Bakan adamdın. Görmesini bilirdin. Karşındakini de çırılçıplak soyardın. Bir tür haiku cambazıydın, uzun ince çıplak bir f, bir Giacometti adamı...
20 Aralık 2018 14:06
Bin dokuz yüz yetmişlerin ilk yarısında Ahmet’in babasıydın tanıştığımızda, hızlıca İlhan Berk oldun, dostum. Hemen peşinden, öteki yarın Edibe Hanım katıldı Berk koleksiyonuma. Her birinizi ayrı çekmelerde sakındım; pekiştikçe zamana, mekâna yayıldı uzun ince ayar dostluklar. Kumbahçe’deki eski Bodrum evinde lavanta kokulu çarşaflar serili sedirlerde konakladım geceleri. Avluda kurulan balıkçı tablası sofralarda; fesleğen, domates, çökelek, zeytin, kekik, ballı kahvaltılarla günaydın dedik güneşe; karanlık inerken köpeoğlu, mücver, rakı, nice yazar, şair, ressam çeşni katık oldu uzun gecelerin sohbetlerinde. İnce ayar cilaladınız ilk yirmili yaşlarımı, bir devrin tanığı oldum, fark etmeksizin; ışığında pervane.
Anlamakta bocaladım şiirlerini, düz yazılarını kıyasıya tartışır, sana kafa tutar, her daim çabuk harlayan öfkenle çalışma odana kaçırırdım seni, Edibe Hanım aramızı bulamadığında. Neydi anlaşamadığımız, paylaşamadığımız, neden kinlenirdin bir telaş? Oya iğnesiyle işlerken sözcükleri, kılı kırk yardığın harflerle rahatsız edilmek istemediğin çalışma odana çat kapı girebilen nadir kişilerdendim, kovulmaksızın; Edibe Hanım’ın titreyen bakışları bile engel olamazdı, dikiliverirdim karşına. Keyiflenirdin açık etmeksizin, bilirdim. Ola ki nemrutluğunu sınamaktan sadistçe zevk alıyordum, belki de maskeni düşürmekti niyetim. Üçüncü kişiler olmadığında sergilerdin öteki dünyanı; paylaşırdın sevgi dolu içtenlikle, sakin uslu anlatırdın düşlerini, düşüncelerini, paylamadan, kapışmadan geçerdi zaman. O zaman anlardım seni, benzeşti isyanlarımız; tanıştık.
Çıplaktın. Yalın ayak dolaşır, gömlek, tişört giymezdin yazları. Kendin gibiydin çıplaklığında, yalın, özgürlüklere doyamamış. Susuzluktu yaşamın; su en çok kullandığın ögelerdendi şiirlerinde. Bir o kadar da doğayı işledin, ilmikledin bir sardunyayı hamsiye, kıyıları nehirlere. Dağlarda dolaşır, bakardın doğaya, görürdün her bir taşı, otu, taş, ot olmakla kalmadığını, sözcüklere sığmadıklarını bilirdin.
Tüm çıplaklıkların anası doğa, doğallığının aynası oldu; yüzleşmekten, yaşamaktan ürkmedin; yetmedi, didikledin herkesi, her şeyi; dille boğuşurken, şiir-düzyazı değil, ansiklopediler yazdın. Anka’ya Karahisârî kattın, kardın Surname-i’yi Cummings’e, (s)imgelerin (g)izinde. Metinlerarası titiz bir gözlemci, iz sürücüydün.
Bir simge. Kapalı, yoğun, karanlık. Bir imparatorluğa düşer çünkü. Kentsoylu ve duruk.
(...)
Ne dediğinizi anlıyorum. Bir simge bir çığlık
(...)
Hem bir çığlık olmak için her şey hazır değil midir: Sürgünler, intiharlar, hapisler, II. Abdülhamit’in yüzü
(...)
Bölüp şiiri ikiye. Yeni bir görünüm çizmek için, bir isyana. Saygın. Yürekli (Betimi onun için atmaz mı? –ki baş ilkesidir- her şiirde. Uzun ve resimsel. Bir gözlemci titizliğiyle işlediği. Gözünü onun için İstanbul’dan ayırmaz. Bakan bir adamdır zaten.[1]
(...)
Bakan adamdın. Görmesini bilirdin. Karşındakini de çırılçıplak soyardın. Kendime dairleri bile görür, inanır, yüreklendirir, yüceltirdin; çözümlemekle boğuşurken ben seni, şaşkın. İki söz, üç sözcük, kısacık bir cümle, tek satırla ifade eder, kesik, kısa öz konuşurdun, boşluğa salıverircesine düşünceleri, görüşlerini. Bir tür haiku cambazıydın, uzun ince çıplak bir f, bir Giacometti adamı.
Bir kıl çadır.
Üç tavuk.
Bir kır hayatı için.[2]
Paşa Tarla’sında Ahmet’in çizip yaptığı eve geçtiğinizde sedirden odaya terfi ettim, kendime ait banyom da oldu; bir tür evin kızıydım artık, konuk olmaktan kurtulmuştum. Sabahları erkenden kalkar yürüyüşe çıkardın; kıyı boyunca yürüdüğünü gözlerdim terastan, kolunun altında “gazete,” çoğu zaman da simit alır dönerdin. Keşişler kadar az yer, kalkardın sofradan, önce kaleyi gören koltuğuna oturur piponu doldururdun, kısa bir sohbet ederdik çalışma odana çekilmeden. Uzun ince masanın başına oturur saatlerce okurdun, arada notlar alışını izlerdim iner çıkar katlar arası, içeri dışarı yaparken, Edibe Hanım’la çiçek, bitki, yemek konuşur; denize, yürüyüşe gider gelirdik gün içerisinde. Döner dönmez odana dalardım; sohbetlerine, itişmelerimize susamış.
O zamanlar sıklıkla Bodrum’da buluşsak da, daha çok İstanbul’da olurduk. İstanbul programın yoğun geçer, pek az görüşebilirdik. Balık Pazarı’nda alışveriş yaptığım bir sabah karşılaşıverdik. Güneşe kavuşmuşcasına sevindik soğuk, ıslak öğlen öncesi; ayaküstü sohbet uzayınca müdavimi olduğun Cumhuriyet’e davet ettin. Meze, rakı katık ettik sohbete, erken bir öğlen üzeri uzadı sonrasına, tazelendik.
“Evin kızı” kendi evine sahip olduğunda, Bodrum’a her gelişinde “merhaba” demeye uğrar oldu. Resim yapmaya başlamıştın epeydir; önüme atıverirdin dosyayı, “bak bakalım, bir şeye benziyorlar mı” eşliğinde. Arada bir resim sergisi açtığımdan, ressam dostun sınıfına yükseltmiştin, görüşüme değer verirdin. Oturma odasının zeminine saçardım fal bakarcasına, “bu iyi, bu değil” kümelerdim. Beğendiklerimi yan yana dizer bir elemeden daha geçirirdim. Tartışırdık seçkiyi, çoğu zaman karşıttı görüşlerimiz, senin beğendiklerini ben sevmezdim, hayret ederdin her seferinde. Gününe göre kâh iyilerden, kâh kötülerden hediye ederdin. Bonkörlüğünden çekinir, arada beğendiklerimden satın da alırdım. Evime geldiğinde, bir duvar dolusu çerçevelenmiş İlhan Berk tablosuna bakar, “yahu bu resim çok güzelmiş ya” der, haset karışık hayretini ifade ederdin. Kıs kıs gülümserdik Edibe Hanım’la birlikte.
Nu’lerinle çocukluğunu, ablanı mı temize çekerdin; döneminin, kuşağının yaşayamadığı özgürlük (s)imgesi miydi çıplak kadınlar, bilinmez. “Philosophia” mıydı yücelttiğin? Yoğun tutkulu, kaotik olduğunca asude; ne ki doyumsuz bir huzura uzanan uzun bir kol, el mi? Sevgi ile aşk sınırında bir denge, hasret miydi? Çizer, boyarken rast gelmediysem de sana, bir çırpıda hırsla çiziktirilmiş sıkıntılı bir çığlığın biçemi duygusu verdi resimlerin. Görmek, derinliğine ulaşmak zaman talep edenlerden oluşturdum koleksiyonumu; huzur huzur bakışıyoruz onlarla.
İlhan Berk, 1918, Manisa, Boy: 1.70, göz: kara, renk: buğday. Bir insan. Herkes gibi (1).
Bir fotoğrafta uzun pantolanlar, uzun saçlar, uzun kollar. Bilinmez niçin?
Bir açık hava fotoğrafı, güneşli, duru. Ayaklarına düşüyor gölgesi bir ağacın.
Uzun saçları uzun yüzüne vurmuş
ve yanında duruyor deli ablası
(Hep soyunuk dolaşan ve topuklarına çıkan saçları)
Gök boş
Önüne bakıyor, ürkek, utangaç ve ayakta
Böyle koşmağa başlar yeryüzünü
Önüne bakan gözleri solgun (Biliyoruz solgun okullarda yetişmiştir ve ancak bayramları tutmuştur babasının elinden)
Bodur, kara, kunt babasının (bir yığın elli bir yığın kadınla yattığından)
Durgun, sıkıntılı
Sanki yeryüzünün düşme hızını inceleyordur
Beyaz, uzun, güzel bir kadının elinden tuttuğu yeryüzünün
Hep beyaz, hep uzun, hep güzel bir kadının
Ve birlikte yatıp kalktıkları (ne zamana kadar?)
Uyanır uyanmaz uzun ablasına koştuğu uzun bir avludan
(Çıplaklıkla ilk buluşuş mu? Korkunç çıplaklıkla!)
(...)
1) Bir şiirde böyle bir köğük düşürür kendisi için, bir dipnot halinde, yazmak için adını, kendi eliyle, tek bir satırla: Bu kadar yeter! der gibi (Bir sonsuzluk özlemi mi?) Ama biz konumuza dönelim. İlhan Berk diye.[3]
(...)
İki bin dört yılında, seçme şiirlerinin Amerika’da yayımlanması nedeniyle bir dizi okuma, konferansa davet edilmiştin; dönüşünde aynı uçakla Bodrum’a gelirken öğrenmiş, kutlamıştım: “Baksana, önemli bir adam oldum galiba ben” derken sorgulamayı sürdürüyordun yaşamı(nı). İki bin altıda, bir ev yapıp Mazı’ya taşındığımda, kararlı bir ısrarla gelip görmek istemiştin nasıl bir yerde yaşamayı seçtiğimi, çok da mutlu olmuştum. Terastan, çırılçıplak uzanan Cova’ya uzun uzun bakıp “artık burada sadece yazmalısın” demiştin. Henüz tek yaprak gölge olmayan dışarıdaki bin derece güneşten kaçıp içeri girdiğimizde, doğruca kitaplığa gitmiş derhal kitap sırtlarını okumaya koyulmuştun. Bachelard’ın “Su ve Düşler”iyle[4] karşılaştığında şaşkın bir sevinçle yerinden çektin, “Sen bunu okudun mu yahu!” derken. Yanıtı beklemeksizin çalışma masama oturup sayfalarını çevirmeye koyuldun. Annem, Güneş, Ahmet, ben yoktuk o boyutta artık. Su buldun mu akan sular dururdu. Son görüşmemiz oldu; bu kez noktayı “yeryüzünün düşüş hızı”yla saldın sulara.
Ölü adını yazıyor büyük harflerle
Bir odanın duvarına delik deşik.
Upuzun düşürüp gölgesini
İki harfli.
Su sesinde kulağı
Kan yenidir çünkü
Ve bırakacaktır yerini
Kıyısına isyanın.[5]
(...)
Memet Fuat yazılarımı Adam Sanat Dergisi’nde yayımlamaya başladığında, inanılmaz mutlu olmuştun. Doğal ki gönenmiştim takdirini almaktan. Okur okumaz telefon etmiş, Edibe Hanım ile birlikte kutlamıştınız; uzun sohbet sırasında bir önceki ay kadınlarla yaptığım toplantıya takılıp “Sen artık yazarsın, kadınlarla işin yok, yazarlarla sohbet etmelisin” buyurmuştun. Birkaç gün sonra “merhaba”ya uğradığımda da “Bu Memet Fuat kolay kolay kimsenin yazısını basmaz; yazmayı bırakma” demiştin.
Bırakmadım; hep yazdım İlhan Berk. Daha nice sohbetler edecekken terk-i yeryüzü ettiğinde kabardım sevdiğin sular gibi; “beyaz bir kâğıdın yaptığı baskıyı”, mutlandığında yüzüne yayılan çocuk gülüşünle savarken yazdım.
Öyleyse yeryüzü, bu en büyük kitap, hep yazılmalıdır. Sözcükler yerlerinden oynatılmalıdır, yeni bir yaşam adına.[6]
Buyurmuştun; duydum, dinledim seni, “yeni yaşam adına.” Dahası, şu an da seni yazıyorum. Yüz yıl düşünsek aklımıza mı gelirdi yüz yaşında seni yazacağım! Ancak, şimdi “Bir çığlık olmak için her şey hazır.” Yatağına asla geri dönmeyen su gibi akıp geçtin yaşam(ım)dan, kıyılara dokunuşlarının izi kaldı oluşumumda, kendini f’ye benzeten adam. Dışarıda yağmur yağıyor yazarken, duyuyor musun su sesini?
-Sen ki İlhan Berk yaşadın iyi kötü[7]
İyi ki de!