Gurbet burcu şairleri

Şairliği kadar şiir düşünürlüğüyle de büyük değerler yaratan Behçet Necatigil’e göre her şair, üç burçtan geçer: Gurbet, Hasret ve Hikmet burcu. Başlangıç Gurbet Burcu’dur. Kendi sesini bulmak için çıkılan gurbettir şiir yaşamı. Bu yazı, üç burca dair denemelerin ilkidir.


Burç

Falınız öyle gösteriyor
Hangi su bengi su
Gurbetin ucundasınız.

Bir tren ya da gemi
Bir zaman geçiyor
Siz de içindesiniz.

Karanlığa çıkınca
Bilen çıkmıyor
Hikmet burcundasınız.                     
                                          (Behçet Necatigil)

Gurbet. Hasret. Hikmet. Ardışık sıralı üç burç, bunlar şairlik yaşamının yol haritalarıdır. İlk konak Gurbet Burcu. Her şair aşağı yukarı aynı yoldan girer bu konağa. Ama bunun bir öncesi, bir eşiği vardır. Çocuklukta ya da oradan çıkarken nasıl olmuşsa belirmiş, bir gün sevdiğimiz şiirleri bir deftere yazıyor olmuşuzdur.[1] Aşklar, sevgiler, umutlar, hayaller şiirle bezeli bir özen ister bizden; şiirler de öyledir. Özenimizde sahici bir anlam bulmaya başlayınca çiçeklenir şiir ilgimiz. Ve zamanla “Ben İlhan Berk’in Defteriyim”[2] gibi bir harmana dönüşür defterimiz. Hem kendinin hem başkalarının yazdıklarıyla harman bir defter. “Benden habersiz şiir yazılamaz” demeye kadar vardırmıştı şiir takibini İlhan Berk, son yıllarında bile. Şair olmayı arzulamış ideal benliğine esir bir işçi gibiydi, gece gündüz. Ama her fırsatta “yazmak cehennem!” diye dertlenirdi. Bense bu sözün anlamını nice sonra anlamaya başlayacaktım.

İcat edilmiş her aracı kullanmayı bilmek, bir hüner edinmek, benliğimize de biçim verir. Şiirler, önce onlar bizi yaratacaktır. Özellikle gençlikte. Severken, öfke duyarken, acı çekerken, özlerken, âşık olurken (en çok da o anlar), terk eder- edilirken, tutsakken, özgürken, varoluş sancısı yaşarken, hak tanırken, taraf olurken, seçerken, dalga geçerken, gündüz düşlerine tutunmuş yürüyorken, ya da hiçbir şey olmuyorken, yalnızca evrende bir varlık olarak duyumsuyorken, ruhumuzun elini tutar şiir, onunla dolaşır buluruz kendimizi. Şiir bize bu dünyada olmanın zihinsel ruhsal duyumlarını tattırır. “Benim için şiir bir tahammül mülküdür” diyor genç şair Elif Nuray, O Korkunç Maharet’in şairi. Onun algıladığı gibi, benliğimizin dünyaya katlanış dayanağı, sığınma evi, dilsel mülkü, sesi, sözü, direncin dilidir şiir. Kimi dizeler ürpertir bizi, Eren Tünay’ın (2005 doğumlu) şiirlerindeki gibi. Birçok öznenin benliğine bürünüp o başkası olmayı, ötekiyle bir eş duyum yaşamayı deneriz şiirlerde, Eren Tünay’ın yazdığı gibi. Dünyamızın, tarihimizin, coğrafyamızın kahredici kaderini tersine dönüştürmeye çağrılar çıkarırız. Böyle giderse “camlarınıza taş olurum” deyiveririz, Mehmet Özkan Şüküran gibi. Ya da yürekte çarpan akılda cesaret bulduğunda bir manifestoya dönüşür şiir. Nâzım’ınki gibi ya da Naile Dire’nin Türbülans’ındakiler gibi. Gülten Akın’dan, Didem Madak’tan, Gezi’den el ve ses alarak yürüyordur Dire’nin şiirleri. “İstanbul Sözleşmesi” tartışılırken şiirin de bir kürsüsü olsaydı Türbülans okunsun önerirdim. Benim defterimde “sabır uzak çatılarda bulutların gölgesi” diyen Hatice Nisan’ın; “güle batır öfkeni” diyen Özge Sönmez’in; “her şiir geçecek bir gün hayal ettiği elden” diyen, umuduna karanlık düşürmeyen Narin Yükler’in; “döktüğüm yaşları topluyorum” diyen Meryem Coşkunca’nın; bir kitabını Abbas Kiyarüstemi’ye adayan Emre Şahinler’in; kalp damarlarının ruhumuzla bağını duyumsayan Petek Sinem Dulun’un; “kendime uzaktan gelmiş sayılırım” diyen Elif Karık’ın; “Utana sıkıla başkasının gözlerini giyinmek”ten tedirgin, etki sancısıyla yaşayan Kutay Onaylı’nın ve daha nice genç şairin şiirleri doluşur defterime. Kim bilir, bu şairlerin defterlerinde kendi şiirleriyle başka şairlerinki nasıl harman olmuştur; ama birçok biçimde, -karşıt, paralel, çapraşık, nadir anlam ve tonda-, her biri şairinin kendilik bilinciyle mühürlenmiş şiirler buluşmaya başlar defterde. Sıcak ama gerilimli, elektrikli, tedirgin bir buluşmadır aslında bu. Etkilenme, kirlenme, başkasının gölgesinde kaybolma duygularıyla tedirgin, sancılı. Harold Bloom “etkilenme endişesi” adını vermişti bu duruma.[3] Durum: “edebi baba" ya da “edebi anne” ile ebedi iç savaş. Ama Bloom’dan değil de Fuzuli’den örnekleyelim bu endişeyi, bu iç çatışmayı. (İlhan Berk’e “yazmak cehennem” dedirten şeyin nasıl bir yaşantı olduğunu):

“(B)enden evvel gelen şairlerin hepsi yüksek anlayışlı, engin düşünceli insanlarmış. Gazel üslubuna yaraşan her güzel ibareyi, ince mazmunu öyle kullanmışlar ki ortada bir şey bırakmamışlar. Bir insan onların bütün yazdıklarını bilmeli ki çalışıp vücuda getirdiği eserlerde kendinden evvel söylenen manalar bulunmasın. Öyle zamanlar olmuştur ki, gece sabahlara kadar uyanıklık zehrini tatmış ve bağrım kanaya kanaya bir mazmunu bulup yazmışım. Sabah olunca diğer şairlerle tevarüde (farkında olmadan aynısını söyleme durumuna) düştüğümü görüp yazdıklarımı çizmişimdir.  Öyle zamanlar olmuştur ki, gündüz akşama kadar düşünce deryasına dalıp şiir elması ile kimse tarafından söylenmemiş bir inci delmişim; bunu görenler, “bu mazmun anlaşılmıyor, bu lafız erbabı arasında kullanılmaz ve hoş görülmez” der demez, o mazmun gözümden düşmüş, hatta kalemi elime alıp onu kâğıda bile geçirmek istememişimdir. – Ne tuhaf haldir bu; söylenmiş bir şey evvelce söylenmiş diye, söylenmemiş bir söz de evvelce söylenmemiş diye yazılamıyor.” [4] 

Hangi çağda, hangi kültürde olursa olsun, şairin kaderi gibidir Fuzuli’nin yaşadığı bu endişe. Ya katılaşıp kalırsın bu gerilimde ya da sapacak (kaçışla yatıştıracak) bir yol bulursun. Sancılı olduğu kadar doğurgan bir süreçtir etkilenme endişesi. Dünyada kendini bulmanın en kesin ama en acı veren yoludur bu; kendini yaratarak “ben” demekten haz ve gurur duyduğu şeyleri bulma yolu. Ama önce “Kim var imiş ben yoğuken burada” diyen Karacaoğlan gibi sormak, aramak, bulmak, selefinle helalleşmek gerekecektir, yolda kendini bulmak için. Şiirle yaşarken kendiliğinden gelir bazen bu: “Birdenbire parlayan bir açılış bir sevinç ya da bir heyecan bir sarsılma! Benim şiirim bu tür sarsılma ve heyecanların eseri sonucu oldu” diyordu Necatigil. İşte o anları yaşarken buluruz kendimizi. Ansızın parlayan bu benlik edimlerinden korunmak için karşı bir yol bulmuştu Necatigil. “Ben” demiyordu, “bu-ben” diyordu; benliğini karşısına alarak. Arzularımızın narsistik oyunlarına karşı, etkilenme endişesinden kolay kaçışlara karşı da etkin bir yol olmalıydı “bu-ben”.

Yalnızca bizden önceki şairler midir şiirde kendimiz olmanın önündeki engel? Kuşkusuz kıyaslanamaz, ikame edilemez ama bir de Rilke’nin öngördüğü çetin yol vardır. Şiiri yaşamak ve şairlik üzerine yazılmış kült eserlerden biridir şairin Malte Laurids Brigge’nin Notları. Türkiye’de ilk kez 1940’larda yayımlandığında başucu kitabı olmuş birçok şairin; bazı parçaları ezberleyenler varmış. Şu parça bunlardan biri:

“Yirmi sekizindeyim ve meydana konmuş hiçbir şey yok. Tekrarlayalım: Carpacio üzerine bir etüd yazdım, berbattır; bir dram kaleme aldım, “Evlilik” adını taşır ve şüpheli yollardan yanlış bir şeyi ispata çalışır; ve mısralar yazdım. Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki. Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu, mümkünse uzun bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplamalıydı, ve sonra, tamamen sonunda belki iyi on mısra yazabilirdi. Çünkü mısralar sanıldığı gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehirler görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hala anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söyledikleri vakit anlamayıp kırdığımız ana babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişmelerle garip tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; yukarlarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli; - bütün bunları düşünebilmek de yetmez. Anılar da olmalı; birbirine benzemeyen birçok sevda gecelerinden, doğuran kadınların çığlıklarından, içlerine kapanık hafif beyaz uyuyan lohusalardan gelme anılarımız da olmalı. Hem sonra ölenlerin yanında bulunmalı; açık penceresinden içeri kesik kesik gürültüler dolan odalarda, ölülerin baş ucunda oturmuş olmalı. Bu da yetmez, anılar da yetmez. Çoksa onlar, onları unutabilmeli, sonra da dönüp gelmelerini beklemekten yana büyük sabır göstermeli. Çünkü anılarla da bitmez. Onlar ancak içimizde kan, bizde bakış davranış oldukları, isimsizleştikleri, artık bizden ayırt edilemedikleri zaman, işte ancak o zaman, işte ancak o vakit, çok seyrek bir saatte, bir mısraın ilk kelimesi, anıların arasından, anılardan çıkıverir.”[5]

“Bir mısraın ilk kelimesi, anıların arasından” Herkesin şiiri kendinden gelmelidir demek yerine, “şiirim kendimden geliyor” demeyi yeğliyordu Behçet Necatigil de. Gurbet burcu yolcusu bu çapta ustalarının eserleriyle tanışmış, onlar gibi (belki “onlardan daha iyi”, şiirler yazmış olsa bile bu dönem için özenti dönemi demektedir Necatigil. Kendisinin epeyce bir özenti şair olduğunu da söylemişti, yazı ya da konuşmalarında. “Sanki Robinson gibi ıssız bir adaya düşmüş… eline geçirdiği öteberiyle kendine bir barınak yapar durumda” diyordu, kendi Gurbetini anımsarken Necatigil. Goethe’nin deyimiyle, bu dönemde mürekkebi fazla suludur şairin. Bu burçta daha ne kadar kalacağı tamamen kendine bağlıdır; bu süre içinde kendini özleyişi, kendi sesine dair bir hasrete bağlanış arzusu, bu arzunun gücü, yolunu uzatır ya da kısaltır. Yeni şair belki de çok eski bir hakikati bir kez daha yineliyordur ama bunu yeni bir dille yapıyordur; yeni bir kılıkta, yepyeni bir havada. Ölü şairlerle iç konuşmasını yazıyordur belki; o massedici etkiden savaşarak ya da kaçarak sıyrılış çabasını. Ama o, şiirin daha neresindedir? Bu tür sorularla bulanır durur endişe.

Diyelim bu sahneler şu ya da bu biçimde yaşandı, ilham veren şeyler labirenti hayli karmaşık yola yöneltti bizi. Alışılmış şiir kalıplarına karşı çıkışlar, karşıt anlamlar, başka tatlar, farklı duyuşlar yüklenmiş, yerleşik düzeni bozacak bir şey başlatmayı düşünmüş, bunu da başardığımızı sanmışız, diyelim. Benlik idealimizdeki o şairin dillendiğini duymaya başlamışızdır artık; üslup seçilmiş, az çok oturmuş, şiirlerin kendine özgü bir havası var gibidir. Birazı taklit, birazı havuzdan, birazı da bilinçaltı akışlardan gelse de bir terkip oluşmuştur az ya da çok. Diyelim şöyle ya da böyle yatıştı etkilenme sancımız; az çok kendi şiirimize inanmayı, ikna olmayı seçti aklımız, ruhumuz. O zaman geldiyse, şiirler de sizden bir şeyler bekler artık. Dışarı çıkmak, başkalarının dilinde, aklında, ruhunda dolaşmak, onların dünyasına karışmak, yeni deyişle “sosyalleşmek” isterler. Nâzım’ın 19 yaşında “işte şimdi şiirimi buldum” dediği şiirler gibi (Açların Gözbebekleri vd.). Yazdıklarınızı başkalarının da okuyup sevmesini, size de “şair” denmesini arzularsınız; aynı derginin kapağında adınızın sevdiğiniz şairlerle sıralandığını hayal edersiniz. İşte bu arzudur bizi o karmaşık labirentlerde dolandıran güç. Don Kişot’u yola çıkaran da aynı arzuydu, Rilke’ye bunları yazdıran da o arzu. Şair olmak, dünyada olmanın asıl anlamı olmaya başlar artık. “Hissediyorum, içimde bir şey var… çıkmak istiyor” diyordu on beş buçuk yaşındaki Arthur Rimbaud, Theodor Banville’e mektubunda.[6] Delicesine hırs yüklenmiş bir Rimbaud vardır artık, kendini bütün naifliğiyle ortaya koyar:

“Bugünden itibaren iki yıl içinde, belki de bir yıl sonra Paris’te olacağım. Basının beyefendisi bir Parnassosçu olacağım ben! –Hissediyorum, içimde bir şeyler var… çıkmak istiyor… Yemin ederim ki Sayın Üstat, ben daima iki tanrıçaya, İlham Perisi’ne ve özgürlüğe tapacağım. Lütfen bu dizelere burun kıvırmayın… Credo in Unam şiirine Parnassosçular arasında küçük bir yer sağlarsanız Sayın Üstat, beni sevinç ve umuttan deliye döndürürsünüz… Le Parnasse’ın son bölümünde yer alacağım: Şairin amentüsü olacak bu!... Ah deli Hırs!” [7]

Ah deli hırs! Nedir bu? Zenginlik, güç, şöhret gibi sahip olma güdülerinin kışkırtıcılarını anlamak zor değil; –  ama “olmak” fiilini bu çağda “şair olmak”la özdeşliğe zorlayan o arzu nedir? Besbelli, bizden önce gelenler çelmiştir aklımızı, kalbimizi. Onlara öykünmeyle başlamıştır her şey ama bu dünyada var olmanın iradi bir seçimi olarak benimsemişizdir sonuçta. Her sanat dalında yeni bir öznenin katılımını sağlayan o büyülü “romantik yalan”a inanmışızdır; bunu belli bir “hakikate” dönüştürmek istermişizdir; René Girard’ın öngördüğü tartışmalı arzu kuramı gibi.[8] Üstelik şiirin de şairin de hiçbir kıymeti kalmamış bir çağda nasıl bir arzu tutuşmasıdır bu? Eski çağlarda “şairler katı” diye toplumsal bir kat olduğu söylenirdi; işte o hayali kata çıkma arzusu genç şairin hayallerinin odağına çöreklenir, gerçekleşmenin yollarını aramaya sürüklerdi benliğini. Biri birine çelişik adlandırmalarla ya kutsanmış ya da lanetlenmiş şairler katına çıkmak arzusu bu çağa, bu “çok çiğ çağ”a gelince (Necatigil), yıldızları çalınmış atmosferde yaşamak gibidir. Tarihsel yaşantısı, bir dönemden sonra pek de el üstünde sayılmaz şairliğin. Evet, başlarda “tanrı(lar)nın çevirmeni” deniyordu ona; epey inandırıcıydı o çağlarda bu adlandırma. (Homeros, Hesiodos, Ovidius, Vergilius vd.) Kâhinlerden, başbuğlardan itibarlıydı şair. Tarih biliminin öncüsü Giambattista Vico’ya göre toplumların kurucusuydu. İnanılan ilah, ışığını ilham perisi kadının bağrına düşürür, o periden şavkıyan ışık yeryüzündeki şairin kalbine düşer. (Bu sahnenin bir resmini de yaptırmıştı Vico, arkadaşı ressama yalvar yakar).

Ardından kâhin’in altındaki kutsal sayıldı şair. Ama yoksul halktan biriyse ölümü üç gün sonraya duyulan “bir garip” olurdu – Yunus’un dediği gibi. Değilse bir saray süsü, padişahın patronaj sistemine bağlı “şair-i azam”lık peşinde dolap çeviren biri.[9] Bağış dilencisi, ödül avcısı bile sayıldı şair. Yoksul halklar içinde kıymeti hep büyüktü; her yörede adı yöreselleşen bir anonim kişiydi aslında. Kiminde bir “ermiş”, kiminde “isyan önderi”, kiminde “hak badesi içmiş divane âşık”; örneğin Köroğlu, Pir Sultan Abdal vd. Oysa filozofların bile ideal devletinden “kibarlıkla” kovulması önerilmişti (Platon-Devlet- X. kitap). Ulusal dili şiirle şahlanmış, “Yedi Askı” gibi ölümsüz şairlerin yetiştiği diyarlarda bile “asr-ı saadet”ten ayetler indirilerek kovuldu.[10]Doğru söylemişse dört kutupta sürgündü. En sonunda, yani şu “sermaye çağı”nda kamusal alandan kovulan değersiz, ahlaksız, eşkıya, lanetli, laf ebesi, aylak, sokak züppesi, dekadan bir zararlı sayıldı (Baudelaire).[11] Bu kadar bile değil; insanlığın büyük özgürlük hayalinin ilk ülkesi Sovyetler’deyse, giderek ruhu donuklaşan bürokrasi çarkında ya sürgündün ya da yoksundun kamusal her şeyden.           

“Hepimiz asılmış ya da asılacak insanlarız” diyordu lanetlenmiş Baudelaire.  Bunca azap, bunca çile ne içindi peki? Şair o başlangıçtaki yerini mi özlüyordu, arzunun çetrefil dolayımı bu çıkmaza mı çıkarıyordu onu? Yaşarken kendisinin de şiirde çağ açan büyük ozanlardan biri olduğunu bilmeden yaşayıp ölen Baudelaire, Apaçık Yüreğim’inde bu arzuyu daha kesin bir dille ifade etmişti:

“Büyük ozanlar, filozoflar, peygamberler öyle varlıklardır ki arzunun özgür ve yalın kullanımıyla, hem nedeni hem de sonucu oldukları, hem öznesi hem konusu, hem büyüleyeni hem büyüleneni oldukları bir duruma erişirler.”  

Baudelaire kendini böyle görüyordu. Şairlik mertebesi toplumun verdiği bir paye olmasa bile, kendinizin benliğinize yakıştırdığı ama gençken –Arthur Rimbaud’un yaşadığı gibi– kimseye inandıramadığınız öznel bir hakikat olarak yaşasa bile –o yitik genç gibi– yüzyıllar geçse de unutulmazsınız; bunu önemsiyorsanız, ödülü de ironisi de budur ve bunlar göçüp gittikten en az elli yıl sonradır.                                                                  

Genç şair için bütün bu azaplar, geçmişte yaşananlar, bilse de bilmese de pek aldırmayacağı şeylerdendir. Arzu ve umut, başlı başına bir yaşam tutkusu, içsel ve dışsal çatışmaların esas konusudur. Kendine “şairim” demeyi yakıştırmak kimine göre çok zordur. Örneğin Nâzım, Açların Gözbebekleri’ni yazmadan önce de ünlü bir şairdi ama buna kendisi tam inanmıyordu. Çünkü kendi sesi sayamıyordu bir türlü, o şiirlerdeki sesi. 835 Satır ve sonrasında yazdıklarını okumuşsanız, onun ışığında bir an gözleriniz kamaşıp kaybolmuş hissetmişseniz, kendinize şair demeniz çok, hem nasıl da zordur. Kendimi ışığa yakalanmış tavşan gibi hissetmiştim uzun süre. Yalnızca Nâzım da değil, Oktay Rifat okuyup, onun gibi yazamam diyerek şairlik ateşini söndüren birçok arkadaşım oldu. Şu da var: 1930’lu ile 60’lı yıllar arasında yaşıyor olsaydınız, çoğu zaman dışsal engel daha da baskın olabilirdi (aslında bu engel her zaman vardır bu ülkede). Her yerde karşınıza çıkan bu zulme rağmen yazanlar vardır; onlar şair kahramandırlar – Sabahattin Ali, Arif Damar, Ahmed Arif, Rıfat Ilgaz, Niyazı Akıncıoğlu, Hasan İzzettin Dinamo, Şükran Kurdakul, vd… Nâzım’ı sayamıyorum, o nerdeyse doğumundan ölümüne, Bursa zindanından Moskova Bolşoyuna her yerde her zaman şairdi.

Diyelim bu çetin zorluğu da aştınız. Artık “benim” diyebileceğiniz bir şiir havası belirdi. Bu aşamadaki en büyük zorluk, –şiirin iç sorunlarıyla doğrudan ilgisi olmayan– yayımlama zorluğudur. Her şair bu karmaşık yoldan geçmiştir. Yaşarken pek değil ama nihayet çok okunan, çok sevilen Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk ve başkaları; hepsi de yaşamıştır yayımlama sancısını. Ama her dönemin genç şairinin ya birkaç şans fazlalığı ya da birkaç şansızlığı vardır mutlaka. Okuyan herkesin edebiyat konuştuğu 60’lı yıllar ile okuyan her gencin gelecek kaygısı yaşadığı 80 sonrası yıllar arasındaki şans farkları gibi. Cemal Süreya, tek şiir bile yayımlamamışken, gece gündüz edebiyat konuşulan sıkı bir çevrede “şair” diye tanınmıştı. Ahmed Arif, kitabı yokken bile ezberlerdeydi. Turgut Uyar’ın yayım deneyimiyse dikkat çekici bir yan taşır. İlk şiiri, 20 yaşındayken, Yedigün dergisinde yayımlandı. “Pek sevinmedim”, diyor. Sebep? Dergideki başka şiirlere bakınca editörün şiir beğenisini düşük bulmuştur. Kaynak dergisini önemsiyor ama gönderdiği şiirler bir türlü yayımlanmıyor, üzülüyordu. Israrla sürdürdü şiir göndermeyi. Nihayet yayımlandı biri. Ama o ilk heves sönmüştü bir kez. Paul Valéry’nin ilk kitap öyküsü de dikkat çekicidir. Ergen yaşlardayken dergilerde görülen Valéry’nin şiirlerini o dönemin en ünlü yayıncısı Mösyö Gallimard (Gaston muydu?) pek beğenmiş, bu delikanlıyı bulmaya (kendisinden yaşlıdır oysa), ilk kitabının yayıncısı olmaya heveslenmiştir. İyi ama kime sorsa tanıyan bilen yoktur Valéry’yi. Nice sonra dönemin salaş Paris kahvelerinden birinde nihayet bulur, teklifini sunar. (1912. Gallimard, André Gide ile geldi, diyor Valéry, Şiir Sanatı kitabında). Valéry’nin yanıtı mealen şudur: “Mösyö, daha çok erken.” Tinsel krizleriyle boğuşan Valéry için şiirde başarı duygusu zaman kaybından başka bir şey değildir. Aslolan şiirdir, hem de “saf şiir”. Toplamı yüzü bile geçmeyen şiirlerinin ilk kitabı kırk altı yaşındayken yayımlandı (La Jeune Parque, Genç Parque, 1917). Kitap çıktığında “büyük sessizlik nihayet son buldu” deniyordu. Edip Cansever’se, ilk şiirlerini ve ilk kitabını yayımlamakta acele etmenin pişmanlığını taşıyacaktır. Behçet Necatigil, dört kitaptan sonra, Eski Toprak’ı yayımladığında, benim asıl şiirim budur, demişti, öncekileri yadsıyarak. Nâzım’ın 835 Satır’ını ayrı tutarsak, Dağlarca’nın başlangıcı Çocuk ve Allah kadar hiçbir kitabın bahtı açık olamamıştır. Bazı şairler bir imge sistemi kurarak gelirler, diyordu Attila İlhan. Çocuk ve Allah’ın şairi gibi.

Genç şair, bir yol bulup yayımlamayı başardı, diyelim. Önüne başka bir engel çıkacaktır: Dikkat çekip çekmemek. Binlerce kitap arasında sırtındaki yazısı bile okunamayan incecik, narin kitabının derdi, çocuğunu nasıl büyüteceğini düşünen ana-baba derdinden beterdir kimilerinde. Burada “piyasa” denen sermaye hokkabazının elinde parıldayan elmalardan biri değilse, üç günde kayıplara karışır kitapçılarda. Kitabın reklamı yoksa görülmesi neredeyse rastlantıdır; reklamsa şairin bir utancıdır.            

“Piyasa”daki dergilerin editörleri ya da “eleştirmen” sayılan birileri kitabı gördü diyelim. Bu kez şöyle bir talihsizlik bekler şairi: Sade suya tirit türünden kalıp sözlerle birkaç satır yazılacaktır hakkında. Yazılmasa daha iyi ama olmazsa olmazlarıdır bu da piyasanın. Bu hep böyle miydi? Hayır, bir dönem genç şairler üzerine “zar atan” hükümran eleştirmenler vardı, Ataç gibi. Uzun bir dönem Taksim kahvelerinde genç şairlerin “falına bakmayı” pek seven Attila İlhan için de zar atmıştı Nurullah Ataç. “Genç şairlerin falına bakmaya, Nurullah Ataç meraklıydı” diyor Attila İlhan.

“40'lı yılların sonlarına doğru, 'üzerine oynadığı' iki genç şairden biri bendim, öteki Turgut (Uyar). Edebiyatımızın bu sevimli diktatörünün yüzünü bilmem ağartabildik mi?”

Hükümran eleştirmen, “edebi baba” ile “genç şair” arasındaki endişeli çatışmada söz dinletir bir hakem gibiydi. Ataç’tan geçmeyen şair umutsuz vaka sayılırdı. Necati Cumalı gibi şairlere şunu dedirtecek kadar: “Ataç söz etsin de isterse küfretsin!”

Kendisinin de hükümran olduğu dönem gelince Attila İlhan’ın, genç şairlerin üzerine oynamışlığı vardı. Kimdi bunlar? 50’li yıllarda Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Cemal Süreya. 60’lı yıllarda Arif (Sezai değil) Karakoç, Erol Çankaya, Hüseyin Yurttaş. 70’li yıllardaysa Hürol Taşdelen, Siyami Yozgat ve Güniz Baykam. Demek bu işin kumarı olsaymış, yarı yarıya sermayeyi tüketmiş olmalıydı bir dönemin genç şairler gurusu. Ataç’ın “üzerine oynadığı” Turgut Uyar ise, “Ataç şiirden anlar mı?” soruşturmasına verdiği yanıtta “sanmıyorum” deyiverecekti, tek sözcükle (Şairler Yaprağı dergisi, 1955). Sonradan bu fikri değişti Turgut Uyar’ın; Ataç ölünce yazdığı yazıda onu unutulmazlardan sayıyordu. Garip şairleri için Ataç bir şans, bir “bahttı” diyordu. Ataç’ın sık sık fikir değiştirmesinden hoşlandığını bile yazmıştı. “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz” demişti Orhan Veli de.

Herkesin şair olduğu burçtur Gurbet Burcu. Hasret Burcu’nun sınır duvarlarını tırmanırken elenir çoğu. İçimde olmayan bir şiiri başka yerde bulamam diyerek bu burcu en uzun yaşayan Behçet Necatigil’in şu sözü unutulacak gibi değil: “Gençken herkes şairdir” diyordu,

“15-20 yaşlarında herkesin gönlünde şiir vardır. Şair olmak için yazmak şart değil. Yeni bir duyarlığın kesinleşmiş, bilenmiş olması, o kişide şiirin varlığını gösterir. (…) 20 yaşında herkes şairdir, mesele 45’inden sonra da şair olduğunu ispatlayabilmektir.”


[1] “Defter” dijital çağda arkaik kalıyor ama onu bir mecaz gibi düşünelim.

[2] İlhan Berk, Ben İlhan Berk’in Defteriyim, Alkım, 2004.

[3] Harold Bloom, Etkilenme Endişesi, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis, 2008.

[4] Ali Nihat Tarlan, Fuzuli Divanı Şerhi, aktaran, Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, Metis, s. 20

[5] Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, çev: Behçet Necatigil, De yayınevi, 1966. S.17-18

[6] Theodore Banville, yakın arkadaşı Baudelaire’in deyimiyle “mutlu saatlerin şairi’. Parnasçı antolojiyi çıkaranlardan.

[7] Graham Robb, Rimbaud, çev. Süha Sertabiboğlu, İş-Kültür Yayınları, 2012. s.38-9.

[8] René Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, çev. Arzu Etensel İldem, Metis, 2001

[9] Halil İnalcık, Şair ve Patron, DoğuBatı Yayınları.

[10]  Kur’an- Şuara Suresi. 25.ayet.

[11] Charles Baudelaire: “Ve sen, hey gidi kentsoylu, –bugün ozan değilsin ya, yarın hiç mi hiç olamazsın,– söyleyecek söz bulamayacaksın buna; hiçbir şeyden üzüntü duymayacaksın.” Apaçık Yüreğim, çev. Sait Maden, İş-Kültür, 2015. s. 34.

 

GİRİŞ RESMİ

 

Soldan sağa: Petek Sinem Dulun, Mehmet Özkan Şüküran, Meryem Coşkunca, Emre Şahinler, Narin Yükler,
(alt sıra:) Özge Sönmez, Kutay Onaylı, Naile Dire, Elif Nuray.