıyla her edebi metin biraz siyasidir. Ancak bir edebi metinde, işlediği konu, anlattığı hikâyeye göre, siyaset hangi amaçla kullanılırsa o metni zenginleştirir, fiziki ve kurgu gerçekliği ete kemiğe büründürür sorusu çetrefildir. Size bir örnekle bunu anlatmak isterim: Binbir Gece Masalları’nda Şehrazat, sultanını bir kölesiyle sarmaş dolaş yakalayan ve bunun üzerine bir daha aldatılmasın diye her gece bir bakire kadınla yattıktan sonra onu öldüren hükümdarla yatmaya gönüllü olur. Buna gönüllü olur çünkü hükümdarın son bulmayan vahşetini durdurmak istemektedir. Kendi ölümünü geciktirmek ve ölümleri nihayetinde durdurmak için hükümdara her gece devamı ertesi geceye kalan hikâyeler anlatır Şehrazat. Bu, yıllar boyu sürüp gider. Şehrazat’ın anlattığı hikâyeler hilenin, arzunun, aşkın, sihrin, ölümün, şiddetin hikâyeleridir ki, bunlar sonunda bir dönüşümün kapısını aralar; hükümdar değişir, vahşetine son verir. Şehrazat ise üç çocuk doğurur.

Şehrazat’ın asıl başarısı anlattığı hikâyelerin gücünde saklıdır. Hükümdarı ölüm saçan bir canavar olmaktan çıkarmış ve ölümleri durdurmuştur. Bu bir siyasettir, Binbir Gece Masalları bu bakımdan siyasi metinlerdir diyebiliriz. Ölümü durdurmaya gönüllü olmuş bir kadın ve ölüm saçan bir hükümdar zaten başlı başına siyasi bir konudur. Ama masallar kendi yataklarında akarlar, siyasetin yatağında değil.

Vadi anlattığı insan hikâyeleriyle böylesi katliamların bir daha yaşanmasını durdurabilir mi; buna okur ve zaman karar verecektir ama hikâyeler insanları değiştirir, siyaseti anlamamızı sağlar. Bu bakımdan, dediğiniz gibi, Vadi tam da siyasetin içinden çıkardığı insan hikâyeleriyle siyaset üstü bir edebi metindir.

Tüm dünyayı etkisi altına alan bir pandemi dönemi yaşıyoruz. Bu süreci, eve kapanma günlerini nasıl geçirdiniz? Bu sürecin edebiyata, edebi metinlere nasıl yansıyacağını, nasıl etkilerle kendini belli edeceğini, bundan sonrası için nasıl metinler okuyacağımız konusunda düşüncelerinizi de sormak isterim.

Pandemiyi yaşadığımız ilk zamanlarda pandemiden sonra insanlığın büyük bir değişime kapı aralayacağını, bu kapıdan da gözleri kamaştıracak bir aydınlığın doğacağını düşünmüştüm. Ama görülen o ki bu gerçekleşmeyecek, insanlık bildik yolunda yürümeye devam edecek. Tabii pandeminin ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi etkilerini henüz göremedik, ileriki günlerde bunları daha açık göreceğiz. Dünyayı bekleyen bir değişimin kapıda olduğunu da kestirmek güç değil, ancak bu değişimin ne yönde evrileceği konusunda tereddütlerim her gün artıyor. Bana gelince; bu pandemi sürecinde okuyamadığım pek çok yerli yazarla tanıştım, daha önce okuma fırsatı bulamadığım kitaplarını okudum. Herkes gibi çoğunlukla evimde geçen zamanlardı, hâlâ da öyle. Bu sürecin edebiyatta nasıl bir değişim yaratacağını ise doğrusu kestiremiyorum ama edebiyat kendi yatağında akar, onun evreni bir zamanla sınırlı değildir. Bir süre pandeminin etkisini anlatan metinler okuyacağız. Kimi yazarlar pandemi sürecinde yaşanmış hikâyelere odaklanacak, kimi de pandeminin yarattığı dünyayı kendi hikâyesine taşıyacaktır.