John Steinbeck'in Sardalye Sokağı'nın bir “delik”le açılması ve romanın devamı mahiyetindeki Tatlı Perşembe'nin bir teleskopla sona ermesi nedensiz değildir...
20 Aralık 2018 14:20
John Steinbeck dünyayı olduğu gibi görmek ve anlamak istiyordu. Nasıl ki her tanım eninde sonunda bir anlam mahsûbiyetinin nedenine dönüşüyorsa, her sıfat da gözümüze bir perde çekiyordu. Şeyler vardı ve şeyler yoktu; şeyler yalnızca kendileri gibiydi.
Platon’un mağarasından Descartes’ın kötü cinine, Nietzsche’nin bakış açılarına uzanan hesap kitap bilmez silsilede, nice düşünür ve yazarı yüz yıllarca alıkoyan bakış ve algının sınırları meselesinde, Steinbeck, kişinin bir bilim insanının titizliği ve alakasıyla şeylere yaklaşması, sonraları ise kendi de -gerektiğinde- “durumun içine akarak” şeyin âdeta nüvesi hâline gelmesi, yani şeyle kendi arasındaki mesafeyi sıfırlaması gerektiğini düşünüyordu.
Önce, önyargıları bir tarafa bırakmak lazımdı. Ne günah vardı ne erdem, ne iyi ne kötü bu dünyada. Bir şeye “iyi” demek zira, tüm hayata mühür çekmekti. Nereden bakarsanız bakın, bir yerden baktığınızda, bilerek veya bilmeyerek, şeşi beş görmeye mahkûmdunuz. Evvelâ soyunmalıydı kişi tüm yargılarından, handiyse bir çocuğun baktığı gibi bakmalıydı etrafına. Ancak o zaman “renkler yetişkinlere göründüğünden daha berrak, tatlar daha kesif”[1] olacaktı.
Steinbeck, eserlerinde bakmak ve görmek meselelerine geniş yer ayırır. Öyle ya; Sardalye Sokağı’nın bir “delik”le açılması ve romanın devamı mahiyetindeki Tatlı Perşembe’nin bir teleskopla sona ermesi nedensiz değildir. Fakat önce şu deliğe yakından bakalım:
Buranın sakinleri de vaktiyle birinin dediği gibi, “orospular, pezevenkler, kumarbazlar ve eşşoğlu eşşekler”den ibarettir ki; bununla bütün mahalle halkı anlatılmış olur. Ama bunu söyleyen adam bir başka delikten bakıverseydi mahalleye, onlar için “evliyalar, melekler, mazlumlar ve mübarek insanlar” diyebilirdi, o zaman da yine herkesi tanımlamış olacaktı.[2]
Orospular ve evliyalar, eşşoğlu eşşekler ve mübarek insanlar, kıymetliler ve vasıfsızlar, evet, aynı kişilerdir; herkes kendi meşrebince bir pâye biçer gördüklerine. Oysa mühim olan, tabloyu tam olarak görmektir, Bitmeyen Kavga’da dediği gibi:
Ben o tabloyu mümkün olduğu kadar tam olarak görmek isterim. “İyi” ya da “kötü” gözlüğü takıp görüş alanımı sınırlamak istemem. Bir şeyi “iyi” olarak nitelesem, onu inceleme hakkını kaybederim, çünkü kötü bir yanı da olabilir. Anlamıyor musun? Ben bir şeyin tümünü görebilmek isterim.[3]
Ve, söylemeye ne hacet, bu savaştan muzaffer çıkanların sayısı, bir elin parmaklarını geçmez, Cennetin Doğusu’nda dediği gibi:
Gözlemle önyargıyı ayırmasını bilen, ender kişilerdensiniz siz. Siz bir şeyin ne olduğunu anlamak için bakarsınız, insanların çoğunluğu ise, kendilerini doğrulamak için bakarlar.[4]
Ne günah var ne erdem, demiştik. Bakın, Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde ne diyor:
Allah belâsını versin, ne günah var, ne de erdem!.. Sadece halkın yaptıkları var! Hepsi de aynı şeyin bir parçası! Halkın yaptığı bazı şeyler iyi, bazı şeyler iyi değil! Bir insanın onların yaptıkları şeyler üzerinde ancak bunları söylemeye hakkı vardır, o kadar!..[5]
Evet, bakmakla görmek bir değil. Ve o ihtimal baki, Kaygılarımızın Kışı’nda dediği gibi:
Hayatım boyunca kaç kişiyi bakıp da görmedim acaba? Düşüncesi bile korkutucu.[6]
Edebiyatın hemen her türünde eser veren ve yaşamı boyunca çok az yazarın nasiplenebildiği boyutlarda ilgiye mazhar olan John Steinbeck, tekrar tekrar altını çizdiği peşin hükümlerden de payına düşeni alır.
John Steinbeck: sağcı ve solcu, statükocu, kapitalist ve komünist, pornocu, müstehcen, ahlakçı ve ahlaksız, mürdümgiriz, pespaye, avam ve seçkinci, propagandacı, romantik ve fazla gerçekçi, popülist ve devrimci, yalancı, çocuksu ve yeteneksiz.
Kitapları sokaklarda ateşe verilir. Kitapları okullarda ve kütüphanelerde yasaklanır. Kitapları milyonlarca kopya satar. Arthur Miller, onun için “Mark Twain hariç, ülkenin siyasî yaşantısına böylesine derinden nüfuz eden onun gibi başka bir yazar aklıma gelmiyor,” der. Ernest Hemingway, yine onun için “Böyle bir kitap yazacağıma iş gören elimden üç parmağımı keserim daha iyi,” der. Pulitzer’i, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. 1961’de Newsweek dergisinde Kaygılarımızın Kışı hakkında çıkan bir yazının ilk cümlesi ise şudur: “Tüm eleştirmenler bilir ki, John Steinbeck’ten övgüyle bahsetmek artık meşru değildir.”[7]
Sevilir ve nefret edilir. Edebiyat tanrılarının muzip bir oyunu mudur, bilinmez ama, görünen o ki; John Steinbeck’i kimse olduğu gibi görmez. İyidir ve kötüdür Steinbeck; pezevenktir ve mübarektir; eşşoğlu eşşek ve evliyadır: Hepsidir ve, pek tabii ki, hiçbiridir aslında Steinbeck.
John Ernst Steinbeck, Steinbeck araştırmacılarının piri sayılan Jackson J. Benson’ın aktardığına göre,[8] Stanford Üniversitesi’ni yarıda bırakmadan önce, tıp fakültesinden kadavraların incelendiği bir dersi almak ister. Pek de görülmemiş bir istektir bu, İngilizce eğitimi almaktadır zira Steinbeck, dekanın odasına çağırırlar: Derdin ne? “Ben insanları anlamak istiyorum,” der Steinbeck. Dersi alamaz. Kadavralar kıymetlidir.
Henüz 14 yaşındayken yazar olmaya karar vermiş, üniversiteye de ailesinin gönlü olsun diye başlamış bu yalnız ve utangaç genç, tarihten felsefeye, cazdan psikolojiye türlü ilgi alanlarında okuyarak dirsek çürütür. Zaman ve mekân dönerken, insanı anlamak ve anlatmak ister.
Steinbeck, 1902’de dünyaya gelir; illâ bir bağlama oturtmak gerekirse, Fitzgerald’dan altı, Faulkner’dan beş, Hemingway’den ise üç yıl sonra. Edebiyatta iki yılın lafı mı olur, diyenlere, Joyce’un edebiyattan yüz yıl çalan Ulysses’inin tek bir günde geçtiğini hatırlatmayı borç bilirim.
Bir anlamda, geç gelmiştir dünyaya Steinbeck; I. Dünya Savaşı ve hâliyle savaş sonrası kendini yeniden kurmaya çalışan Avrupa ve o Avrupa’nın Kibele’den daha doğurgan ve vebadan daha bulaşıcı edebiyatı girmez hayatına. Ne Hemingway gibi Gertrude Stein’ın himayesine girer, ne Faulkner gibi Joyce âşığı olur. Bu ahval ve şerait, kendi dilini kurmasının, anlatısında -hadi, sıfatı sakınmayalım- özgün olabilmesinin de önünü açar.
Zaman belirleyicidir, doğru. Steinbeck, Hemingway misali müesses sayılamayacak kadar geç, Kerouac tarzı cool görülmeyecek kadar erken bir zamanı solur. Zaman buysa, bir diğer belirleyici de mekândır. Steinbeck, Paris cafélerinde değil, iki bin 500-üç bin kişinin ikâmet ettiği Salinas’ta, Kaliforniya dağları arasına düşen bir vadide büyür, yaşar. En akılda kalıcı eserlerinin bir nevi mikrokozmosta, dünyanın geri kalanından soyutlanmış bir vadide geçmesi -pek tabii ki- tesadüf değildir.
Tüm iyi okurlar bilir ki, bir yazarı formüllere indirgemek ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Yazar, ele aldığı konu değildir. Keza, söz sanatlarında ne kadar mahir olduğu da bir yazarın, şairin değerini belirlemez. Tenasüple tarize, mecaz-ı mürselle teşbihe kalsaydı, kamyon arkası yazıları değme edebî eser kabul edilirdi.[9]
John Steinbeck, sessizlere ses verir, dışlananları ve ezilenleri anlatır. Bu cümle, yanlış mı değil, gelgelelim, Steinbeck’e dair anlamlı bir bilgi de içermiyor. Aynı cümle, Metin Kaçan için de Latife Tekin için de Oscar Wilde için de Toni Morrison için de söylenebilir ve yine de yanlış olmaz.
Cümleyi daraltalım: John Steinbeck; Yukarı Mahalle’den Bitmeyen Kavga’ya, Al Midilli’den Sardalye Sokağı’na bütün eserlerinde, Büyük Buhran döneminde ve sonrasında, Amerika’nın dışlananlarını, kültürler arası çatışmalarda kimlik krizi yaşayan etnik karakterleri -ağırlıklı olarak da Meksikalı göçmen işçileri-, yoksulları, işsizleri, kayıp ruhları yaşam savaşı verirken gösterir; yalnızlık, yabancılaşma, ahlakî çöküş, arkadaşlık, dayanışma, sosyal adalet gibi konuları ele alırken, gerçekçi bir anlatımla kültürel ve dinî efsanelerin etkilerini harmanlayarak, yer yer alegorik yer yer mizahî, sıklıkla idealist ama her zaman bütünselci bir bakışla ve kendi iddiasına göre deneysel bir biçimde işler. Bu kazulet cümleye rağmen, pek de yol katettiğimiz söylenemez.
John Steinbeck’i John Steinbeck yapan bir şey olmalı; onu diğerlerinden ayıran bir unsur. Bu şey ne, bilmiyorum.[10] Fakat, Steinbeck’in, içinden geçtiğimiz şu “ağır ve kasvetli şaşkınlık döneminde” bize kendimizi ve korkularımızı gösteren, “insan ruhunun ve yüreğinin büyüklüğünü” kutsayan bir yanı olduğunu düşünüyorum. Kendisi de Nobel kabul konuşmasında yazarın görevini böyle tanımlıyor:
Edebiyat, ne boş kiliselerde söylenilip durulan kısır, cılız yinelemelerden doğmuştur, ne de teneke boruyla umutsuzluk çığırtkanlığı yapmaktadır. İnzivaya çekilmek de edebiyatla bağdaşmaz. Edebiyatın tarihi, konuşma kadar eskidir. İnsanlığın, ona ihtiyacından doğmuştur. Bu ihtiyacın giderek artması dışında değişen bir şey yok. Eski saz şairleri, halk ozanları ya da yazarlar birbirinden farklı değillerdir. En baştan beri hepsinin işlevi, görevleri, sorumlulukları türümüzce belirlenmiştir.
(…)
En eski çağlardan beri yazarın amacı değişmemiştir. Çok ciddi hatalarımızı ve yanlışlarımızı gözler önüne sermekle yükümlü olan yazar, gelişmek amacıyla karanlık ve tehlikeli yanlarımızı gün ışığına çıkarır.[11]
Yazarın amacı değişmeyebilir ama yazarın insan türünün tarihin o ânında neye ihtiyaç duyduğuna, nerede hata yaptığına ilişkin görüşü pekâlâ değişebilir. Üstelik, bu değişim bütünüyle zıt istikametlerde de olabilir. Gazap Üzümleri, insanın ivedilikle el ele vermesi gerektiğini söyler; toprakla ve bütün türlerle uyum içinde yaşamadığı takdirde, kendi bencilliğini ekip yok olacaktır insan. Yıl 1949 olduğunda ise, John O’Hara’ya şöyle yazacaktır Steinbeck: “Bir tek şeye kesinlikle inanıyorum, o da türümüzde yaratıcılığın yalnız ve yalnız bireyde olduğu. İki insan bir çocuk yaratabilir ama birden çok kişinin yarattığı başka bir şey bilmiyorum.”[12][13] Gazap Üzümleri’nden 12 yıl sonra yayımladığı Cennetin Doğusu ise grubun, bir bütün olarak insanların değil, tam tersine, bireyin, yaratıcı zihnin önemini vurgular, [14] özgür insan bilincinin “zoraki yöneltmelerle ve şartlanmanın çekiç darbeleri altında” körleşmesini, türümüzün “acı bir intihar girişimi” olarak görür:
Ve ben şuna inanıyorum ki, bireyin özgür ve araştırıcı bilinci, dünyadaki en değerli şeydir. Ve ben, insan bilincinin, istediği yönde, başkalarınca yönetilmeden, özgürce ilerlemesi uğrunda savaşacağım. Bireyi kısıtlayan ya da yok eden her hükümete, her dine ve her düşünceye karşı savaşacağım. İşte ben buyum, bunu yapacağım.[15]
“Ve bir gün değişirken günün özneleri de değişir, böcekler ve kuşlar, kediler, köpekler, kelebekler ve insanlar.” Son romanı Kaygılarımızın Kışı, Cennetin Doğusu’nda yolunu çizdiği varoluşun dikenlerini anlatır: İnsan hodbindir, bu gidişe dur demezse, “nakavt olmasa da” aşına aşına tükenecek ve tüketecektir tüm türleri.
Tür, yazıp duruyorum, bozuk plak gibi, farkındayım. Bu cânım kelimeyi sık sık cümle içinde kullanma yönünde doymak bilmez bir iştahım olduğundan değil, türcü olduğumdan hiç değil. Steinbeck “tür” kelimesini pek sever ve biyoloji öğretmeni gibi her fırsatta kullanır. Hemen yukarıda alıntıladığım Nobel konuşmasında da, türümüzün yazara yüklediği sorumluklardan bahsediyordu, anımsayacaksınız.
İnsan, türlerden bir türdür, Steinbeck’e göre. Böceğiyle kuşuyla, balığıyla, kedisi ve köpeğiyle aynı toprağı, aynı evreni paylaşır. Türler, yalnızca biyolojik olarak değil, kültürel olarak da birbiriyle bağlantılıdır.
Al Midilli’de hayvanlarla, “Kasımpatlar”da ise bitkilerle hemhâl olmanın örneklerini verir. Sözgelimi: “Tomurcukları ayıklarken olur bu. Bütün iş parmaklarının ucundadır. (…) Çiçeklerle karışır, çiçeklerle bir olurlar. Anlıyor musun? Senin parmaklarınla çiçekler.”[16]
Öylesine ciddiye alır ki yaşamayı ve diğer türlerle ilişkimizi, yetmişinde olmasa bile, 66 yaşındayken, hem de ölümün yaklaştığını bile bile, bulduğu saksılara çiçek diker. Yaşamak herhalde ağır bastığından.
Ne var ki, Steinbeck’in insan olmayan türlerle bağlantısı bununla sınırlı değildi. Yazar, yakın dostu ve ideal karakteriyle[17] Sardalye Sokağı ile Tatlı Perşembe’deki Doc, Gazap Üzümleri’ndeki Casey, Cennetin Doğusu’ndaki Lee karakterine de ilham kaynağı olmuş deniz biyologu Ed Ricketts ile uzun mu uzun süreler deniz canlılarını, omurgasızları gözlemledi ve onlardan öğrendiklerine göre insanı yorumlamayı denedi. Ricketts ile Steinbeck’in “falanj” teorisi olarak adlandırdıkları bu sisteme göre, her insanın kendine özgü bir gayesi, görevi vardır, insanların bir araya gelmesiyle oluşan grupların ise kendi gayeleri, görevleri vardır. İnsanı anlamak için birey olarak durduğu yer kadar, mensup olduğu grupların davranışlarına da bakmalıyız. Halk arasında, sürü psikolojisi diyoruz. Fakat, bu tabirin çağrıştırdığı olumsuz yargılar bir yana, Steinbeck’e göre, sürü psikolojisi insanın hayatta kalması, varlığını idame ettirebilmesi için elzemdir. Yukarıda da tartıştığım gibi, Steinbeck erken dönem öykü ve romanlarını da bu görüş çevresinde inşa eder.
Ricketts ile Steinbeck, bir düşünme yöntemi daha şekillendirirler: ereksel olmayan düşünce. Erekselcilik, dünyayı neden-sonuç ilişkileri bağlamında yorumlar ve insanın yakıcı sorularına yanıt vermekten ziyade, acziyetini görünür kılar. İnsan, Steinbeck ve Ricketts’a göre, yaratıcı zihninin de gücüyle, zor bir durumda kaldığında, yalnızca gözlem yapmalı ve durumu olduğu şekliyle kabul etmelidir. Yani, dünya ve insanlar böyledir, hayat böyledir, böyleyken böyledir.
John Steinbeck böyleyken, zamanının çok satan yazarlarından biri olmasının da etkisiyle olacak, her ne kadar, Fareler ve İnsanlar başta olmak üzere, eserleri ABD’de müfredatta yer alsa ve çoğu okurun ilk gençlik hatıraları arasında kendine yer bulmasa da, edebî kanonun içinde kabul edilmez.
Bir değişmez eleştiri, müstehcenlikti. Steinbeck’in kitapları, evet, hemen her yıl ABD’nin muhtelif bir kasabasında bir okul aile birliğinin tepkisi üzerine müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklanır, bir yerel kütüphanede kara listeye alınır.
Herhangi bir Steinbeck cümlesi, Sardalye Sokağı’ndan: “Birisi muhakkak T modeli Fordların Amerikan milleti üzerindeki ahlâkî, fizikî ve estetik etkilerine ilişkin bilgiç bir yazı yazmalı. Amerikalıların iki nesli Ford arabalarının bobinleri, fren-teşkilâtı hakkında güneş sisteminden çok bilgi sahibidir.”[18]
Bu hınzır cümle Amerikalıların toplumsal yaşantısını eleştirdiği için müstehcen sayılmıyor elbette. Alıntıdaki ikinci cümlenin orijinali şöyle çevrilebilir: “Amerikalıların iki nesli Ford arabalarının bobinleri hakkında klitoristen, fren-teşkilâtı hakkında güneş sisteminden çok bilgi sahibidir.”
Steinbeck oyunbazdır ama yine de kabul etmek lazım ki ABD’de ondan çok daha damarlı yazarlar da vardır. Steinbeck, genel olarak ise yazdıkları fazla duygusal, fazla vıcık vıcık, zekâdan yoksun, yüzeysel ve fazla ahlakçı bulunuyor, bu yönlerden eleştiriliyordu.
Jay Parini, akademinin ve edebiyat eleştirmenlerinin Steinbeck’e burun kıvırmasının, büyük oranda yazarın ABD’nin batısından gelmesiyle, edebiyatın doğulu -New Yorklu- müesses nizamının ise tam da bu nedenle onu değerli bulmamasıyla bağlantılı olduğunu iddia eder.[19] Bir nevi Shakespeare 2.0. Bu kitapları o adam yazmış olamaz.
Steinbeck ise hak ettiği kıymeti göremesinin nedeninin bütünüyle siyasî olduğunu düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı; Bitmeyen Kavga’da sömürü nereden gelirse gelsin başkaldıran o gözüpek genç yazar, 60’lı yıllarda ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ı açık açığa destekliyor,[20] hatta ve hatta Vietnam Savaşı’na da sorgusuz sualsiz destek veriyordu. Steinbeck, daha önce de, hem de kariyerinin zirvesindeyken Bombs Away gibi propoganda şeyleri de yazmıştı ama onu II. Dünya Savaşı’nın ruhuyla, Steinbeck’in vatanseverliğiyle falan açıklamak mümkündü. Vietnam ise başkaydı.
Genel kanı, 30’lardaki kanı kaynayan Steinbeck’in 60’lardaki aksi ve hırçın Steinbeck’i görse, dönüp yüzüne bile bakmayacağı yönündeydi. Steinbeck, 1954’te hem sağın hem de “kendisine solcu diyen sahte sağın” kendine cephe aldığından yakınır ve şöyle der: “Ben bir devrimciyim.”[21] Şöyle devam ediyordu Steinbeck:
Ben bireyin ne yönden olursa olsun hiçbir baskıyla karşılaşmadan birey olarak yaşam hakkına inanıyorum ve bunun için mücadele ediyorum. Ben yaratıcı akla her türlü müdahalenin amansız düşmanıyım. Yanlış olabilir ama bildiğimiz bütün hakların kaynağında o var. İster benim ülkemde isterse başka bir ülkede olsun, ben bu baskılara ve sınırlamalara karşıyım. Bu gerçek isyandır; beyni yıkanmış alıkların içi boş tekrarları değil. Beyin yıkama zorunluluğunu fark ediyorum. Düşüncenin zerresine izin verilmemelidir çünkü düşünce gericilik için mevcut tehlikedir ve kaçınılmaz olarak gericiliğin mezar kazıcısıdır.[22], [23]
O veya bu şekilde, şu veya bu nedenle, Steinbeck büyük ödüller kazanmış olmasına karşın, büyük bir yazar olarak değil, insanın bir çağında okuduğu, zamanla atlattığı bir evre olarak görülür.
Gazap Üzümleri’nin yazarını düşünürken, değerlendirilmesi gereken bir boyut daha var: gözüpeklik, cesaret veya kahramanlık. Steinbeck’in küçük yaştan itibaren soluduğu havada edebiyat vardır. Bir yandan İncil bir yandan Shakespeare’i içine çekerken, matbu kitapları âdeta “şeytan” bilir. Derken, “teyzenin biri” bir kitap verir Steinbeck’e ve birden gözü bağlanır ufak Salinaslının.
O kitap, Sir Thomas Malory’nin Le Morte d’Arthur’udur. Steinbeck, kitabı tekrar tekrar okuyacak, en nihayetinde kitabı tekrar yazmak için de uzun süre uğraşacaktır. Yarım bıraktığı The Acts of King Arthur and the Noble Knights’ın önsözünde, kitabın üzerindeki etkisinden bahsederken, gözüpeklik hakkında, “Batı’nın icat edip edeceiğ insana özgü belki de yegâne nitelik” der ve ekler:
Öyle sanıyorum ki, doğru ve yanlış algım, asaletin gerektirdiklerine ilişkin kuvvetli inancım ve zalimin karşısında mazlumu savunma niyetim, hepsi bu pek bilinmeyen kitaptan geldi.
Şayet ben aşkla sadakatin kavşağında yolumu seçemezsem, Lancelot da seçememişti. Mordred’in içindeki karanlığı anlayabiliyordum, çünkü benim de içimdeydi; ve içimde az biraz da Galahad vardı, belki yeterince değil.[24]
John Steinbeck, bugünün dünyasında hâlâ ve belki de giderek daha da önem kazanan ırk, çevre, ahlakî çöküş gibi konuları işlerken, Kral Arthur ve şövalyelerinin anlatıları hep kıyısından köşesinden metne sızıyordu. İster Cennetin Doğusu’ndaki Sam Hamilton karakteri isterse Viva Zapata!’nın Zapata’sı, her şeyden öte, gözüpek karakterlerdi; kaderlerini yenmeleri her zaman mümkün olmasa da yenilmez denen zalime başkaldırmışlardı.
Yazar, Nobel konuşmasında bir kez daha günümüze seslenir:
Günümüzde tanık olduğumuz evrensel korku, bilgimizin birdenbire çok gelişmesinin ve fiziksel dünyadaki kimi tehlikeli etkenlerin manipüle edilmesinin bir sonucudur. Anlamanın öteki yönlerinin bu büyük aşamaya yetişemediği doğrudur. Fakat bu yönlerin aynı düzeye ulaşamayacaklarını ileri sürmek için bir neden yok. Bunun gerçekleşmesini sağlamak, yazarın sorumluluklarının bir parçasıdır.[25]
Değil mi ki, Kaygılarımızın Kışı’nda dediği gibi, “Yalnızca yaşamak bile yaralı olmak demektir.” Bilgimiz algımıza günden güne depar atarken, belki bugün, hepimiz biraz daha gözüpek olabiliriz. Ne kaybederiz ki?