Her çağın destanı: Yitirilen Cennet

"Yitirilen Cennet’te, işleyen düzenin “kölelik” olduğunu düşünüyor isyankâr melekler. Şeytan, ondaki büyüklük tutkusunun izleri ile Tanrı’nın adaleti ve tanıdığı seçim özgürlüğü bir yana; 'yeryüzünde' monarşiye dayalı yönetime başkaldırması gereken insanın başka bir âlemdeki modeli niteliğinde."

03 Haziran 2021 17:14

 

 

 

İnsan Cennet’i yitirdi. Kandırıldı. Şeytan yoldaşlarıyla birlikte düşerken insanı da yanına aldı. İtaatsizliğin sonuçları insanlık tarihini başlatan “kurucu” hikâyeye dönüştü... İngiliz edebiyatının Shakespeare’den sonra en çok yâd edilen ismi tarafından bir “yeniden-yazım”a uğradı bu düşüş hikâyesi. Evet, John Milton’ın destansı şiirinden bahsediyorum. Bugün belki çok daha az okunan, fakat mutlaka edebiyat dünyasındaki konumu değişmez olan Paradise Lost’tan.

İthaki Yayınları, Yiğit Yavuz’un çevirisiyle Yitirilen Cennet’i yayımladı geçtiğimiz aylarda.[1] Bu “Kayıp Cennet” ismine alışık olanlar için yeni bir tabir elbette; bir yandan Sezai Karakoç’un Yitik Cennet’ini de akla getiriyor. Daha önce Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi kitabında Paradise Lost hakkında yazarken eserin ismini parantez içinde “Yitirilen Cennet” olarak vermiş ve kitap boyunca bu şekilde atıfta bulunmuştu. Yavuz’un –bildiğim kadarıyla– tesadüfi bir şekilde aynı tercihte bulunarak literatüre eserin ismiyle de bir katkı sunduğunu söyleyebilirim; ilerleyen zamanda ismin okur tarafından benimsenip benimsenmeyeceği görülecektir.

Bilindiği üzere, bir 17. yüzyıl metni Yitirilen Cennet. Urgan’ın söyleyişiyle, “17. yüzyılın en büyük şairi John Milton”[2] tarafından kafiyesiz olarak kaleme alınıyor. Bu nedenle dizeleri tek tek, birbirinden bağımsız bir şekilde –anlamı gözetmeden– çevirmek mümkün değil. Şöyle diyor Milton:

“(…) uyağın göz ardı edilmesi sıradan okurlara belki öyle gelse de, bir kusur mahiyetinde görülmemelidir; bilakis, İngilizcede ilk defa epik şiiri uyağın sıkıntı verici ve çağdaş esaretinden kurtarıp yeniden kadim hürriyetine kavuşturmak yönünde ortaya konmuş bir örnek olarak takdir edilmelidir.” (s. 21)

Hem yazıldığı dönemi hem de Milton’ın yazım tercihini hesaba kattığımda, çevirinin zorlu bir iş olduğunu söylemeyi lüzum görmüyorum. Başarısı tartışmaya açıktır, tartışılacaktır da; fakat dikkati, sabrı ve titizliği için Yiğit Yavuz en başta bir teşekkürü hak ediyor. Ayrıca kendisi çeviriyi yayıma hazırlayan Selçuk Aylar’a bu süreçteki emeği ve ortaklığı için özel bir teşekkür ettiğinden, bu yazıda Aylar’ın ismini de anmak uygun olacaktır.

Yavuz’un çevirisi oldukça değerli, çünkü eser ilk kez tam metin halinde Türkçeye kazandırılmış durumda. Eserin dünya edebiyatındaki konumunu, bir “başyapıt” olarak değerlendirildiğini ve dil-edebiyat bölümlerindeki yerini düşündüğümüzde, bugüne dek Türkçede dört başı mamur bir şekilde yayımlanmamış olması ayrıca dikkate değer. Yavuz da bahsediyor bundan.[3] Öte yandan, Yitirilen Cennet’in sayfalarında gezinirken, çevirmen notlarının eseri idrak hususunda ne derece rol oynadığını bir kez daha anladığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nitelik Yavuz’un çevirisinin ciddi bir emek ürünü olduğunu gösterdiği gibi, yerini de sağlamlaştırıyor. Kitabın baskısında Milton’dan etkilenen John Martin, Gustave Doré, William Blake, Henry Fuseli gibi isimlerin ve Yitirilen Cennet’in ilk illüstratörü olarak bilinen John Baptist Medina’nın çizimlerinin yer alması ise, hikâyeyi çizimlerden de takip etmeyi mümkün kılan ve Milton’ın farklı sanatçılar üzerindeki tesirini anlamayı kolaylaştıran olumlu niteliklerden biri.

Yavuz’un “Sunuş” bölümündeki dikkat çektiği noktalardan birkaçını alıntılamak isterim:

“İngiliz şiirinde Milton’a değin böyle uzun bir manzum anlatıda uyaksız nazım hiç kullanılmamıştır. Milton bu aşamada uyağın okura verdiği basit hazzı reddetmekte, uygarlıkta ve kültürel gelişmişlikte mesafe almış bir toplumun edebi düzeyine ve gereksinimlerine uyaklı şiirin karşılık veremediğini düşünmektedir.

Öte yandan, Milton’ın bu eserdeki İngilizcesi Latinize edilmiş bir İngilizcedir. Seçtiği kelimelerin çoğu Latince kökene sahiptir; bu kelimelere verilen ağırlık şiirin diline ağırbaşlı bir hava katar. Sadece kelimeler düzeyinde değil, cümle kuruluşları düzeyinde de dil Latinceyi çağrıştırır (…)” (s. 9-10)

“Milton birçok dile aşinaydı ve Latince dışında Antik Yunancayı, İtalyancayı, Felemenkçeyi, İbraniceyi çok iyi biliyordu. Yitirilen Cennet’te gençliğinden itibaren yoğun şekilde okuduğu Homeros, Vergilius, Dante, Shakespeare gibi ozanların etkisini açıkça görürüz.” (s. 10)

T. S. Eliot, “Dante ile Shakespeare dünyayı aralarında paylaşır; bu iki ada eklenebilecek üçüncü bir ad yoktur” demiş zamanında. Bu cümle birçok büyük ismi yok sayıyor, fakat ben burada bahsi geçen iki kişinin neden yan yana durduğuna odaklanacağım. Kuşkusuz, bunun sebeplerinden biri nazmın gücüdür. Shakespeare’in “ulusal şair” ilan edildiğini ve Dante’nin ölümsüz eseri İlahi Komedya’nın destansı bir şiir olduğunu, nazmın kitleler üzerindeki etkisini hatırlamak için şöyle bir zihnimizden geçirmemiz yeterli olacaktır. (Eliot aynı zamanda Milton’ı en sert eleştiren isimlerden biridir.) Milton’ın eseri için de aynısı söz konusu. Yitirilen Cennet’i etkili kılan temel bileşen şiirin gücüyken, şairin hikâye anlatma/sunma şeklinin ayrıca konuşulması gerektiği de aşikâr. Nihayetinde ne kadar gerçeğe dayanırsa dayansın, yazılan her hikâye bir kurmacadır. Milton’ın yeniden-yazımı da Milton’ın icadıdır. Nabokov’un belirttiği gibi, “Bir yazar üç bakış açısından ele alınabilir: Bir hikâye anlatıcısı olarak, bir öğretmen olarak ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üçünü –hikâye anlatıcısı, öğretmen, büyücü– kaynaştırır ama üstün gelen ve onu büyük bir yazar yapan ondaki büyücüdür.”[4]

Paradise Lost'un ilk baskısından...

Eserin kurgusu Âdem ve Havva’nın yasak meyveyi yeme hikâyesinin, yani aslında kısa bir hikâyenin Milton tarafından hacimli bir anlatıya dönüştürülmüş hali olarak özetlenebilir. Eski çağlardaki şiir “söyleme” geleneğinin bir uzantısı Yitirilen Cennet. Okuru her şeyin yaşanıp bittiği, Şeytan’ın başkaldırısının gerçekleştiği bir zamanda karşılıyor önce. Milton geriye dönüşle yaşananları aktarıyor:

“İngiliz yazarları Yunan mitolojisine sürekli değindikleri gibi, Kutsal Kitap’a da sürekli değinirler. Hatta kimileri, örneğin XVII. yüzyılın en büyük şairi John Milton, Paradise Lost’u (Yitirilen Cennet) doğrudan doğruya Kutsal Kitap’ın ilk bölümünü, yani Genesis’i yorumlayarak yazmıştır. İngiliz edebiyatının en ünlü epik şiirinin kaynağını bilmeden bu başyapıtı anlamak olası değildir. Üstelik Kutsal Kitap’ın XVII. yüzyılın başlangıcında yayınlanan ve Authorized Version (Yetkili Metin) adı verilen çevirisinin dil ve anlatım açısından Hıristiyanlar için de, Müslümanlar için de, dinsizler için de İngiliz dilinin en güzel örneklerinden biri, belki de en güzel örneği olduğu yadsınamayacak bir gerçektir.”[5]

On iki kitaptan oluşan bu epik başyapıtta en çok üzerinde durulması gereken mesele zannederim ki şairin kendi deneyimlerinin, yargılarının ve en önemlisi bir insan olarak hislerinin metinde ne derecede rol oynadığı. Yitirilen Cennet’te Milton’ın yaratılış mitini ve ilk günahın hikâyesini Hıristiyanlığın süzgecinden geçirdiğini, hatta “kendi” Hıristiyanlık anlayışınca aktardığını, dönemin politik atmosferine paralel bir düzlemde şekillendirdiğini görüyoruz. Özellikle şairin kendi politik görüşlerinin metnin fonunu oluşturduğunu söylemek mümkün. Sözgelimi, Cennet’in İngiliz Parlamentosu’nu temsil ettiği fikri defalarca tartışıldı. (Ki, Şeytan ve isyankâr meleklerin oluşturduğu konsey de parlamento toplantılarına benzemektedir.) Yahut Tanrı’nın melekleri ve isyankâr meleklerin mücadelesi İngiltere İç Savaşı’nın bir modeli olarak görüldü. Çünkü Milton siyasi görüşleriyle ön planda olan bir isimdi. Püriten hareket içinde yer alan, I. Charles’a muhalif bir duruş sergileyen Milton, Cromwell ve Cumhuriyet destekçisiydi. Fakat monarşinin yeniden güç kazanması şairin bir süre mahkûm edilmesine ve elbette konumunun sarsılmasına sebep oldu. Başyapıtını değerlendirirken, eserin –Milton özel yaşamında mutlu ve huzurlu olsa da– bu itibar kaybı döneminin ürünü olduğu göz önüne alınmalı. (Aynı zamanda bu dönemin bilindiği üzere şairin görme yetisini tamamen kaybettiği bir dönem olduğunu, bunun da ister istemez Homeros’u ve şiiri “söyleyerek” yazma durumunu çağrıştırdığını ekleyelim.) Bunlarla birlikte, Milton’ın eserine ruhunu üfleyen şeyin otoritenin her zaman yıkıma uğrayabileceği ihtimali olduğunu da unutmamak gerek. Şeytan’ın yoldan çıkarıcı tavrı ve baştan çıkarıcı uyarıcılar bu ihtimali besliyor. İnsanın her türlü otorite karşısında –ki burada söz konusu olan en “yüce” otorite– bir gücü olduğunu hatırlaması/düşünmesi ise muhakkak “yeryüzünün küçük Tanrısı”na iyi geliyor.

Hikâyenin başında Cennet’i yitirdik, fakat insan Cennet’i düşlemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Cehennem’i de, Araf’ı da Cennet’in bir düş olarak zihnimizde bulunuyor oluşu var etti. Başta her türlü kötülük için doğayı suçlayan insan zamanla kendi kötülüğünü keşfetti ve buna rağmen –kendi kötülüğüne ve yozlaşan düzene rağmen– Cennet’i düşlemeye devam etti. İnsan ne kadar acımasızlaşırsa acımasızlaşsın, ne kadar şeytanlaşırsa şeytanlaşsın, yine Cennet şarkıları söylendi, Cennet şiirleri okundu, Cennet tasvirleri yapıldı. Çünkü Cennet bir “anayurdu” simgeliyor. Zamanında kendi hatasıyla anayurdundan sürgün edilen insan, fırlatıldığı dünyada bir gün ona geri dönebileceği umuduyla yaşıyor. “Düşüş” temasını da bu bağlamda yorumlamalı. Âdem ve Havva’nın düşüşünde fiziksel bir âlemler arası geçişin yanında, rahatlığın/bereketin olduğu bir ortamdan daha zorlu şartların olduğu bir ortama geçişin de kastedildiği hesaba katılmalı.

“Mikail cevap verdi yumuşak bir bakışla:
‘Ey Âdem, bilirsin onundur Cennet
Ve tekmil yeryüzü; bu kaya değil yalnızca.
Hazır ve nâzırdır her yerde; varlığıyla doludur
Kara, deniz, hava ve yaşayan tekmil türler,
Onun gerçek kudretiyle beslenen ve ısınan.
Sana verdi tekmil yeryüzünü,
Sahip çıkasın, yönetesin diye;
Hor görülecek hediye değil bu.
Sanma ki onun varlığı sadece
Dar hudutları içindedir Firdevs’in ya da Aden’in;
Burası başkentin olacaktı belki,
Buradan yayılacaktı tekmil nesiller
Ve geleceklerdi buraya dört bir köşesinden
Yeryüzünün, kutlamak için seni, sunmak için
Hürmetlerini yüce atalarına. Fakat kaybettin
Bu üstünlüğü; daha alçak bir yere indirildin,
Oğullarınla beraber yaşamak üzere.’” (s. 445-446)

Bu noktada Milton’ın şiirindeki düzenden de bahsedelim. Yavuz’un da sunuş yazısında belirttiği üzere, onun evreninde yukarıda Cennet, aşağıda Cehennem ve ortada Kaos bulunmaktadır. Yerküre ise altın bir zincirin ucunda asılı durur. Sonunda Yerküre ve Cehennem bir köprüyle birbirine bağlanır. Öte yandan Âdem ve Havva’nın konumuna baktığımızda, onları Firdevs’e yerleştirilmiş olarak görürüz. “Hıristiyanlığın Cennet’i esasen Tanrı’nın göklerdeki krallığıdır; insanın yerleştirildiği ve yasaklanmış ağacın bulunduğu Firdevs ise yeryüzündedir.” (s. 15) Milton’ın evren tasarımının dönem zihniyetiyle ilişkisini de burada uzun uzadıya anlatmaya gerek olmayacak –aydınlatıcı– bir şekilde açıklamış Yiğit Yavuz. İlgili okura ulaşacaktır.

William Blake, 1795. Şeytan, Havva'nın üzerinde zaferini kutluyor.

Milton’ın eserinde dikkat çekici unsurların başında Şeytan figürü geliyor. Anti-kahraman romanlarını/filmlerini ne kadar benimsediğimizi, “kötü”lerin dönüşüm sürecinin anlatıldığı, haklı çıkarıldığı, onlara kısa bir an için bile olsa merhamet duymamızı sağlayan hikâyeleri hatırlayalım. Yahut diğer bir başyapıtta, İlahi Komedya’da en çok Cehennem bölümüne ilgi duyduğumuzu, Faust’u Faust yapanın Mephistopheles olduğunu, başkaldırının ve yasak olanın cazibesini… hatırlayalım. Şöylece özetlemekte fayda var: Güzel çirkine, çirkin güzele içkindir. Kötü iyiye, iyi kötüye içkindir. Biri olmadan diğeri düşünülemez. Kötülüğün sanat eserlerinde estetik bir unsur olarak yer almasının, bir diğer söyleyişle kötülük estetiğinin iyi örneklerinin ortaya çıkışının temelinde bu anlayış yatıyor. Bir edebi metinden, Shakespeare’in Macbeth’inden alıntılayacak olursam: “İyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek.”[6] Şeytan figürü ise, malum olduğu üzere, kötülüğün doğuşuyla birebir ilişkilidir. Dinî kaynaklar ve mitolojik anlatılarda kötülük Şeytan’ın başkaldırmasıyla, Âdem ve Havva’yı aldatmasıyla başlar. Yine benzer kaynaklarda Şeytan bir figür olarak düzenbaz, içten pazarlıklı, “kötü” tasvir edilir. Onun farklı niteliklerle ortaya çıkmasını sağlayan ise edebi metinlerdir. Aydınlanmanın akılcı öğretileriyle birlikte Şeytan gibi figürlerin edebiyatın dışına itildiğini ve kötülüğün temsilinin insanın iç dünyasına yöneldiğini görüyoruz. Alt’ın, kitabının giriş bölümünde belirttiği gibi:

“Kötüyü yaratılış öyküsüne yerleştirerek güvence sağlamaya çalışan argümanlara dayalı sistemler iflas ettikten sonra, edebiyat onun tehditkâr karmaşıklığını, şeytani üstünlüğünü, ürkütücü yabancılığını ve baştan çıkarıcı gücünü –rasyonel açıklama modelleri dışında– yakalayabilecek bir araç konumuna yükselmiştir. Modernlikte artık kötüye ilişkin bir kavram tarihine yer yoktur, sadece onun tezahürlerini yansıtan, çok çeşitli estetik biçimler bulunur.”[7]

Fakat Şeytan edebiyat sahnesinden tamamen çekilmiş değildir. Onu farklı açılardan ele alan, yorumlayan yazarlar da vardır. Goethe’nin Mephistopheles’inin insani yönleri olduğunu biliyor, tartışıyoruz örneğin. Yitirilen Cennet’te ise Lucifer “özgürlük” fikriyle yoğurulmuş. Onu bir anti-kahraman gibi algılasak da, aslında tam olarak ne anti-kahraman ne de kahraman olmayı başarıyor. Evet, insanüstü özelliklere sahip fakat mutlaka eksikleri var. Bu nedenle de bir varlık olarak insana yakın. İsyan-başkaldırı-devrim üçgeninde düşündüğümüzde isyankâr bir ruh olduğunu ve başkaldırdığını biliyoruz, fakat devrim fikrini gerçekleştirecek kadar “kusursuz” hareket edemediğini de okuyoruz. Özgürlüğü temsil etmesi ise onda –deyim yerindeyse– “sempatik” bir yan bulmamıza sebep oluyor. Onu yok saymamız mümkün değil.

Şeytanın bozguna uğratılışı ve kovuluşu (Gustave Doré, 1866)

Yitirilen Cennet’te insan-Şeytan yakınlığını işaret eden ifadeler görmek mümkün:

“Gereği yok çıkmanın tehlikeli bir sefere,
İşgal etmek için yüksek surlu,
Saldırılardan, kuşatmalardan, yeraltı pusularından
Korkusu olmayan Cennet’i; peki bulursak işin kolayını?
Bir yer varmış, başka bir âlem
(Yanlış değilse Cennet’teki kadim söylentiler):
Mesut yurduymuş orası insan denen ırkın;
Bize benzer şekilde yaratılmışlar.
Aşağı olsa da bizden kudretleri, faziletleri
Pek kayırırmış onları yukarıda hüküm süren.” (s. 71-72)

Bu büyüklük tutkusu, üstünlük arzusu Havva’nın yasak meyveyi yediği bölümde farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ki zaten Şeytan’ın onu kandırırken “Tanrı gibi olma” umudu verdiği söylenegelir. Bu bölümde Havva’nın meyveyi Âdem’le paylaşıp paylaşmayacağı hususunda zihninden geçenleri okuyoruz. “Ondan üstün olurum belki”, “eşitlenme”, “eksik olan dişilerde” ifadeleri dikkat çekici olduğu gibi, özgürlüğe de göndermede bulunuluyor. (Eserin feminist okumalarında Havva’nın kendini Âdem’den aşağıda görmesi de tartışılır.) Yine bir insan-Şeytan yakınlaşması:

“Fakat nasıl görünsem ki Âdem’e?
Değiştiğimi söylesem mi, istesem mi ondan,
Benimle bütüncül mutluluğa ermesini;
Yoksa tersine, bu emsalsiz bilginin faydasını
Kendime mi saklasam paylaşmaksızın?
Böylece katarım kendime her ne varsa
Eksik olan dişilerde; böylece daha çok sever beni,
Daha bir eşitleniriz ve kim bilir,
Arzu edilmez şey değil a, bir bakıma
Ondan üstün olurum belki; çünkü
Nasıl özgür olur kişi, daha aşağı iken mevkice?” (s. 358-359)

Eserdeki Tanrı, Şeytan’la birlikte düşünüldüğünde bu iki figürün iki ucu temsil ettiği ve Milton’ın politik görüşleriyle ilişkili olduğu belirginleşiyor. Bugüne dek yapılan incelemelerde “Milton’ın Tanrısı”nın otoriter/katı bir Tanrı olduğu yazılmış. Bu noktada özgürlüğü temsil ettiği için Şeytan’da sempatik bir yan bulan insanın sarsılmaz otoriteyi, katı kuralları, yıkılmaz duvarları çağrıştıran Tanrı’ya önce mesafeli yaklaştığını söylemek mümkün. Her türlü otoriteye, tek-tipçi düzene ve mutlak itaat ilkesine karşı olan Milton’ın monarşi düşmanı görüşlerinin Şeytan ve Tanrı figürlerine yansıdığı aşikâr. Life of Milton’ın yazarı Samuel Johnson’ın söyleyişiyle: “O hükümdarlardan ve piskoposlardan nefret ederdi. Zira itaat etmesi gereken kimseyi sevmezdi. Milton’ın amacı düzen kurmaktan ziyade yıkmaktı. Otoriteden nefret ettiği kadar özgürlüğü sevmiyordu.” Bu yansımayı biraz daha derinlerde aramak gerek. Evet, Milton’ın eserinde Tanrı mutlak bir gücü, otoriteyi temsil ediyor. Böylece Milton –ilk bakışta– karşı olduğu monarşiyi eserinde başka bir âlemde uygulamış oluyor. Fakat buradaki amaç yeryüzünde Tanrı gibi geçinenleri, monarşiyi Tanrısal bir güç olarak görenleri, tıpkı onun gibi mutlak ve ilahi olduğunu zannedenleri eleştirmektir. Zira onlarda olmayan nitelikleri vardır Tanrı’nın: O adildir ve kuralları olsa da yarattıklarına “seçim” hususunda “özgürlük” tanır.

Şeytan’ın başkaldırısını bu bağlamda yeniden gözden geçirelim: Şeytan “Tanrı’nın Oğlu”na itaat etmek istemediği ve özgürlüğünün elinden alındığına inandığı için başkaldırıyor. Aslında Şeytan, ondaki büyüklük tutkusunun izleri ile Tanrı’nın adaleti ve tanıdığı seçim özgürlüğünü bir kenara koyduğumuzda, “yeryüzünde” monarşiye dayalı yönetime başkaldırması gereken insanın başka bir âlemdeki modeli niteliğinde. Yitirilen Cennet’te, işleyen düzenin “kölelik” olduğunu düşünüyor isyankâr melekler:

“Bu olacak Cennet’te görevimiz, bu olacak zevkimiz:
Ne kadar bezdirici, nefret ettiğimize tapınarak
Geçirmek ebediyeti.” (s. 68)

Yazıyı sonlandırırken şuna da değinmek isterim: Eserin feminist okumalarında “Milton’ın Havvası”nın eleştirildiğinden bahsettik. Her ne kadar Havva Âdem’den daha düşük bir kademede görünse de, Âdem’in yasak meyveden tatma sahnesi dikkate değer. Neredeyse hiç düşünmüyor, ikilemde kalmıyor Âdem. Çünkü Havva’yla birlikte olma fikri diğer unsurlardan baskın geliyor ve Tanrı’nın onları affedebileceği ihtimaline tutunuyor.

“Sende her ne varsa, benimdir;
Ayrı ayrı olamayız, ikimiz biriz,
Etimiz birdir, bizzat kendimi
Yitirmek olur seni yitirmek.” (s. 364)

Her çağın şiiri, her çağın destanı Yitirilen Cennet. Yiğit Yavuz hem Milton’ın üslubunu yakalamaya çalışan hem de her okura hitap eden bir çeviri yapmış. Dilerim okurunu bulsun. Bize kalan ise Milton’ın da hareket noktası olan, “Tanrı ilk günaha neden izin verdi?” sorunsalı hakkındaki farklı yorumları karşılaştırmak ve Milton’ın zihnimize mıhladığı soruların cevabını “kendimizce” aramak.

 

NOTLAR:


[1] John Milton, Yitirilen Cennet, çev. Yiğit Yavuz, İthaki Yayınları, 1. baskı, Mart 2021. (Yazıda sayfa numarası belirtilmiş tüm alıntılar bu baskıdan.)

[2] Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, 6. baskı, 2010, s. 61.

[3] Bkz. "Yiğit Yavuz ile John Milton ve Yitirilen Cennet Üzerine", EK Dergi, Son erişim tarihi: 20.05.21

[4] Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, çev. Ayşe Lucie Batur, Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 2017, 4. baskı, s. 40.

[5] Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, 6. baskı, 2010, s. 61.

[6] Macbeth’in hem Remzi Kitabevi’nden hem de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Sabahattin Eyüboğlu çevirilerinde cümleyi bu şekilde görüyoruz. Türkçeye genellikle “İyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek” yahut “İyi kötüdür, kötü de iyi” şeklinde çevrilmiş ve özellikle Eyüboğlu’nun çevirisiyle kabul görmüş bu cümlenin farklı çevirileri de vardır. Örneğin, Macbeth’in Remzi Kitabevi’nden yayımlanan Bülent Bozkurt çevirisinde “Ha iyi, ha kötü; ha kötü, ha iyi” olarak yer alıyor.

[7] Bkz. Peter-André Alt, Her Şeyin Başlangıcı: Şeytanın Düşüşü ve Kötünün Doğuşu, çev. Sabir Yücesoy, Sel Yayıncılık, 2016.

 

GİRİŞ RESMİ:


Gustave Doré tarafından Paradise Lost  için 1866'da yapılmış illüstrasyonlardan biri.