"Hız ve yavaşlık olgusu modern çağda daha fazla görünür olsa da, sadece bu çağın sorunsalı değildir. Uygarlığın her kademesinde bu konu üzerine düşünülmüştür. Ruh ve beden yavaşlığı ve bunların birliği Doğu mistisizminin önemli bileşenidir."
30 Ekim 2020 19:30
Sadece daha iyi bir hayat sürmenin değil, aynı zamanda hayatta kalmanın da çiğ bir rekabetle özdeşleştiği çağımızın en ayırt edici motifi sanırım hız. Daha hızlı öğrenen, daha hızlı düşünen, daha hızlı yapan başarır mottosu tüm zihinsel billboard’ları süslemekte. Ortaya çıkan ürün yanlış olsa da pek bir önemi yok, sadece hızlı olsun yeter. Özellikle hızın içine doğmuş yeni kuşakların en büyük sorunları odaklanmayla ilgili. Zira odaklanabilmek için önce yavaşlamak, düşünmek, tartmak gerekiyor. Koşuşturmacadan aslında şikâyet etsek de, bu esaretten kurtulamıyoruz bir türlü. Zira hızın tuhaf bir çekiciliği de var, söz konusu esaret yer yer bir çeşit gönüllülük üstüne kurulmuş durumda. Bir sürat treninin içinde gibi yaşıyoruz ve o trenin durmasından ya da o trenden inmekten ölesiye korkuyoruz. Bu tren metaforu akla hemen Snowpiercer filmini getiriyor. Aslında hikâye 1982 yılında ilk defa çıkan Fransa kökenli post-apokaliptik bir çizgi romana ait. Kompartımanlar arası sınıfsal farklılıkları gözeten faşist bir yönetimin treni, yani dünyayı hız üstüne kurguladığını görüyoruz çizgi romanda: Durursan ölürsün…
Snowpiercer filminin ilham kaynağı olan çizgi roman: Jacques Lob ve Jean-Marc Rochette tarafından 1982 yılında Fransa'da yayımlanan Le Transperceneige.
Genelde romanlarını belirli bir tema üstüne inşa eden ve bu temayı sabırla derinleştiren Milan Kundera yirmi beş sene önce yazdığı Yavaşlık romanında, modern insanın belki de en başat probleminin hız esareti olduğunu söylüyordu. Romanın açılışında Kundera karısıyla arabada giderken, arkadaki sabırsız şoförün tehlikeli bir şekilde kendisini geçme teşebbüsünün ardından her yanı sarmış hız olgusu üzerine düşünmeye başlar. Ona göre teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir sarhoşluk biçimidir hız. Arabada ya da motosiklette giden biri geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına aittir ve zamanın sürekliliğinden azadedir artık. Dolayısıyla korkusuzdur, zira korkuların kaynağı gelecektir, şimdinin içine sıkışmış biri geleceği düşünmez. Şimdinin içinde daima kalabilmek için de bilinçsizce gaz pedalına basmaya devam eder. Hız bize kendimizi unutturmaktadır.
Kundera yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki olduğundan söz edip bunu da bir film sekansı gibi canlandırır okuyucunun gözünde. Bir adam sokakta yürümektedir. Birden bir şey hatırlamak ister, ama anı ondan uzaklaşmaktadır. O anda kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatır. Yavaşlayarak hatırlamaya, an’ı yakalamaya, şimdinin dışına çıkmaya, yaşamını genişletmeye, böylece belki de zamanda yolculuk etmeye başlar. Buna karşın az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmak isteyen kişi, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak ister gibi, elinde olmadan adımlarını hızlandırır. Hızın unutuşuna sığınır. Yavaşlığın derecesi an’ın, hızın derecesi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.
Hiç iktisat eğitimi almadığı halde 2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan, insanların karar verme ve tercih süreçleri üzerine öncü çalışmaları olan ve bulgularıyla modern iktisat teorisinin insan rasyonelliği olgusuna meydan okuyan Daniel Kahneman Hızlı ve Yavaş Düşünme adlı kitabında hız ve yavaşlık kavramlarını merkeze alır. Kahneman karar verme süreçlerini okuyucu için basitleştirip Sistem 1 ve Sistem 2 diye adlandırarak ikiye ayırır.
Sistem 1 herhangi bir kontrol ve çaba olmaksızın, otomatik olarak yürüyen hızlı düşünme seviyesidir. Sistem 2 ise karmaşık hesaplamalar ve kararlarda, bireylerin çaba harcayarak yürüttüğü yavaş düşünme düzeneğidir. Doğal olarak Sistem 2’nin faaliyetlerinde görece yoğun bir emek vardır. Dolayısıyla burada kısıtlı bir kapasite söz konusudur. Sistem 2 çabuk yorulmakta ve böyle durumlarda Sistem 1 hemen devreye girerek kararların daha hızlı ama büyük olasılıkla yanlış alınmasına neden olmaktadır. Kahneman’a göre duygusal faktörler de karar alma süreçlerinde önemli belirleyendir. İnsanlar iyi bir ruh halindeyken iç seslerine daha çok güvenme eğiliminde olurlar, ancak gergin hissettiklerinde Sistem 2 harekete geçer ve bu durumda kişiler kararlarında muhtemelen şüpheci, daha az yaratıcı ama daha analitik davranırlar.
Aslında hız ve yavaşlık olgusu modern çağda daha fazla görünür olsa da, sadece bu çağın sorunsalı değildir. Uygarlığın her kademesinde bu konu üzerine düşünülmüştür. Ruh ve beden yavaşlığı ve bunların birliği Doğu mistisizminin önemli bileşenidir. Özellikle Taocu tinsellik yavaşlık olgusunu bir yaşam biçimi olarak görür. Hızlı olmak ya da yavaş olmak hedefe giden bir yol değil, bizatihi hedefin kendisidir. Olaya ekonomi perspektifinden bakacak olursak, kaynak ve paylaşım sorunu yaşayan kültürlerde yavaşlık olgusuna bir çeşit felsefi doktrin gibi yaklaşılması şaşırtıcı değildir. Zira önceliği maddiyata değil de içe dönük bir yaşama vermek, kaynak kısıtlılığını vücudu ve zihni terbiye ederek aşmanın en etkili yollarından biridir.
Bu pencereden bakınca, günümüzde hızın başat olduğu, ekonomik olarak güçlü kültürlerde güzelce ambalajlanmış Doğu mistisizmi paketlerinin son yıllarda giderek artan bir popülariteye sahip olması daha anlaşılır gelebilir. Hız ve rekabet çarkında yorulmuş modern birey akşam birkaç dakikasını meditasyona ya da yogaya ayırarak rahatlamaya çalışmaktadır. Tekil bireyin yaptığı bu fizyolojik ve zihinsel yenilenme seansları olayın mikro boyutudur. Bir de vakaya hızlıca! politik iktisat yönünden bakmaya çalışalım.
Marx hayatının son yıllarını vakfettiği, en kapsamlı kitabı olan Kapital’i Londra’da yazmaya başlamıştır. Fabrikaların Sanayi Devrimi’nin tüm meyvelerini yediği yıllar… Daha ucuz olduklarından kadınların ve çocukların tercih edildiği, günlük yirmi saate varan iş saatleri… Tekdüze makinelerin sadece mekanik hareketler talep ettiği üretim zincirleri… Özellikle Frankfurt Okulu temsilcileri Marx’ın Kapital’inin fazla ekonomik indirgemeci olduğu eleştirisini yaparlar. Oysa Kapital’in alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Yani Marx öncelikle kapitalizm eleştirisi yapmaktadır. Kapitalizmin bizatihi kendisi ekonomik indirgemecidir zaten. Buradan hareketle, bireysel meditasyon uygulamalarının Batı’da yaygınlaşmasındaki, hatta kimi büyük şirketlerce bunun desteklenmesindeki iktisadi çıkar, kendini yenileyen bireyin ertesi gün daha zinde, şevkle ve hızlı bir şekilde işinin başına dönmesidir muhtemelen. Zihnin ve bedenin yavaşlaması yerine, tam tersine, daha arzulu bir şekilde çalışması istenmektedir. Üstelik aynı sistem yavaşlığı önceleyen ve dolayısıyla maddeciliği ikinci plana iten Doğu ülkelerine fabrikalarını taşıyarak onların kanaatkâr dünya görüşlerine koşut maaş politikalarıyla itaatkâr bir işgücü yaratır…
Bilimkurgu edebiyatında teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan ve “asıl yabancı gezegen dünyamızdır” diyen J. G. Ballard 1973 yılında yazdığı Çarpışma romanında, teknoloji ve hız fetişizmini otomobiller üzerinden anlatarak erotik esrimeyle hız tutkusu arasında koşutluk kurmuştur. Ballard’ın kahramanları hızın yol açtığı felaketi arzulayarak tahrik olmaktadırlar. Hız, makine ve erotizm üçgeninde her şey birer fantezidir artık, hayatı unutmaya çalışan kahramanlar modern yaşamın kıskacından, hayatla ölüm arasındaki sarkaçtan son noktada ölümü arzulayarak kurtulmaya çalışırlar. Hız sayesinde kavuşulabilecek acısız bir unutuşu arzularlar. Romanın kendisi kadar, 1996 yılında Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan David Cronenberg yönetmenliğindeki film uyarlaması da tartışma yaratmıştır. Cronenberg aynı romandaki gibi teknoloji fetişizmini hız olgusu üzerinden anlattığı filminde duygusal ve erotik sahnelerde yavaş bir atmosferi tercih ederek belki de bir şeyler söylemektedir bize.
O zaman yeniden başa dönersek, Kundera’nın dediği gibi hız aslında unutmak için vardır. Belki de bu yüzden daha kolay ve rahatlatıcıdır. Durmak mecburen düşünmektir, nerede olduğunun ve ne yaptığının farkına varmak; evrendeki, dünyadaki, yaşadığın ülkedeki ve ait olduğun sosyal çevredeki varlığını sorgulamak ve muhtemelen bu bilginin ağırlığı altında ezilmektir. Doğu mistiklerinin dediği gibi, durmak aslında bilgeliktir.
Hızın önündeki en büyük engel ya da daha doğru bir ifadeyle hızın panzehiri, anları sabitleyip ardından onlara istediğimiz zaman, tekrar tekrar bakmamız için bizim adımıza onları çerçeveleyen sanat eserleridir. Bir sanat eserinin bizatihi teması hız olsa bile, kendi temasının esiri olması ontolojik olarak mümkün değildir. Tekrara uygun yapısı, onu okuyan ya da izleyen göz değişse bile dingin bir üslup talep eder hep. Kaosu anlatan bir eser bile “okuyucusundan” derinlikli bir bakışın yavaşlığını ister.
Bu yüzden her türlü eser öncelikle rahatta dinlenir…
•
GİRİŞ RESMİ:
Snowpiercer filminden bir sahne. Kıyamet sonrası buzlarla kaplı bir dünyada, içindekilerin hayatta kalabilmesi için trenin sonsuza kadar hızla yol almasından başka çare yoktur...