Edebiyatta inşayı değil, yıkımı ve öz-yıkımı arayan karakterlerin felsefî sarsıcılığı ve perişan cazibesinin nedeni şudur: İyi olarak sunulan ne varsa yıkılır, kimlik olarak sunulan ne varsa bozguna uğratılır...
29 Ağustos 2017 14:21
Edebiyatta “anti- kahramanlar” hep yıkıcı bir güce sahip olmuştur, bir negatif güce. Kahraman denilen edebî figürün temsil ettiği bütün “iyi” değerleri tersine çeviren, yıkıcılığı ve kötülüğü sahiplenen bu karakterler, yeni bir ontolojik ve politik alan açmak için mevcut söylem düzeninde delikler açarlar. İyilik retoriği üzerine kurulu sistemdeki, iyi- kötü dengesini sarsarlar. Ama burada söz konusu olan “etik” bir operasyondur, iyinin ve kötünün ötesinde (bkz. Nietzsche), yeni bir etik arayışıdır. Anti- kahramanların “kötülüğü”nü düşünürken, Kafka’nın “İyi, bir bakıma rahatsız edicidir” sözünü ve Battaile’ın “Kötülük kavramı ahlak yoksunluğunu öngörmediği gibi, tam tersine, ‘yüksek ahlak’ı şart koşar” tespitini akılda tutmak gerekiyor. İyilik retoriğiyle oluşmuş bir dünyayı, kötülük retoriğiyle sarsmak. Buradan Benjamin’in bahsettiği “yıkıcı karakter”e de gidebilirsiniz. Yıkıcı karakterin temel işlevi de mevcut alanları sabote ederek “yeni alanlar” açmaktır. Edebiyatta da inşayı değil, yıkımı ve öz- yıkımı arayan karakterlerin felsefî sarsıcılığı ve perişan cazibesinin nedeni şudur: İyi olarak sunulan ne varsa yıkılır, kimlik olarak sunulan ne varsa bozguna uğratılır. Böylece bir yıkım- sonrası hâlde, yeni bir etik- politik- felsefî hâl için imkânlar ortaya çıkar.
Bizim edebiyatta anti- kahramanlar (ya da yıkıcı karakterler) Huzur’daki huzursuzluk kaynağı Suat’tan, Aylak Adam’ın cool- dandy’si C.’ye, İçimizdeki Şeytan’daki serseri filozof Ömer’den, Tehlikeli Oyunlar’ın alaycı Hikmet Benol’una ve Tezer Özlü’nün söylem binalarını yıkmakla meşgul flanöz anlatıcılarına kadar uzanır.1 Bu karakterler öz-yıkımdan, karanlık dehlizlere dalmaktan, sarhoş bir esrimeyle felsefî binaları yıkmaktan, mizantrop bir itkiyle bütün “insanî” duruşlara saldırmaktan ya da insanlık durumu karşısında apatik bir kayıtsızlık sergilemekten çekinmezler. Rimbaud ve de Lautréamont gibi “lanetli şairler” ya da Dostoyevski, Kafka, Camus ve Sartre gibi varoluşçu yazarları bütün bu anti- kahramanların edebî kökenini oluşturur. Bu anti- kahramanların temelde ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: Bir tarafta hiddet ve öfkesini dünyaya kusarken bir aşırılığa teslim olanlar (Huzur’un Suat’ı ya da İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i gibi), diğer tarafta ise dünyayla arasına bir apati perdesi koyup, dünyaya karşı buz gibi bakışlar atanlar (Yabancı’daki ‘apati şaheseri’ Mersault ya da Aylak Adam’ın C’si gibi ya da Bartleby’de her şeye “yapmamayı tercih ederim” diyen o nihilist kâtip gibi). İlk vakada dünya yasalarına karşı hiddetli ve dışavurumcu bir saldırı söz konusuyken, ikinci vakada dünyanın yasalarını apatiyle geçersizleştirmek söz konusu. Farklı yollardan aynı yere, mevcut hâlin sarsılmasına çıkan edebî stratejiler.
Hüseyin Yurtdaş’ın iki romanı bu iki hâli içeren “anti-kahramanlar” sunuyor. İlk romanı İhsan’da bir apatiye yaslanan, dünyayı bir his kaybıyla yoklayan birinin hikâyesi var. İkinci kitabı Çöreklenen’de ise dünyaya ve kendine saldıran, ‘aşırılık’ üzerinden ilerleyen isimsiz bir anti-kahraman.
İhsan’la başlayalım. İhsan, adı üstünde, İhsan diye bir karakterin hikâyesi. Bir tuhaf “büyüme” hikâyesi. Kendini garip bir malikâneye davetli bulan İhsan (adının çağrıştırdığı “yaşlı” havanın aksine 16 yaşında kızgın ve alaycı bir genç kendisi) karşılaştığı acayip karakterler ve olaylar silsilesine “yamuk bakan” bir yabancı karakter. Etrafında bir gizemli düzen var ama o bu düzeni filozofça çözmek yerine, bir yabancı gözüyle, yadırgayarak ama yadırgayışını dramatize etmeyerek anlatmaya çalışıyor. Ayşe, Ahmet, Peri ve T.’den oluşan ev sakinlerinin neyi neden yaptıkları ve İhsan’ı oraya neden çağırdıkları belli değil. Zaman zaman bir “ucubeler” evini andıran bu evde olup biten her şey hem çok sıradan hem de çok tuhaf. İhsan, sebebini ve varacağı sonu bilmediği bir düzenek içinde ilerlerken, bir yaşam alıştırmasına giriyor ve bunun anlatısı bir edebî alıştırmaya dönüşüyor, Kafka’nın çoğunlukla yaptığı gibi. Ama İhsan’ın dili bir Kafka karakterinden çok bir Salinger karakterini andırıyor; komik, alaycı, küfürlü, aksi ve edebîlikten-uzak bir dil. Sık sık kullandığı ‘filan’larla bilhassa Çavdar Tarlası’nın Holden Caulfield’ini hatırlatıyor. Zaten kitap da bu tonla başlıyor: “Karanlık bir geceydi. Ay filan da vardı…”
Yabanî bir birinci tekil anlatıcı olarak İhsan’ın gördükleri bir Kafka hikâyesine de dönüşebilirdi. Varlık nedeni çözülemeyen karakterler, işleyişi bilinmeyen bir ev, adı T. diye kısaltılan ve evi yöneten bir adam, bilimsel deneyler yapan ama o evde ne yaptığı bilinmeyen Ahmet diye bir ‘nerd’ ve İhsan’a verilen (nedeni bilinmeyen) dövüş eğitimi. Sanki gizli bir tarikat gizli bir görev için İhsan’ı seçmiş ve o da bir erginleşme döneminden geçiyor gibi. Ama bu “mistik” ve gizemli atmosferin aksine İhsan’ın son derece alaycı ve dünyevi bir dili var. T.’nin iki yıl boyunca hiç açıklama yapmadan sürdürdüğü “eğitim”in ilk ânını şöyle anlatıyor: “Ertesi gün tekmelenerek uyandırıldım. T. başımda dikilmiş böyle, gulyabani gibi duruyor… Ne olduğunu bile anlayamadan böyle, otomatik olarak banyoya gittim.” Sonraki tuhaflıkları da şöyle özetliyor: “Böyle acayip şekillerde geçiyordu işte orada günler.” Edebiyatta dramatik olmayandan bile dramatik bir dil çıkarma temayülünün görüldüğü bugünlerde (bu temayülde ortalığı saran “romantik serseri” edebiyat dergilerinin de etkisi var ama bu başka bir yazı konusu) dramatik olanın böyle “apatik” anlatılmasında özel bir yan var.
Yurtdaş’ın tutturduğu bu gündelik tonun edebiyat açısından kıymetli tarafı şu: karşılaştığı dramatik olayları dramatik olmayan bir tonla anlatarak, hazır duygulanımlara mahal vermemesi. Atılgan’ın Aylak Adam’ının gökyüzüne bakarken parantez içinde “korkmayın felsefeyi sevmem” demesi gibi, İhsan da acayip olayları bir acayip tona geçmeden anlatıyor ve “düz” tonuyla, okurun edebî beklentisini boşa çıkararak, tersten bir “edebî” etki yaratıyor. Misal: “Ertesi gün kalktığımda… kafam böyle sümükle doluydu sanki… genelde olur bana böyle sabahları. Hafif bir ağırlık olur kafamda.”
İhsan, bu varoluşçu gibi durmayan varoluşçu tonuyla bizim edebiyatta kalıcı ve cool bir ergen- yabancı karakter olmaya aday. İhsan’ın o bilinmeyen malikânede yaşadığı sıradan fakat bir açıklama düzeneğinden yoksun hayat, evin (yine açıklanamayan) bir saldırıya uğraması sonucu sona eriyor ve İhsan evden firar ediyor. Bu firardan sonra, zaten bilinmez bir dar- alanda dolaşan İhsan, bilmediği bir dünyaya, tam bir “yersiz-yurtsuz" olarak fırlatılıyor. Ve dağınık bir yolculuğa başlıyor.
Kitabın bu ikinci bölümündeki İhsan bir göçebeye dönüşürken, varlığı yoğunlaşıyor. Trajik bir yoğunlaşma. Ama bu yoğun hissi yine hafif bir üslupla aktarıyor. Mesela kendini bir tarla kenarında bulduğunda şöyle bir monologa girişiyor: “Bütün o olanlardan sonra, kafam böyle sanki başka birinin kafasıyla değişmişti. Her şey gözüme başka görünüyordu. Daha bulanık böyle, bozulmuş, yamulmuş gibi.” Sonrasında trenle gittiği bir kasabada yine bir terra incognito’da dolaşmaya devam ediyor. Taşrada yaşadığı trajikomik vakalardan sonra bir öfke patlamasıyla (İhsan’ın bu “ergen öfkesi”nin çok kıymetli olduğunu söylemek lazım) orayı da terk ediyor ve harabe bir eve sığınarak, dünyayla ilişiğini kesmiş bir varoluşçu karaktere dönüşüyor. Ama yine o “soğukkanlı” (ve gayri- edebî) tonunu koruyor: “Kaldığım harabe gibi evde mal gibi yatıyordum sabahtan akşama kadar… Zaman kavramını filan da kaybediyordum yavaş yavaş. Meczup gibi bir şey olmuştum.” Burada insanın aklına Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’indeki “varoluş krizi yaşayan” isimsiz karakteri geliyor. O da bir evde zaman ve mekân hissini kaybetmekten korkarak yaşıyordu. Anlatı burada ayrıca zorluk, yoksunluk, soğuk ve cinnetin kol gezdiği bir Dostoyevski romanı havasına bürünüyor. Kurduğu atmosfere bakınca, Yurtdaş’ın “iyi bir okur” olduğunu hissetmek mümkün.
Kitabın son bölümünde bir de kitapçı sürprizi var. Kendine yeni bir dil uyduran, köpekleriyle birlikte yemek yiyen, ucube bibliyofil kitapçı Timurlenk. Bu acayip karakter de garipliklerden beslenen ama gariplikleri gayet olağan bir şekilde anlatan İhsan’ın diliyle, daha da etkili bir personaya dönüşüyor. İhsan da romanın sonuna kadar, krizli ve muğlak bir alanda soğukkanlılıkla dolaşarak, apatiye yakın, duyguları sıfıra doğru çeken cool bir anti- kahraman olarak kalıyor. Raymond Chandler usulü anlatılan bir şiddet ve hesaplaşma sahnesinden sonra gelen son cümlesiyle de tam bir apatiyi ifade ediyor: “Yolda yürürken kendimi biraz yalnız hissettim. Ama olabilir yani böyle şeyler. Fazla üstünde durmadım.”
Çöreklenen ise apatiden çok, bir his ve düşünce aşırılığından besleniyor. Açıkça Yeraltından Notlar’a referans veren bir varoluşçu notlar, fragmanlar ve aforizmalar kitabı bu. Mizantrop ve öfkeli bir isimsiz karakterin mağarasından dünyaya gönderdiği notlar gibi de okuyabilirsiniz bunu. Kitaptaki notlar ve fragmanlar bir hikâye anlatmaktan çok, bir fikir koridoru oluşturuyor. Feylesof bir tona sahip bu karakterin bizim edebiyattan kötücül karakterlerle olduğu kadar, aforizmalar ve fragmanlar hâlinde yazan Cioran ve Pessoa gibi varoluşçu yazarlarla da bir bağı var.
Notlar bir itirafla açılıyor: “Aptalım ben… Bazılarına göre uyumsuz, sarsak, hatta kötü ama tüm özelliklerimi geride bırakacak bir açılıkla aptal oldum.” Bu itirafçı ton, aslında birçok demonik- varoluşçu “yeraltı” anlatısının temelini oluşturuyor. (Bkz. “Ben hasta bir adamım” diye söze başlayan yeraltı adamı ya da Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in kendine acıma seansları). Bu ton sayesinde, karakter kendini saldırdığı şeylerden azade tutmuyor, karanlık ve müptezel yanını, sarhoşluğu, kötü rüyaları, kötü çocukluk yıllarını, biriken hıncı, estetiğe sığmayan gündelik detayları, acıkmayı, kötü kokuları vesaire apaçık yazabiliyor. Böylece de sayfayı kirletebiliyor.
Karakterin notları eve kapanmak ve dışarı, dış dünyaya açılmak arasındaki gerilimde sürüp gidiyor. Eylem ve eylemsizlik arasındaki bu Hamletvari gidiş gelişler esnasında gerçekleşen şey ciddi ve tekerrür eden bir ontolojik sorgulama. Ve bir kriz, bir çıkışsızlık hâli. Bu bir aporia anlatısı. Ve bir huzursuzluk dünyası. (“Bazen soytarılık, bazen münzevilik, çokça öfke ama huzursuzluk. Hep huzursuzluk.”) Dünyaya açılma seansları gündeliğin içinde aniden patlak veren öfke ve krizlerle sekteye uğrayabiliyor. Bir gün bir çay bahçesine gidişini, orada iyi hissettikten sonra nasıl bir öfke atağına yakalandığını şöyle anlatıyor mesela: “Eve dönüş yolunda nedensizce, daha doğrusu anlayamadığım bir nedenle sinirlenmeye başladım. Gittikçe sinirden yerimde duramamaya, birilerine saldırma isteğimi bastırmak için kendi kendime konuşmaya başladım.” Bu nedensiz öfke, aslında hayatın ve varoluşun kendisine dair bir öfke. Ontolojik bir öfke de diyebilirsiniz buna. Böylece ortaya şahsen çok kıymetli bulduğum bir “mutlak öfke” anlatısı çıkıyor. Gündelik olanla bu boğuşma hâli, hiç sebep yokken yaşanan krizler, korkular ve varlık şemasında açılan delikler insanın aklına yine Korkuyu Beklerken’in krizli anlatıcısını getiriyor. Bir başka açıdan da yine bir Oğuz Atay karakterini andırıyor bu notların sahibi: Yazıda hayal ettiği ve yazıda kurduğu dünyayı gerçekte elde edemeyişi, bir yitik asalet kazandırıyor kendisine. Selim İleri’nin asaletini andıran bir asalet: “Ben bunları hep yazıdan biliyorum. Oysa gerçekte de böyle yaşanacağına eminim.” Tutunamayanlar içindeki en krizli ve “ciddi” bölümü oluşturan Selim’in günlükleri eğer ayrı bir kitapçık olarak yayımlansaydı, Çöreklenen’i işte o günlükle de kıyaslayabilirdik. Çöreklenen bir yaşayamama, bir kriz, bir öfke günlüğü gibi.
Notlarda krizlerini kayda geçiren karakter, zaman zaman da tehlikeli bir dönüşümün nüvelerini gösteriyor, kendine saldırdıktan sonra dünyaya saldırmaya hazırlanıyor. Güneşle pek temas etmeyen bir yeraltı hayatının sonucunda ortaya “öfkeden ibaret bir yaratık” çıkıyor. “Küçük odamda kapana kısılmış bir vahşi hayvan, bir canavar gibi oradan oraya yürüyordum” diyor, inziva ile kriz arasında gidip geldiği, şahsi “mağara” hayatını, üniversite yıllarını hatırlarken. Sonra da ekliyor: “Büyük nefretim ben. İntikamcıyım. Üzgünüm.”
Bu notlarda konuşan karakteri “sevilebilir” kılan asıl şey, mevcut iyi ve kötünün ötesinde başka bir etik (Nietzscheci anlamda) arayışında olması. Modern insanın bir kurgu, kötü bir kurgu olduğunu biliyor ve başka bir kurgu için yola çıkıyor. Bunu başardığı söylenemez ama burada amaç bir şey kurmak değil, var olanı yıkmak. Dünyada- olmak değil, dünyadaki retoriği kırarak dünyayı- delmek. Edebiyat için mühim bir işlev. Eskinin kara- romantikleri gibi, açıkça şöyle diyor: “Yıkımlar tasarlıyorum ben... Yeni bir dünya ancak böyle kurulabilir.”
“Ben biri değilim” ve “Gerçekdışıyım ben” gibi tek cümlelik notların da yeni bir varoluş için olası yolu gösterdiği söylenebilir. Başka bir varoluş biçimi için, önce mevcut benlik politikalarının dışına çıkmak, tuhaflaşmak lazım. Nietzsche’nin de bütün derdi buydu aslında. Yeni bir etik için mevcut etiği, yeni bir insan için mevcut insanı öldürmek. Bu anlamda Çöreklenen’i bir ubermensch araştırması olarak okumak da mümkün. Sırtını mevcut hâle karşı duran bir olumsuzlamaya yaslayarak, başka bir hâlin (belki de insan-sonrasının) barındırdığı o muğlak ama heyecan verici ihtimali yokluyor. Şunu da belirtmek lazım: Notların yazarını iyi bir yazar yapan şeylerden biri de aklına ve kaleme sinmiş metinler- arası bağların farkında olması. “Şu yazdığım satırların bile bana ait olmadığının hepiniz farkındasınız, biliyorum.” Yani edebî bir geleneğin parçası olduğunun farkında. Başlangıçta sözünü ettiğim bir kötücül, anti- kahraman geleneğinin.
Bana öyle geliyor ki, Hüseyin Yurtdaş yazmaya devam ederse ve bu iki kitapla yakaladığı “olumsuzlayıcı” tonu muhafaza ederse, anti- kahraman anlatısı (ve yeraltı edebiyatı) hattında önemli bir yer tutacak. Umalım ki öyle olsun. Daimi baskı mekanizmasıyla gitgide daha da fazla bir mengeneyi hatırlatan bu ülkede edebiyatın, mevcut olanı sarsan ve yeni bir hâle imkân tanıyan anti- kahraman anlatılarına daha da fazla ihtiyacı var.