"Deneysel metinleri okumak bana hem edebi olarak keyif veriyor hem de düşünme biçimimi zenginleştiriyor. Hele de bugün, yazının anlamı bu kadar değişmişken, yani matbu olmanın ötesinde, dijital mecrada da yazı kendine ciddi bir alan bulmuşken neden denenmesin ki? Ama burada başka bir problem var. Deneysellik içerisinde hikâyenin kendisini kaybetmek..."
21 Ekim 2020 16:43
İlker Aslan’ın ilk öykü kitabı Bir İntihar Üstüne Söylenti okurla buluştu. Kitap bizi özenle çalışılmış, ince düşünülmüş, zamanını beklemiş 17 öykü ile karşılıyor. Hepsinin kendi içinde hikâyesi, derdi farklı olsa da, bir yandan da bir bütün olarak belli soruları, belli arayışları takip ediyor. Gündelik hayatın küçük ayrıntılarına değil, yaşama, insana, varoluşa dair durup düşünmeye sevk ediyor. Bugünün değil, geniş zamanın sorularını soruyor, geniş zamanlı düşünüyor. Olaya değil, anlama gidiyor, sorguluyor. “Hikâyenin derdi bu” demiyor Aslan, bir soruyu, bir ihtimali işaret ediyor. Üstüne düşünme kapısını aralık bırakıyor.
Bu kitap Aslan’ın ilk öykü kitabı olsa da, öyküseverler onu uzun yıllardır pek çok dergide yer alan öykülerinden tanıyacaktır. Aslan matbu dergi yayıncılığının günbegün daha da zorlaştığı bir dönemde, 21 yıldır istikrarlı bir şekilde yayın hayatına devam eden Mavi Yeşil dergisinin mutfağında yer alıyor hâlâ. Mavi Yeşildışında, Dergâh, Sarnıç, Öykülem, Melantis, Altzine, Trendeki Yabancı gibi dergilerde de öyküleri yayımlanmış bir yazar.
Aslan’la kitabın kendi hikâyesi, öykülerde karşımıza çıkan temalar, deneysel öykü yazımı, günümüzde dergicilik üzerine konuştuk...
Bir İntihar Üstüne Söylenti ilk kitabınız olsa da, sizi takip edenler çeşitli dergilerde öykülerinizin yayımlandığından haberdardır. Kitaptaki öyküleri okuduğumuzda ince düşünülmüş, çalışılmış, iyi bir demlenme sürecinden geçmiş olduklarını görebiliyoruz. Kitapta kimi zaman karakterlerin, kimi zaman imgelerin, nesnelerin, kavramların geçişleri ile öyküler arasında bağlantı kuruluyor. 17 öykü farklı tekniklerle yazılmış olsa da, tek tek değil, bütün olarak okura bir anlamlandırma çabası ya da bir mana arayışı içinde olduğunu söylüyor. Öykülerden birini çıkarsak belki de o bütün bozulacak. Sizin için bu öyküleri yan yana getiren esas soru neydi? Kitabın kendi hikâyesi neyle başlıyor diye sorsak ne dersiniz?
Beni kimler takip ediyor, gerçekten bir fikrim yok. Öyle bir grup varsa da çok kalabalık değildir eminim ki… Her neyse. Evet, öyküler epeyce geniş bir zaman aralığının toplamı. Belki 10 yıldan fazla bir süre diyebilirim. Hatta son 1-2 yıl içerisinde yazdığım 2-3 öykü ancak vardır. Bu yüzden “öyküleri şu gerekçeyle derledim, şöyle bir toparlama süreci oldu” gibi matematiksel cevaplarım yok. Ama şunu söyleyebilirim ki –inanın bunu ben de öyküler kitap haline geldikten sonra daha net fark ettim– belli temaların kendini tekrar ettiği doğru. Ölüm gibi, zaman gibi, insan hayatındaki kırılma anları gibi... Bunun haricinde daha küçük imgesel tekrarlar da var. Bazen bir hayvan, bazen bir bitki… Hepsini bilinçli tasarladım dersem kendi yaptığıma ihanet etmiş olurum ama bunu fark ettikten ve öyküleri dosya haline getirmeye çalıştıktan sonra (ki dosyanın ilk hali 6-7 yıl öncesinde oluştu ve şimdiki haliyle arasında çok büyük farklar vardı) “acaba ben bu öyküleri birbirine bağlayıp ortak bir izlek oluşturabilir miyim” diye geçmedi değil kafamdan. Yine de bütün öyküler toplamda bir romanın bölümleriymiş gibi birbirine bağlı değil. Öyle olması da beklenemezdi tabii, o zaman roman olurdu. O havayı vermek için özellikle de çabalamadım. Hangisi olduğunu söylemeyeyim, sadece bir öyküyü –ki o da herhangi bir yerde yayımlanmadı daha önce– geçiş öyküsü olarak kullandım. Birden çok öyküyü birbirine bağlamak için yani. Bunun haricinde aslında hepsinin kendi başına bir anlamı var. O anlamı oluşturan da, az önce dediğim gibi, ta lise yıllarımdan, hatta daha da eskisinden kafamı kurcalayan, dünyaya dair, yaşama dair sorduğum sorular. Hiçbirine cevap aramıyorum. Daha iyi bir soru sorabilirsem ne âlâ…
Kitap bizi Murat Gülsoy’dan bir alıntı ile karşılıyor: “Zaman, Tanrı’nın her şeyin bir kez olmasına izin vermesi için vardır.” İlk öykü de “Zaman diye bir şey yok…” cümlesiyle başlıyor. Karakterlerden Münir, “Zaman, saçlarımızın uzamasından başka bir şey olmamalı” diyor. Devamında yine zamana dönüyor: “Zaman, şimdinin dışındaki her şeyin toplamı sanki.” “Zamanla derdi olan bir yazar” desek sizin için yanlış olmaz sanırım. Zaman üzerine düşünmek yazarken nasıl besliyor sizi, nerede duruyor? Murat Gülsoy’u ve Münir’i bir tarafa bırakarak sorarsak, siz ne dersiniz zaman için?
Evet, zaman, zamanın işleyişi, evrenin oluşumu çok çok amatör olarak, yani işin teknik bilgisinden bir hayli uzak biri olarak zihnimi meşgul eden şeylerdi. Düşünsenize, milyarlarca yıl önce oluşmuş bir yer var ve orada kısıtlı bir vakit geçirmeniz için bulunuyorsunuz. 100 yıl önce değil, 1.000 yıl sonra değil. Tam da bu zamanda... Bunun bir anlamı olmalı mutlaka. Bu tip sorular etrafında düşünmek, şimdi bakınca, yazınsal hayatımı da epeyce etkilemiş dediğiniz gibi. Bunun başlangıç noktası neydi, neresiydi, bilmiyorum. Zamanın bir yönüyle insan kurgusu olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Bu düzen içerisindeki yerimi sorgularken biraz da bana eşlik etsinler diye kurgusal karakterleri etrafımda topladım galiba. Herkesin bir düşünme biçimi, kendine mesele edindiği şey var. Benimki de bu olabilir.
Zaman, bellek, unutma, hatırlama, olasılık ve yürüyüş… Kitabın üst anlatısı nedir diye sorsalar sanırım bunları sıralardım. Sık sık karakterlerin unutmak ve bellek üzerine cümleleriyle karşılaşıyoruz. “Unutmazsan, yaşayamazsın” diye tekrarlıyor ama sormayı da ihmal etmiyor: “İnsan bir anıdan nasıl saklanır?” Bellek ve unutmak sizce insan hayatının neresinde duruyor? Neden, unutmazsa yaşayamaz?
Yoo, neden yaşayamasın, yaşar tabii. Hepimiz yaşıyoruz. O arkadaşa katılmıyorum pek. Belki unutmuş olabilir. Öyle dediğine göre… Belki de unutmuş olduğuna inandırmıştır kendisini, bilemem. Ama orada biraz da şu var, artık çağımızın bir problemi midir –buna problem denebilirse tabii– bilmiyorum, yaşadığımız onlarca kötülüğe, bireysel veya toplumsal onlarca acıya rağmen hayata devam edebilmek. Unutmak değil ama, zihnimizin şöyle arka taraflarına doğru saklamak ve mümkünse günışığına çıkmadan orada tutmak. Auschwitz unutulabilir miydi mesela? Srebrenitsa ya da? Bunlar büyük yaralar, haydi kendimize dönelim. Annesinin, babasının ölümünü unutabilir mi bir insan? Tabii unutamaz. Ama bununla yaşamayı öğrenir. Bellek böyle bir yer. Karmaşık, yoğun, karanlık… İnsan kendi zihninde kaybolmazsa dünyanın hiçbir yerinde kaybolmaz bana kalırsa. İnce bir çizgi. Yani insan bir anıdan saklanamasa da, en azından anıları saklayabilir. İyi veya kötü… O da biraz kişisel bir tavır galiba.
Kitabın ismi, Turgut Uyar’ın “Bir intihar akşamı üstüne söylenti” şiirine de gönderme yapıyor. Uyar şiirde “Her şey bir unutkanlıktı” diyor. Kitabın isim tercihiyle bu dize arasında bir etkileşim olduğunu söyleyebilir miyiz?
Öyle olduğunu söylemek isterdim ama inanın hiçbir bağlantı yok. Yok derken, “evet şundan dolayı o ismi tercih ettim” gibi bir bağlantı… Yoksa Turgut Uyar’ın şiirini, şiire bakışını, hatta hayata bakışını, okuyup idrak edebildiğim ölçüde çok severim. Kitabın ismi seneler içinde çok sık değişti. En son, sanırım memlekette, güzel bir akşamdı, Büyük Saat’i karıştırırken bahsi geçen şiiri okudum tekrardan. Aslında şiirin ismini değil ama şiirde geçen o ifadeyi direkt almayı seçtim. Çünkü sanki öykülerde de bir söylenti havası var. Bir kadının ismi geçiyor ama ölmüş mü, intihar mı etmiş, başka bir ülkeye mi göçmüş, yoksa bunların hepsi bir hayal mi? Çok da bilmiyorum. O bilinmezlikten kaynaklanan bir söylenti herhalde. Evet, evet… O tamlamada sahiplenebileceğim en önemli kelime bu: Söylenti.
“Bir Rüya için Ağıt”, olasılıklarla dolu bir öykü. Bu öykü, “Sen, belki genç bir kadın veya genç bir adam veya bir taksi şoförü olarak, bu yolların birinden geçip gidiyorsun. Diğer yollar arkanda sadece basit birer ihtimal olarak kalıyor” ve “Bir yolu son kez yürüyor olma ihtimalini düşüneceksin” diyor. Kitapta yine başka öykülerin de “olasılık” üzerine söyleyecekleri var. “Şimdi Daha Uzak” öykünüzde o yolun son kez yüründüğü anlardan birini okuyoruz. Hayatın ihtimaller silsilesi olduğunu düşünürsek, insan bu ihtimalleri yok sayarak yaşayabilir mi? Bir ihtimal olarak kalan yollara müdahale edilebilir mi, edilmeli mi?
Bence bu işi Tanrı’ya bırakalım, veya doğaya. Artık neye inanıyorsak… Ama fikir olarak böyle bir şeyin varlığı, “şu anda bunu yaşarken aslında şunu da yaşayabilirdim” fikri insanın kafasını her zaman kurcalayan bir şey olarak ilelebet kalacaktır sanırım. Yani bir vapura son binen olmakla vapuru ilk kaçıran olmak arasındaki fark… Çünkü diğeri yirmi dakika sonra kalkacak ve acaba boşlukta süzülen o yirmi dakika bizim için ne anlam ifade ediyor? Virgülden sonraki kısımdan ötürü puanı tutmayıp da, tıp yerine eczacılık okuyan bir gencin hayatı nasıl da değişmiştir, düşünsenize. Şu anda sizin bu sorularınıza cevap verirken, yapmam gereken diğer bütün şeyleri ertelemiş veya iptal etmiş oluyorum. Peki, bu bende neyi, nasıl değiştirdi acaba? Bir sürü soru… Ama insan bu sorulara tutunarak yaşayamaz. Evet, belki aklımızın bir köşesinde hep saklarız ama öyle bir kör kuyuya taş atmak, hayatı yaşanılmaz kılardı bence.
Bu sorunuzu kendime ilk kez galiba dünyadaki varlığımın anlamına varmaya başladığım, henüz çocukluk yıllarımda sordum. Herhalde ailemdeki ağır kayıplar bunu sormaya itti beni. Ama sadece bir soru… Müdahale etmek mümkün mü? Emin değilim. Mümkünse zaten müdahil olmuşuz demektir bir kere ki, o da yine yaşadığımız hayata tekabül eder. Aynı noktaya varıyoruz böylece. Yani tek bir hayat var, provasız. Tercihlerimizi iyi yapalım, mutlu olalım, insanları sevelim gibi içi boş kişisel gelişim zırvalıklarıyla dolu cümleler kuracak değilim. Ama en azından sürdürdüğümüz hayatı inandığımız gibi yaşamaya çalışabiliriz. Veya bir gün gerçekten de Dr. Emmett Brown zaman makinesine atlayıp bir yerlerden fırlar ve bizi başka bir şeye inandırır. Olamaz mı? Olabilir.
Gündelik hayatın sıradan, basit, rutin olaylarını merkezine almıyor öyküler. Olanlar da daha üst bir anlatının içindeki akışı belirliyor. Buradan yola çıkarsak, edebiyatta, aynı zamanda bir okur olarak, benzer bir tarzı mı tercih edersiniz? Yazar büyük sorular sorup düşündürmeli mi yoksa sadece ayna mı tutmalı?
Gündeliğe dair de pek çok şey var aslında ama ne demek istediğinizi anladım önceki sorularla da bağlantılı olarak. Cevap vermesi zor. Kendi öznel penceremden bir şeyler söylemem gerekirse, (aynadan kastınız topluma ayna tutmaksa) ben “aynacı” bir okur (veya yazar) değilim.
Hangi sorunun kim için nasıl bir büyüklük oluşturduğundan hiçbir zaman emin olamayız. Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde büyük Rus yazarlarının isimlerini sayarken, Dostoyevski’yi bunlara dahil etmez. Kendince haklı gerekçeler sunar tabii. Ama bu Dostoyevski’nin büyük sorular sormadığı anlamına gelir mi? Belki de sorular değil ama çağa göre sorulara bakış açımız değişiyor veya coğrafyanın sorularımız üzerinde belirleyici bir etkisi oluyor. Edebiyat ille de topluma ayna tutmak, toplumcu olmak zorunda değil. Ama nihayetinde hepimiz bir toplumda doğup büyüyoruz ve istesek de istemesek de toplumun kişiliğimiz ve hayatımız üzerinde doğrudan bir etkisi oluyor.
Şuraya geleceğim, bu ikisini birbirinden ayırabilir miyiz keskin sınırlarla, emin değilim. Güncel toplumsal olayları –çok yakın bir geçmiş diye Gezi’yi örnek verelim– edebiyatın malzemesi yaparak kayıt altına almak mutlaka bir tavırdır ve edebiyatın –bu anlamda– işlevlerinden biri olabilir. Ama yazma noktasında benim dahil olabileceğim bir tavır değil bu. Zihnimizin çalışma biçimiyle alakalı. Olayın kendisi değil de, onun da dahil olabileceği üst bir anlatı benim için daha cazip diyebilirim. İkinci Dünya Savaşı’ndan değil de, savaşın bizatihi kendisinden bahsetmek, bunu yazıya dahil etmek yazarken de, okurken de daha fazla ilgimi çekiyor. Öte yandan en sevdiği yazar Tolstoy olan biri söylüyor bunları, onu da belirteyim. Bu da benim küçük dünyamın paradoksu sanırım.
Öykülerin çeşitli bağlantılarla bir bütün oluşturduğundan söz etmiştik başta. Mandalinaları, semizotlarını, kargaları ya da iki ayrı karakteri takip edebiliyoruz kitap boyunca. Bir öyküdeki rüya başlı başına bir öykü olarak karşılıyor bizi ilerledikçe. Bazı yönetmenlerin filmlerinde de görebiliyoruz benzer bir tarzı; belli simgeler temel bir sahnede ya da ufak bir ayrıntı olarak işlenebiliyor. Benzer bir çağrışım yaptı bende sizin kullanımınız da. Bunlar öykülerinizi yazarken kendiliğinden mi ortaya çıktı yoksa en başından böyle kurgulamayı mı tercih ettiniz? İlker Aslan tarzını, üslubunu oluşturan şeyler ve bundan sonraki eserlerinde de karşılaşacağız, dersek zorlama bir yorum olur mu?
Başta da biraz bahsettim, tekrara kaçma pahasına değineyim. Öyküler çok geniş bir zaman aralığında, farklı yaşlarımda yazdığım metinler olduğu için aslında çok da ta en baştan kurgusal olarak üzerinde çalışıldı diyemem. Biraz kendiliğinden ortaya çıktı. Hatta –sahnede kendi şarkı sözlerini unutan müzisyen gibi ayıplanacağım ama– mandalinayı örneğin, çok sonra fark ettim. Ciddi ciddi, “Aa, evet, burada da bir mandalina bahsi geçmişti tabii” diye kendime geldiğim oldu. Karga veya... Demek ki zihnimde bunların bir anlamı var ve dönüp dolaşıp bir şekilde yazdıklarıma dahil ediyorum diye düşünüyorum. Burada da yazarın niyetini okumak ne kadar mümkün, bilmiyorum. Yani bir mandalinadır gidiyor ama siz ne anladınız mesela? Bence ne anlamış olursanız olun, ikimizin anladığı şey farklı olacaktır. Kaçınılmaz olarak… Bu bir problem de değil tabii. Hatta bence iyi bir şey. Edebiyat biraz da bunun için yok mu? Ben en azından buna inanıyorum. Aynı noktaya bakalım ama farklı şeyler görebilelim. Öyle göstergebilimsel açıklamalardan bahsetmiyorum tabii. Daha kendi halinde bir okur-yazar etkileşiminden bahsediyorum. Bu bir zenginlik bana kalırsa. Sonuç olarak sonrasında ne yazarım, ne zaman yazarım bilmiyorum ama aşağı yukarı buna benzer bir anlatımım olur sanıyorum… Bir dahaki sefere mevsimsiz mandalinalardan değil de, vaktinde tezgâha düşen elmalardan bahsederim belki. Ama benzer şekilde bahsederim herhalde. Artık üslup mu deriz, kendi kuyruğunu kovalamak mı, onu zaman gösterecek.
Deneysel yazılmış, biçimsel farklılıkları da barındıran öyküler hayli dikkat çekiyor kitapta. Alışılmışın sınırları zorlanmış. Bunu özellikle mi tercih ettiniz? Bu öyküleri yazma süreci nasıl gelişti; önce hikâye mi vardı yoksa deneme isteği mi? Deneysel ve de biçimsel farklılığı öne çıkan yazıma bakışınız nedir?
Ben bu tip deneysel metinler okumayı çok seviyorum. İlle de grafikler, şekiller, görsel olarak çizgi dışında kalan yazım biçimleri olmasına gerek yok. Bazen anlatının kendisi de tek başına deneysel olabiliyor. Bundan bahsediyorum. Bu tip metinleri okumak bana hem edebi olarak keyif veriyor hem de düşünme biçimimi zenginleştiriyor. “Aaa, evet, bak şunu anlatmış ama nasıl da farklı anlatmış” diye düşündüğüm çok şey okudum. O anlamda yeniliklere açığım. Hele de bugün, yazının anlamı bu kadar değişmişken, yani matbu olmanın ötesinde, dijital mecrada da yazı kendine ciddi bir alan bulmuşken neden denenmesin ki? Öykünün içinde bir şarkıdan bahsedilince, onun linkini hemen bahsi geçen bölüme bir şekilde yerleştirmek ve metni zenginleştirmek… Çok mu kötü bir fikir? Bilmiyorum. Ama burada başka bir problem var. Deneysellik içerisinde hikâyenin kendisini kaybetmek. Biçime takılıp içeriği gözden kaçırmak. Belki ben de yaşadım bu problemi. Bilmiyorum. Biraz tehlikeli sularda yüzmek gibi geliyor bana bu. Ama yine de denenmeli, yazının sınırları genişletilmeli.
Sevim Burak aklıma geldi mesela, biçimsel olarak –hele de o döneme göre– radikal yenilikleri var. Leyla Erbil de benzer şekilde… Bugün deneysel öykü deyince Orçun Ünal’ı zikretmem gerek; ilk okuduğumda gerçekten çok etkileyici bulmuştum onu da. Örnekler çoğaltılabilir. Diyeceğim o ki, yazı belli kalıplar arasına sıkışmış, 2+2=4 formülü gibi sabit bir alan değil. İllaki yazının da bir matematiği var. Öykünün, romanın, şiirin… Hepsinin kendi içinde farklı bir dili, aritmetiği var. Ama nihayetinde bugünden geri doğru gidildiğinde şiirde neler yapılmış, öyküde, romanda neler denenmiş ve ne radikal hamlelerle yazı genişletilmiş, çok net görülebilir. Bu anlamda hiç muhafazakâr değilim. Onu söyleyebilirim. Ben de yazarken buna benzer arayışlarla yola çıkıyorum bazen. Ama önce biçimi düşündüğüm hiç olmadı. Hep hikâyenin kendisini ön plana aldım ya da öyle gelişti diyeyim. Sonra üzerinde düşüne düşüne, araya araya farklı noktalara vardım. Bunun formülü budur demiyorum ama ben bu zamana kadar böyle yapmışım.
Öte yandan sadece böyle deneysel metinler için değil, edebi üretimin bütünü için okuru düşünmemek mümkün mü? Nihayetinde birileri bunları okusun diye yazıyoruz. Kafka’nın “ben öldükten sonra bunları yak” zırvalığına inanan var mı gerçekten? Tabii ki o da başkaları okusun diye yazdı. İyi ki de yazdı. Ama okuru merkeze oturtmak problem yaratır diye düşünüyorum. Metni ona göre kurgulayamazsınız. Kurgulamamalısınız ya da. Bir öyküm için, ilk eleştirmenim ve editörüm diyebileceğim eşim “Bak, okur burayı takip edemeyebilir” gibi bir şey söylemişti. Buna benzer bir şeyi William Faulkner’a soruyorlar, “İnsanlar üç kere okumalarına rağmen romanlarınızı anlamadıklarını söylüyor, ne dersiniz?” diye. Faulkner da “Dört kere okusunlar” diyor. Yazarın yazdığına hâkimiyeti biraz böyle bir şey sanırım. Ben de eşime buna benzer bir cevap vermiştim. Fazla uzattım, biraz da karıştı galiba, özür dilerim ama böyle cevaplayabilirim belki sorunuzu.
Sizinle yeni tanışacak okurlar için soracak olursak; kimdir İlker Aslan, kendini nasıl tarif eder? Yazarken nelerden, kimlerden beslenir? Yazmaya iten şeyler neler?
Benimle yeni tanışacak olanların bizatihi beni tanımalarına gerek olduğunu düşünmüyorum. O yüzden kendimi tarif etmeyeceğim tabii ki. Hem bir insan kendini nasıl tarif eder ki? Hiç bilmiyorum. Diğer sorunuz için, beslenme olarak görebilir miyiz bilmiyorum ama tabii etkilendiğim isimler oluyor. Fakat burada yazar ismi vermeyi –kendi adıma– doğru bulmuyorum. Bunun ismini vereceğim yazarlarla benim aramda bir benzeşim kurulabileceği riskini taşıdığını düşünüyorum. (Tolstoy’la kıyaslayan olmaz herhalde.) O yüzden, evet, belli başlı yazarlar var ama isimleri bende kalsın. Belki bir dost sohbetinde isimleri geçer. Bu isimler mi yazmaya itti peki, emin değilim. Sanmıyorum da… Edebiyatı, sanatı çok önemsiyorum ama öyle aman aman kutsallık atfedeyim, dokunulmaz bir yere yerleştireyim diyenlerden değilim. Yazdım işte. Belki iyi bir müzisyen olabilseydim yazmazdım. Enerjiyi oraya harcardım. Gerçi hepsini birden yapan, on parmağında on marifet isimler de var. Ben onlar kadar becerikli ya da yetenekli değilim. “Yazmasam deli olacaktım” diyecek de değilim. Yazıyorum işte, yazmasam yazmamış olurdum ve emin olun dünyada hiçbir şey değişmezdi.
Bildiğim kadarıyla çeşitli dergilerin mutfağında da yer aldınız. Kimi devam ediyor, kimi yayın hayatına son verdi. Bu deneyimlerin yazma süreçlerinizde önemli bir yeri vardır muhakkak. Günümüzde de yayın hayatını sürdüren pek çok dergi var. Ancak biliyoruz ki, bunların çoğu ya okura ulaşamıyor, ya hak ettiği düşünülen değeri görmüyor ya da bir sürdürme çabası olarak devam ediyor. Bugün Türkiye’deki dergiler edebiyat dünyasının neresinde yer alıyor sizce? Yeni bir edebiyat dergisi çıkarmayı düşünseniz nasıl olmasını isterdiniz?
Sondan başlayayım, şu ülke şartlarında, herhangi bir sponsor bulamamış veya devlet desteği almamışsanız dergi çıkarmak akıl işi değil. Kesinlikle değil! Dergicilik normalde de akıl işi değil zaten. Düzenli takip edeceksin, her sayıyı ayrı düşüneceksin, bir sayıyı hazırlarken bir sonrakinde olacaklar aklından geçecek… Bunun okura ulaşması var daha, dediğiniz gibi. Çok zor… Kitap bir kerelik bir iş. Dergi öyle değil. Tabii matbu dergiler için söylüyorum bunu. Bugün dergi çıkaracak olsam kesinlikle dijital dergi çıkarırım. Bir kere kitlelere ulaşma sıkıntısını en aza indirmiş oluyorsunuz. Bu büyük bir avantaj. Sayfa doldurma derdiniz çoğu zaman yok. Vs vs… Her neyse… Öte yandan, yapacak olsam tür dergiciliği yapardım diye düşünüyorum. Öykü dergisi olur, ne bileyim, eleştiri odaklı olur… Ama belli bir türü önceleyen bir çalışma olurdu. Ha, akıl işi değil falan dedim ama bu demek değil ki dergi çıkarmam. Çok da akıllı biri sayılmam sanırım.
Diğer soruya geleyim, buna çok cevap verildi, şimdi Cemil Meriç’in “hür tefekkürün kalesi” klişesiyle başlayarak uzun açıklamalar da yapmak istemem ama çok kısa şunu diyeyim mesela öykü özelinde. Daha önce okumadığım bir ismin öykü kitabını almaya koyulmuşsam, daha önce nerelerde yazmış diye bakarım. Bu benim kişisel tavrım. Ve dergilerde hiç yazmamış olanlara da şaşırırım açıkçası. Tabii bu kendi adıma bir filtre. Başkaları başka türlü düşünebilir. Hiç dergi okumadan da yazabilirsiniz, kutsal kitap değil ya bu! Çarpılmayız herhalde. Ama nihai kertede dergilerin bir mutfak vazifesi gördüğü konusunda hemfikirim. Bu yüzden önemsiyorum. Eskisi gibi takip edemiyorum, onu da belirteyim. Eskiden nerede bir dergi var, fanzin var, en azından şöyle bir karıştırma imkânım olurdu. Şimdi biraz da zaman problemi, yapacak başka işlerimizin oluşu derken bu imkân bir hayli kısıtlandı. Yine de elimden geldiğince takip ediyorum ve dergileri çok önemsiyorum. Okur ne kadar önemsiyor, emin değilim. Güncel bir örnek vereyim. Arkadaşlarım çıkarıyordu diye biliyorum.Öykülem dergisi öykü odaklı, bence çok sağlam bir işti. Sadece ekonomik sebeplerden kapandı. Yürütemedi arkadaşlar, çünkü zor. Kapandıkları haberini sosyal medyadan duyurduklarında bilmem kaç retweet ve beğeni aldı ve yersiz ağıtlar yakıldı. Şu kadar diyeyim, sadece retweet edenler, o gönderiyi beğenenler dergiye sahip çıksaydı, o dergi kapanmazdı. Bu durum başka pek çok dergi için de geçerli tabii. Dergilere ilgimiz bu düzeydedir ve bunun değişeceğini de çok sanmıyorum açıkçası.
Yine bir tanışma sorusuyla bitirelim. Bir yazar olarak sizin için öykünün anlamı nedir? Öykülerde neyi önemsersiniz? Günümüz öykücülüğünü, öykü yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorular başlı başına farklı bir konuşmanın içeriği olabilecek kadar geniş aslında. Kabaca yine anlatmaya gayret edeyim. Benim için öykünün bir tür olarak inanın hiçbir anlamı yok. Bu sadece bir yöntem. Roman yazarak da anlatabilirdim, belki ileride anlatırım. Yeteneğim olsaydı şiiri denerdim ya da. Sanatın başka dallarını bile ekleyebiliriz buraya. Nihayetinde asıl olan anlatının kendisi. Neyle anlatacağın, nasıl anlatacağın sana kalmış. Öykü de bu anlamda bir araç. Öyle türü kutsallaştıranlardan değilim. Öyküde neyi önemserim sorusunun da tek bir cevabı yok tabii. Bir nebze yenilik, arayış, deneysellik beni cezbediyor diyebilirim. Tek başına yeterli değil tabii, ama bir parçası bu. İçerik olarak da kendini çok açık etmeyen, kapalı metinleri seviyorum. Biraz okura alan tanıyan, okuru metnin içine çekerek anlatıya dahil olmasına yardımcı olan, bu anlamda okuru pasif bir unsur olarak görmeyen metinler ilgimi çekiyor.
Günümüzde, artık çok genç sayılmasam da benim de dahil olduğum, kalabalık bir grup var öyküyle ilgilenen. On-on beş yıl öncesini de biliyorum ben; bu kadar kalabalık mıydı, sanmıyorum. Belki yaratıcı yazarlık atölyeleri, belki öykünün –en azından ilk etapta– görünürlük ihtimalinin daha yüksek olması, belki de –inşallah kimse kızmaz ama– kolay yazılabilir görünmesi buna sebep olmuş olabilir. Emin değilim. Bunu bir problem olarak da görmüyorum kesinlikle. Sanki olumsuz bir tablo çizmiş gibi göründüysem, hemen düzeltelim. Her şeye rağmen olumlu bir manzara var bana kalırsa. Yazıya ilginin bu denli büyük olması güzel. Bu durum edebiyatın selameti açısından nelere sebep olur, göreceğiz. Ama böylesine dijitalleşen bir dünyada, insanlar yazı araçlarına böylesi yakınlaşabiliyorken, bırakalım da yazsınlar. Yazmak isteyen yazsın en azından. İyi edebiyat, kötü edebiyat konusuna gelirsek işin içinden çıkamayız. Oraya hiç girmeyelim. Onu zaten zaman gösterecektir büyük ihtimalle. Başka pek çok şey daha göstereceği gibi…
•