Dünya edebiyatına karşı çeviri yapmak

“…Çünkü herkes ne kadar iyi niyetli olursa olsun, editörler ve çevirmenler yeni sesleri İngilizce okurlara sunmanın önemi konusunda ne kadar vaaz verirlerse versinler, oyunda şike var, zarlar hileli ve dünya edebiyatı statükosu ta başından dillerin ve edebiyatların eşitsizliği üzerine kurulu.”

1977 tarihli “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya” başlıklı hikâyesinde Türk yazar Oğuz Atay, bir kasaba demiryolu istasyonunun yarı-istihdamındaki üç hikâye yazarının hayatını anlatır. Bu yazarlardan birinin ağzından anlatılan hikâyede, üç hikâyeci gündüzleri eski bir daktiloda hikâyelerini yazıp geceleri tren istasyonda durduğunda bu eserlerini yolculara satabilmek için yemek satıcılarıyla rekabet eder. Ancak zaman geçtikçe, hem Demiryolları İdaresi’nin neleri yazmalarına izin verildiğiyle ilgili artan kısıtlamaları hem de istasyondan geçen yolcu trenlerinin sayısının azalmasıyla yazarlar kendilerini gittikçe daha umutsuz koşullar içinde bulurlar. Biri ölür, bir diğeri istasyondan kalkan bir trenle kasabayı terk eder ve sonuncu –anlatıcımız– tek başına istasyonda kalakalır, izbe meskeninde tıkılı, kimsenin asla okumayacağı hikâyeler yazarak. Hikâyenin sonuna geldiğimizde “Demiryolu Hikâyecileri”nin kendisinin de kahramanın yazacağı son hikâyelerden biri olduğunu öğreniriz; bu, birisine –herhangi birisine– bir okuyucusu olsun diye göndermek istediği bir hikâyedir: “Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.” Hikâye, okuyucuya doğrudan bir hitapla sona erer: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Atay’ın hikâyesini ilk okuduğumda bana dünya edebiyatının bugünkü durumuna cuk oturan bir metafor gibi gelmişti: Pek de ideal olmayan koşullarda didinen ve hikâyelerini oralardan geçen ilgisiz yolculara satmayı uman, kaçınılmaz bir şekilde yazmak istediklerini değil de yolcuların okumak isteyebileceğini düşündükleri hikâyeleri yazmaya zorlanan yazarlar. O sırada yoğun bir şekilde Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer başlıklı romanını Every Fire You Tend adıyla İngilizceye çevirmekle meşguldüm, çevirimi sunduğum yayınevlerinden peş peşe ret cevapları alıyordum, ta ki Birleşik Krallık merkezli yayınevi Tilted Axis Press çeviriyi kabul edip 2019’da yayımlayana dek. Tüm olumlu niteliklerine rağmen –ki çok vardı, biriken ret cevaplarına rağmen kitabı sonuna kadar çevirmeme yetti bu olumlu nitelikler– bu kitabın çevirisinde karşılaştığım zorluk, ‘dünya edebiyat piyasası’nın Türkçe kitaplarla ilgili hâkim senaryolara uymamasıydı: Kitapta ne “Doğuyla Batı buluşuyor”, ne de “gelenek modernlikle buluşuyor”du. Yine de Kaygusuz’un sesi, yayımlanmasının ardından ve hatta yayımlanmasının üzerinden uzun zaman geçtikten sonra bile sadık bir okuyucu kilesi bulacak kadar eleştirel, benzersiz ve ikna ediciydi. Türkçe edebiyatın küçük bir âlem olduğu söylenemez; İstanbullu, Ankaralı, Diyarbekirli ve başka bölgelerden dünya edebiyatının hüküm ve kısıtlamalarını, Kaygusuz gibi, reddeden birçok yazar var. Peki edebiyatın dolaşımını sağlayan altyapı –yani yayıncılar– riski asgariye indirip satışları azamiye çıkaracak şekilde sürekli olarak kendilerini yeniden biçimlendirirken, bunun gibi yapıtların çevirisi nasıl bulacak okuyucusunu?

“Demiryolu Hikâyecileri” son zamanlarda yine aklımda. Pandeminin başlangıcından bu yana on iki ayrı yayınevinin editörlerine otuzdan fazla teklif gönderdim. Diğer yazı projelerimin aksine, pandemi dehşetinin tekinsiz sularında demirleyebildiğim bir liman gibi geliyordu çeviri bana, ve Every Fire You Tend’in olumlu eleştiriler eşliğinde yayımlanmasının ardından, kapıyı artık iyice araladığıma kanaat getirmiştim. Ancak bir avuç ret cevabı almış olsam da, tekliflerimin çoğuna cevap bile gelmedi. Every Fire You Tend, Society of Authors’dan [Birleşik Krallık Yazarlar Birliği] 2020 TA [Birleşik Krallık Çevirmenler Derneği] İlk Çeviri Ödülü’nü aldıktan sonra bile tekliflerime ve devam e-postalarıma editörler sessizlikle karşılık verdi.

Çevirinin büyüsüne neredeyse on yıl önce, dünyanın başka yerlerinden edebiyatın emperyal[ist] iktidar ve yeni-sömürgeci dünya düzenini ayakta tutan mitleri ve yapıları defedip sökmeye yardımcı olabileceği fikriyle kapılmıştım. Öteki insan deneyimlerinin zenginliğini ve bereketini bir anlayabilsek, –diye devam eder bu fikir– bizi dışlayıcı milliyetçiliğe ve yabancı düşmanlığına kışkırtan hegemonik söylemlere karşı daha kuşkucu bir tavır takınabilirdik. Ortadoğu dillerinden çeviri yapan biri olarak, Oryantalizm, İslamofobi ve Amerikan emperyalizmiyle suç ortaklığım konusunda son derece bilinçli davranmaya özellikle çalıştım ve günümüz Birleşik Devletleri’nde bu söylemleri istikrarsızlaştıracak yapıtları çevirmeye çalışmayı seçtim.

Çeviriyi çok önemsiyorum, çevirdiğim kitapları da çok önemsiyorum, ama projelerime yayıncı bulmak için bir yıldan uzun süre uğraşıp başarısız olunca şunu da ister istemez merak etmeye başladım: Yayıncılık dünyasının kör kuyularına iş göndermek ne zaman mantıklı olmaktan çıkar? Ceketi alıp gitme, yeni bir şey deneme, bu Sisifosça görevin, yani bu kitapları savunmanın tam da işte o, yani Sisifosça bir iş olduğunu kendine itiraf etme vakti ne zaman gelmiştir? Aldığım (ya da alamadığım) yanıtlardan hareketle, İngilizcede yayımlanması imkânsız görünen kitapları çevirmeye neden devam edeyim, özellikle de bu işten para kazanmıyorsam? Çeviri benim için her zaman severek emek verdiğim bir iş oldu, ama yine de emek emektir. Çevirmenler sadece yayımlanmış kitap düzeyinde çeviri örnekleri sunmak ve çevirecekleri yapıtları yayıncının kataloğundaki diğer kitaplarla eşleyen titiz okur raporları hazırlamak zorunda değil; çevirmenler sık sık, ne İngilizce bilen ne de Anglofon yayıncılığın kendine özgü çilesine aşina yazarlar tarafından da, Anton Hur’un deyimiyle “son çare edebi temsilci” olarak göreve çağrılıyorlar.

İşi daha da karmaşıklaştıran ise çoğu yayıncının arada bir temsilcinin olmadığı teklifleri kabul etmeyi reddetmesi. Bunun sonucunda, uluslararası temsiliyete maddi gücü yetmeyebilecek, kendi yerel edebiyatlarının dünyasının kabuğunu henüz kırıp çıkmamış, yapıtları yüzünden düşmanlık görme ihtimali olan veya birçok diğer, bunlarla eşit derecede geçerli sebepten ötürü temsilcisi olmayan (veya temsilcisi olsun istemeyen) yazarların yapıtları baştan elenmiş oluyor. Yazarın, kendisini Anglofon yayıncılar nezdinde yetkin bir şekilde temsil edebilecek bir temsilcisi olduğu nadir hallerde bile, eğer yazar, daha az çevrilen dillerde veya küresel Güneyin dillerinde yazıyorsa, yine de yayımlanması fazla riskli görülebilir. Yayıncılar, çevirmenler, temsilciler ve kendi meslektaşlarıyla yaptıkları çeşitli sohbetlerde, Avrupa’nın ötesinden gelen yazarlar için kâğıda dökülmemiş kotaları olduğunu belirtiyorlar (mesela, “Bizim zaten bir Türk yazarımız var”). Haitili antropolog Michel-Rolph Trouillot bunu ulusal edebiyatlar için ayrılmış bir “Yabani kontenjanı” olarak niteliyordu, sanki belirli bir edebiyattan bir ya da iki yazar o edebiyatın zenginliğini kapsamlı bir şekilde temsil edebilirmiş gibi. Yayıncılar bu kotaları genellikle talep veya ilgi azlığına bağlar, talep kavramının kendisi totolojik bir dikkat dağıtıcı değilmişçesine: Bazı dillerin edebiyatına talep yok, öyleyse o dillerden kitap yayımlanmasın, o kitaplar yayımlanmadığı için de o kitaplara benzer diğer kitaplara talep yok. Buna bir de belirli dillerden çevirilere mali destek veren ve devletçe işletilen fon kuruluşlarına olan aşırı bağımlılık eklendiğinde, Ho Sok Fong’un yazdığı gibi, şu gün gibi aşikâr: “Minör edebiyat dillerinin majör edebiyat estetiğine göre değerlendirilmesini talep edemeyiz.” (İngilizceye çeviren Natascha Bruce.) Yayıncılığın işleyiş biçimi, yapıtları küresel bir okuyucu kitlesini hak eden, orantısız derecede çok sayıda yazarı eleyip olabilecek en kısıtlı sayıda istisnaya olanak tanıyarak, dünya edebiyatının gezegen ölçeğinde çokkültürlü bir ahenk ütopyası olarak tanımlanabileek sahte imajını muhafaza etmesini sağlıyor.

Bu aşamada editörleri suçlamak kolay olurdu (geçenlerde çeviri evreninde biraz viral olan bir Twitter zincirimde ben öyle yapmış bulundum), veya nihayetinde oyunun işte böyle oynandığını kendime itiraf etmek. Ancak editörlerin de bana açıkça belirttiği üzere, onlar da tükenmiş haldeler; sadece hepsi dikkatli bir inceleme hak eden yüzlerce teklifle değil, pandemi döneminin günlük iniş çıkışlarıyla da boğuşuyorlar. Herkes iyi niyetli ama sorun da bu zaten, değil mi? Çünkü herkes ne kadar iyi niyetli olursa olsun, editörler ve çevirmenler yeni ve aciliyet taşıyan (nedense her zaman bu aciliyet vurgulanır, İngilizce yayın hakları için teklif götürülmesinden, yayımlanmış kitabın kitapçı raflarına çıkmasına uzanan süreç son derece yavaş olmasına rağmen) sesleri İngilizce okurlara sunmanın önemi konusunda ne kadar vaaz verirlerse versinler, oyunda şike var, zarlar hileli ve dünya edebiyatı statükosu ta başından dillerin ve edebiyatların eşitsizliği üzerine kurulu. Kültürlerarası köprüler kurmak, sınırları kaldırmak, neredeyse ütopik kültürlerarası diyaloglar inşa etmekle övünen bu sistemin aslında çok daha benzediği şey Atay’ın hikâyesindeki demiryolları: Çevreden merkeze en kısa yolu, yolcusunu ve malını şehre taşıyacak en hızlı yöntemi arayan, taşra köşelerindeki istasyonlarda gereksiz yere durmamak için kestirmelere başvuran ve oralardaki istasyonları bilinmezliğe mahkûm eden. Eğer o köşelerde kalmış hikâyeciler varsa, eh ne yapalım, umalım yeni bir meslek bulsunlar, bu işi bıraksınlar, başka yere taşınsınlar, hikâyelerini başka yerden anlatsınlar ki, hikâyeleri şehirli elitlere sunulan diğer malların arasına katılabilsin.

Farklı bir dünya edebiyatı mümkün mü, yoksa Emily Apter’in “gezegen ölçeğinde hoşnutsuzluk” diye nitelediği bir halden muzdarip bir dünya edebiyatı içerisinde yaşamak mı zorundayız? Artan prekarite/güvencesizlik koşulları altında, yazarlar ve çevirmenleri dünya edebiyatının dışlayıcı illüzyonuna karşı isyan bayrağı açabilirler mi? Anglofon dünyanın dört bir yanında artan sayıda çevirmen ve editör, dünya edebiyatının ve özünde bulunduğunu iddia ettiği, dünyadaki ayrımları birleştirecek köprüler kurma iyilikperverliğinin perdesini kaldırdı, ve bu çevirmen ve editörler bütün bunların aksine, dünyanın ne olduğu ve bu dünyada kimin konuşmaya hakkı olduğu ile ilgili Anglofon kavramları sorgulamak, sarsmak istiyorlar. Biz farklı ve yeni dünyalar kuran kitaplar üzerinde çalışıyoruz, çünkü, çevirmen ve yazar Jeremy Tiang’ın sözleriyle söylemek gerekirse, “dünya yetmiyor”. Çevirdiğimiz kitaplardan birinin doğru zamanda doğru yerde oluvereceği, hatta bir gün okunacağı umuduyla çeviri yaptığımız saatleri diğer işlerimizin arasına sıkıştırıyor, sıkış tıkış evlerimizde, tuhaf saatlerde çalışıyoruz. Biz buradayız, sevgili yayıncılar. Siz neredesiniz acaba?

 

Los Angeles Review of Books’tan çeviren:
NÂZIM HİKMET RICHARD DİKBAŞ

 

YAZAR HAKKINDA:


Nicholas Glastonbury: Türkçe ve Kürtçe edebiyat çevirmeni. Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer adlı romanının Every Fire You Tend  adlı İngilizce çevirisiyle Society of Authors [Birleşik Krallık Yazarlar Birliği] tarafından verilen 2020 TA [Birleşik Krallık Çevirmenler Derneği] İlk Çeviri Ödülü’nü kazandı.