Başlığa devam mahiyetinde, provokasyonu açalım: Hepimiz kardeş değiliz, çünkü bazılarımız (daha) kardeşler. Arka planını deşelemesi yer yer keyifli, yer yer sinir bozucu bir kardeşlik bu...
04 Ocak 2018 14:39
Hollywood’un yıldız oyuncularıyla ve tür filmleriyle 1920’lerde dünya sinemasının başatı olması öncesinde sektörü endüstriyel standartlara oturtması kısa da olsa zaman almıştı. Yönelim farklı işliyor olsa da Avrupa’da da durum çok farklı değildi. Aşağı yukarı 20 yıl süren bu dönemde, geleceğinin ne getireceği belirsiz sinemanın aile mesleğine dönüşmesi büyük riskler taşımasına rağmen, erkek kardeşlerin öne çıktığı bir süreçten geçildi. Düşünün ki satın aldığınız ayakkabı, piyano, tütün gibi çeşit çeşit ürünün üzerinde “Bilmemkim ve Oğulları” yazdığını görmek alışık olunan bir şeyken, sinema da bundan nasibini alıyordu. Lumiére’ler, Skladanowsky’ler, Manaki’ler kendi coğrafyalarının ilk sinema ürünlerini yönetmenler olarak ortaya koyarken, Thomas H. Ince gibi tiyatro oyuncusu kardeşlerinin arasından sıyrılıp bize şimdi anladığımız hâliyle stüdyo sistemini bahşeden figürler ortaya çıkabiliyordu. On yıllar sonra Bollywood bu süreci neredeyse birebir taklit edip aile yapımları ve markalaşan soyadlar sunduğunda artık şüpheye mahal bırakmayacak bir durum söz konusuydu: Kardeşlerin üretimde yer almaları sinemanın endüstriyel karakterinde istisna değil kaideydi. Bu aynı zamanda sinemanın kapitalist süreçlere direkt dâhil olma konusunda çekimser olduğunun, aşiret ekonomisine daha yakın durduğunun da göstergesiydi. Avrupa’da entelektüel çevrelerden çıkan yoğun üretim sahneye yönetmen sinemasını ve beraberinde sinema sanatını getirdiğinde bile sermayenin hizmetine çok daha çabuk giren yarı-mafyatik aile girişimleri oldu.
Aslında malumun ilamı bu, çünkü Thomas H. Ince örneğinde de görülebileceği üzere, sektöre kendi içine kapalı ve kontrollü bir şekilde giren aile şirketleri sonradan yatırım konusunda çok daha avantajlı durumlarda buluyorlardı kendilerini. Meselenin sosyolojisini yeniden keşfedecek değilim. Öte yandan üretim açısından senaryoların çoğunluğunu kadınların yazdığı erken dönemde bile erkek kardeşliğinin nasıl olup da piyasayı tahakkümü altına aldığını anlamak için çekirdekte bu aile mülkiyeti fikrinin olduğunu bilmek önemli oluyor. Weinstein meselesini bu ışık altında incelemekte de fayda var. Diyebiliriz ki stüdyo sistemi başlangıcından itibaren, Mary Pickford ve Carole Lombard gibi oyuncuların kuruluşta pay sahibi olmalarına rağmen, erkek kardeşliğini yapısal olarak tuttu ve güçlendirdi.
Ama bu kardeşliğin nasıl işlediğini anlamak için magazinlerin pembeyle kapkara arasında gidip gelen istihbaratına dalmak gerekiyor belki de. Zira kardeşliğe dair söyleyeceğimiz çoğu şey erkek kardeşliğin merkezde durduğu bir yapıya dayanıyor olmanın yanı sıra, o yapıyı koruyan bir bilgi akışını da içeriyor olmalı. Çünkü -Hitchcock’a selam ederek- sırlar en çok gözümüze sokuldukları yerde sır olmayı başarıyorlar. Nasıl magazinden bahsediyoruz? Örneğin Affleck kardeşlerin sinema dünyasında gişe filmleriyle bağımsız sinemayı paylaşır bir görüntü vermeleri, hatta Casey’nin “asıl” oyuncu olduğunun dile getirilmesi bana hep çok manidar gelmiştir1. Carradine kardeşlerin en ünlüleri Keith ve David’in sanat ve B filmlerini paylaşmaları da benzer bir intiba yaratıyor. İşin ilginci, David Carradine’ın Kung Fu ile ünlendikten sonra bile akılda kalan en büyük rolü Kill Bill’in baş kötüsüyken, Keith Carradine 70’lerdeki Altman, Aldrich, Scott filmleriyle çok daha başarılı bir filmografiyi arkasında bırakmış durumda. Daha yakın zamana gelelim. Hemsworth kardeşlerin yer yer birbirleriyle karıştırılacak Hollywood standardı yüzlerine rağmen sektörü televizyonda Luke, fantastik sinemada Chris (Thor yani), ve gişe filmlerinde Liam olarak paylaşmaları komik seviyede gerçek. Değinmeden geçemeyeceğim, Baldwin kardeşlerin en ünlü ikisi Alec ve Stephen arasındaki tezat Amerika için yıllardır alay konusu. “Aptal cumhuriyetçi” ve Trump destekçisi Stephen ile “kibirli demokrat” Alec’in anlaşamadıkları, hatta pek konuşmadıkları bilinen bir şey2. Burada benim dikkatimi çeken politik zıtlaşmada bile birbirini tamamlayan bir erkek kardeşliğin olması. Çünkü iki kardeşin filmografilerinde diğer erkek kardeşlerdeki gibi bir paylaşma söz konusu değil. İstisnalar yok mu, var. Luke ve Owen Wilson kardeşlerin görece dengeli filmografileri ve daha aklıbaşında bir ilişkileri var diyebilirim.
Kafa karışıklığını gidermek için öncelikle kardeşliği, biyolojik kardeşlikten biraz ayırmak lazım. O yüzden biyolojik kardeşlikten bahsederken karındaşlık kelimesini kullanacağım. İşimiz kolaylaşsın.
Karındaşların magazin haberlerini deşelerken kız kardeşlerde ya da erkek-kız kardeş ilişkilerinde benzer bir durum pek görmüyoruz. Mesela her ne kadar görece kopuk bir ilişkileri olsa da Jane ve Peter Fonda’nın politik ve filmografik güçleri ve birbirlerinden bağımsızlıkları halen devam ediyor3. Benzer bir durum Warren Beatty ve Shirley MacLaine’de de var. Her ne kadar MacLaine kendini New Age saçmalıklara kaptırarak kitaplar yazmaya başlamış olsa da4, ve her ne kadar Beatty Oscar’ı yanlış filme vermiş olsa da(!), ikisini de ayrı ayrı çok sevmek mümkün. Demem o ki, Beatty ve MacLaine’in kardeş olduğunu bilmek bile ekstra efor istiyor aslında! Son olarak Arquette kardeşlere bakalım. Öne çıkan figürü Patricia olsa dahi (o filmografiyle nasıl olmasın?5), özellikle kardeşleri Alexis’in trans kadın olarak açılması sürecinde beş kardeşin dayanışma dersi vermeleri, sektör içinde ve dışında kendilerine has bir özgürlük alanı yaratmış olmaları çok şey söylüyor. Erkek kardeşlerinse birbirlerinden bağımsız pek düşünülememesi bence bir semptom. Ve şunu söylemekte sakınca görmüyorum ki sinema, spor ve politika gibi diğer performans ve temaşa alanlarında olduğu gibi, bazı yapıları son derece görünür kılmakta benzersiz bence.
Bu sebepten filmlerin kardeşlikle bağlantılı içeriklerini edebiyatla paralel olarak düşünmeden önce yapım kısmında apaçık ortaya çıkabilen gözlemlerimi toparlamak işime geliyor. Çünkü oyuncularda varolan erkek kardeşlik parametrelerinin yönetmenlerde farklı işlediğini düşünüyorum. Başta değindiğim gibi sinemanın kurulumunda erkek-egemen mekanizmalar hâlihazırda tetikteyken, yönetmen sineması bu mekanizmalara en basit tabirle ters düşüyordu. Bu yüzden (erkek) kardeş yönetmenlerin birlikte uyum içinde çalışması bize oldukça sıradan gelebiliyor. Coen, Dardenne, Taviani, Farrelly, Pang, Türkiye’de Taylan ve Gökbakar kardeşlerin festival ve gişe başarıları farklı bir düzen sunuyor bize. Bu sefer ortak çalışmada birbirini tamamlayan kardeşler görüyoruz. İki taze örnekle meseleyi açabiliriz. Ayrı filmlerde bağımsız çalışan Scott kardeşler, birçok açıdan da birbirlerinden iyi işler yaptılar. Tony’nin erken gelen ölümüne kadarki filmografilerinde ağabey Ridley’nin daha ünlü filmleri olduğu ortada, ancak Tony Scott’un Spy Game (2001), The Last Boyscout (1991), Enemy of the State (1998) gibi klasik aksiyon filmlerinin televizyon kültüründen dolayı fazla küçümsendiğini düşünüyorum. İki kardeş arasında daha ziyade “arkadaşlık” olduğunun altının çizilmesi beni sanatçı kimliğinin kardeşliğin üstünü çizip onu arkadaşlığa çevirdiğini düşünmeye itiyor6. Öte yandan Lana ve Lilly Wachowski’nin Matrix serisi sonrasında kız kardeşliklerini birbirleri sayesinde kurabilmeleri ve bir bakıma bu süreci bizimle de paylaşmaları, sinema adına da tatlı bir okuma veriyor. Kimi eleştirmenlerin Cloud Atlas’ın bulanıklığını eleştirirken Lana’nın o dönemde trans kadın olarak açılmasını bir “sebep” olarak alması, transfobisini geçtim, oldukça temelsizdi. Açılması, Lana’nın zihnini en fazla daha da berraklaştırmış olabilir. Ancak şu yine de önemli: Evet, Wachowskilerin filmlerinde cinsiyetleriyle ilişkilerinin izleri var. Bound’dan Sense8’e giden yolda toplumsal cinsiyet ve sinemasal tür7 arasında nasıl bir paralellik olduğunu, queer sinemanın queer içerikten ibaret olmadığını çok net gösterdiler bize. The Matrix’in bence en muhteşem yanlarından biri türlerarası ve türleraşırı geçişlilikler sunmasıydı zaten. Ki bu da beni aslında asıl dert ettiğim meseleye getiriyor. Erkek kardeşlikte ve kız kardeşlikte işleyen farklı kodlar var. Sinema ve edebiyatta bu kodları tanımak için bazı çıkış noktaları bulabiliriz. The Matrix’te Morpheus ve Neo’nun ağabey-kardeş ilişkisinin karşısına ajanların “kardeş” ilişkisine bakalım. Ajanların herkesin içinde olması, kendi aralarında yer değiştirebilir olmaları hiç de yeni bir numara değil sonuçta. Upuzun bir geçmişi var.
Uzun bir parantez açayım. İnsanların direkt iletişim kurmadan anlaşabilmeleri, plan yapmadan aynı anda aynı şeyi düşünebilmeleri, hatta söylemeleri, takım oyununda olsun, dansta, sokakta, müzikte, kavgada olsun, sanki aralarında mistik bağlar varmış gibi uyumlu hareket etmeleri bana hep çok çekici gelmiştir. “E zaten,” diyorsanız, eyvallah. Ben uzundur bu gizemli uyumları “orada kesin şöyle olmuştur da aynı kelimeyi söylemişlerdir” diye açıklamaya kasan insanların sayısında artış gözlemliyorum. Belki bu, benim karşılaştığım çevrelerle kısıtlıdır.
Kardeşlikten bahis açıldığında da benzer gizemler geliyor hep aklıma. Başka hiç kimsenin anlayamayacağı bir şeyi kardeşin anlaması, hissetmesi söz konusu sanki. Kardeşlik kendine özel bir gaip açmak demek. Meseleye böyle girince, kardeşliği aslında karındaşlıkla değil ortak deneyimle alakalı bir kinaye olarak alabiliriz. Kan kardeşliği, yoldaşlık, vatandaşlık, çeteleşme, kültler gibi kurguların hep bu kinayenin cinaslı kullanımıyla üretiliyor olduğunu fark edebiliyoruz. Burada asıl soru, ortak deneyimin doğasına dairdir. Bu deneyim, değiş tokuş edilebilinecek bir değer olabilir. Yaşayan ve tanık olan tarafından paylaşılabilecek bir olay olabilir. Aktörler tarafından zarf zarf bölüşülebilecek bir süreç olabilir. Dahası, bunların hepsi birden bile olabilir. Sinema bu açıdan romanla olan bağını çok güçlü bir şekilde gösterebiliyor gördüğüm kadarıyla. Zira ikisi de deneyimi aktarmaya daha yatkın, özünde anlatısal sanatlar. Sırasıyla resim ve klasik şiirden en çok bu açıdan ayrılıyorlar.
Öte yandan bahsettiğim ortak deneyimin daha en baştan cinsiyetlendirilmiş olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemin dayanağı ne doğasına dair varsayımlar, ne de nedenselliğine dair çözümlemeler. Çıkış noktası olarak metinlerarası tutarlı bir doku gözlemleyebileceğimizi öne sürebilirim ancak. Kadim metinlerden itibaren kardeşliğin karındaşlıktan ziyade bahsini açtığım ortak deneyim üzerinden işlediğini görebiliyoruz. Örneğin İlyada’da Hektor ve Paris’ten ziyade Akhilleus ve Patroklus’un “kardeşliği”nin öne çıkarıldığını söyleyebiliriz. Gılgamış’ın Enkidu’yla ilişkisi de öyle. Antigone’nin karındaşları arasında yaptığı seçim de benzer bir dayanağa sahip. Habil’le Kabil’den Kral Lear’ın kızlarına, Karamazov kardeşlere varana kadar birçok temel metinde karındaşlar arasındaki düşmanlık kardeşler arasındaki ortak deneyimi netleştiriyor. Ama kardeşlik illa ki pozitif ya da negatif bir anlama sahip olmak zorunda değil.
Cinsiyetlendirmekten anladığım da bu noktada devreye giriyor. Bana öyle geliyor ki erkek kardeşlik (fraternité) deneyimi değiş tokuş edebilmeyi, kadın kardeşlikse (sororité) deneyimi bölüşebilmeyi ortaklıklarının temeli olarak alıyor. Bu metinlerin patriyarka için kurucu karakterlere sahip olmaları, kardeşlik anlatılarına dair çözümlemelerimizin patriyarkayı sadece eleştirmek değil, alaşağı etmek için de faydalı olabileceğini düşündürüyor bana. Metinleraşırı böyle bir okuma genişletildiğinde, hiç de doğru olmadığını anlarsak da sağlık olsun. Şimdilik çıkış noktamız bu.
Patroklus Akhilleus’un yerine geçebiliyor, Hamlet’in amcası babasının yerine. Nibelungen’de Siegfried Gunther’in yerine Brunhilde’yle yarışabiliyor. Dickens’ın edebiyatında örnek çok. Büyük Umutlar’da Pip ve Herbert arasındaki çekişme, İki Şehrin Hikayesi’nde Syndey ve Charles için de geçerli. Hatta Sydney’in “ölümüne” Charles’ın yerine geçmesinden bahsediyoruz. Fareler ve İnsanlar’da George’un akıl, Lennie’nin beden olmasından; aslında bu analojinin Don Kişot ve Sanço Panza’dan miras olmasından bahsediyoruz. Roald Dahl’ın çok tatlı bir öyküsü vardır, “Büyük Değiştokuş” diye. İki erkek komşu birbirlerinin karılarıyla yatabilmek için birbirlerine benzemeye çalışırlar! Sanki Türkiye’ye de geçebiliriz bu noktada. Orhan Pamuk’un ağabeyiyle olan ilişkisini pek iyi bilmiyorum ama, hangi kitabını okuduysam kardeşinin ve hatta karındaşının yerinde olmak isteyen karakterler karşıma çıktı. Hele deneyim değiştokuşundan bahsettiğimizde, Beyaz Kale’deki erkek kardeşliğin Batı’ya hitap etmesi kaçınılmazdı bence. Benim en çok bayıldığım kitaplardan Har’daysa, Murat Uyurkulak çıtayı bir tık yükseltiyor. Cinler asıl peygamber adayının yerine kardeşini kullanabilir miyiz diye kafa patlatıyor. Bu veriler ışığında Sineklerin Tanrısı’nın nerede durduğunu düşünsenize.
Öte yandaysa Aristofanes’in Lysistrata’sından, Austen’ın Akıl ve Tutku’suna, deneyimi bölüşen kız kardeşlikleri gözlemliyorum. King Lear’ın kız kardeşleri olsun, Dekameron’da Girit’e kaçan üç kız kardeşin hikâyesi olsun, bu kod eril değiştokuşun tamamlayıcısı olarak önümüze dikiliyor. Şu notu düşmekte fayda var: Feminist edebiyat bu kodları uzundur alaşağı ediyor. Bunun sinemadaki tezahürüne sonra değineceğim. Anladığım kadarıyla kız kardeşliği birbiri içine geçen deneyimler ve birinin yapamadığını ötekinin yapması olarak kurmak yüzyıllardır erkek kardeşliğin o kadar işine gelmiş ki, Çehov dahi Üç Kız Kardeş’in hikâyesini sınıfsal imkânsızlığı anlatabilmek için kullanmış. Yine Roald Dahl’dan bir öykü örneği vereyim. “Konuk”ta bir çeşit hastalığı olan kız kardeşin izdivacı için eril kod olarak öne sürdüğüm yer değiştirme kullanılıyor. Ancak dikkatinizi çekerim, kız kardeşler yer değiştirmeye kalktığı zaman hastalık söz konusu!
Sinemadaysa eril değiştokuş için örnekler belki daha fazla bile olabilir. Çünkü görsel değiştokuş daha bereketli bir alan ve dediğim gibi, mistik bir bağ kurmak oldukça heyecan verici, ve görünmez şiddetin bizi rahatsız edip statükoyu onaylar noktaya getirmesi için çok zengin bir araç. Daha basitçe söyleyelim. Erkeklerin ve kadınların kardeşlik kodlarına aykırı hikâyeler gördüğümüzde rahatsızlık duyuyor ve sonrasında kodların yeniden devreye girmesini arzular oluyoruz. Film bunu gerçekleştirdiğinde belki de anlam veremediğimiz bir rahatlama oluyor.
Alexandre Dumas’ın romanından uyarlama Demir Maskeli Adam’da (1998) XVI. Louis ve kardeşi Philippe’in güç odaklarının çıkar çatışmalarına endeksle birbirleri yerine geçebilmeleri, Baba’da (1970) uysal Michael Corleone’nin ağabeyi Sonny’nin yerine mafya babası olabilmesi, Prestij’deki (2006) ikizler, Trendeki Yabancılar’ın birbirlerinin cinayetini işleyebilecek iki yabancısı, Şehrin Azizleri (1999) iki kardeşin geçişliliği, hep bu kod üzerine kurulu ve rahatsızlık yok. Başka filmlerde sıklıkla ikiz erkekleri aynı erkek oyuncunun canlandırması da cabası. İkiz kadınlarda bu duruma çok daha az rastlıyoruz. Cate Blanchett’ın sinema için ne kadar önemli bir oyuncu olduğunun altını çiziyor bu durum. Jules ve Jim’in (1962) sırayla Catherine’in sevgilisi olmalarının bizi rahatsız eden bir yanı olmasına gerek yok. Ancak aynısını iki kadın “kardeş”in yapabilmesi için aşağı yukarı iki dalga feminizmin kıyılarımıza vurmasını ve 90’ların gelmesini bekledik dersem abartmış olmam.
Biraz açıklayayım. İkiz kardeşler dediğimizde erkek ikizlerde yer değiştirmeyi sıklıkla görebiliyorken, ikiz kız kardeşler daha ziyade korku unsuru olarak karşımıza çıkıyor. İstisnalar her zamanki gibi var ve sayıca neyse ki çok da az değiller. Ancak Brian De Palma yapımı Sisters’ı (1973) izlediğinizde, bir Dr. Jekyll ve Mr. Hyde hikâyesinden ziyade, aynı adamı/ şeyi istemeyen siyam ikizi kız kardeşlerin psikopatolojisini görüyoruz. Muhteşem bir Hitchcock’a saygı duruşu niteliğindeki filmde Hitchcock’un yaslandığı eril kodların tersyüz edilişi de aynı derecede hayranlık uyandırıcı. Aynı zamanda da itiraf gibi bir film. Shining’in (1980) ikizlerinin neden korkutucu olduğunu tekrar düşünmemiz lazım. Sadece ikiz hayaletler olmaları değil, kız çocukları olmaları da oldukça manidar. Bebek Jane’e Ne Oldu? (1962) kız kardeşlerinin birbirlerinin yerini almak istemelerinde, Perde Açılıyor’da (1950) Eve’in Margo’nun yerini almak istemesinde işleyen patoloji, neden erkek kardeşliklerde yok (denecek kadar az)? Örneklerden gidelim. The Passenger (1975) ve Scaramouche (1952) filmlerinin anlatılarının temel ortak noktası, ölen “erkek kardeş”in yerini alarak politize olan ana karakterler. Öyle ki, bir erkek ve bir kadın arasında yer değişmeden bahsettiğimizde de ya komedi çıkıyor karşımıza, ya da yine korku. Friends dizisindeki Phoebe ve onun kötü kalpli ikizi Ursula’yı düşününce, hem komedi hem korku da olabilir!
Türkiye’de Jules ve Jim’e paralel Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i (2011), Margo’nun yerini bu sefer alabilen bir Eve’in erkek versiyonu için Muhsin Bey’i (1987) düşünebiliriz. Bu açıdan baktığımızda Abluka’nın (2015) kardeşlerinin iktidarsızlığını, kardeşler arasında yer değiştokuşunun imkânsızlığına da yasladığını gözlemleyebiliriz. Söylemeden geçemeyeceğim, Abluka üzerine düşündükçe daha da değerlenmeye devam eden bir film. Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filminin en ince ayrıntıları hep bu değiştokuş fikrine dayalı. Kenan ile “öldürdüğü” Yaşar arasında, doktorla savcı arasında görünmez ve gergin bir kardeşlik bağı var. Birbirlerinin durumunu biliyor ve anlıyorlar.
Deneyimin değiştokuşunu, sinema için kimliğin değiştokuşu olarak da düşünebiliriz. Bu fantezi sonuçta hakiki deneyimler üzerine kurulu olmasının yanı sıra, o deneyimleri düzenleyen arzuları da içeriyor: Bir erkeğin aynı anda tüm erkekler olabilme arzusu. Kadınıysa herhangi bir kadın kılma arzusu. Bu erkek kardeşliğini alaşağı eden en kuvvetli durum arkadaşlık bence. Ama konudan sapmak istemiyorum.
Biraz hatırlayalım. Erkek kardeşlerin birbirlerinin yerini alabilmeleri bir yandan kadınlardan saklanan bir sır, bir yandan da keşfedildiğinde dokunulmaması istenilen bir tabu. Örneğin Gattaca’da (1997) Vincent’ın Jerome’un yerini alarak uzaya çıkmaya çalışması mümkünken, Vertigo’da (1958) ve Sevmek Zamanı’nda (1965) aynı kadın kendi imajının yerini alamıyor. Lonesome Jim’de (2005) Jim ağabeyi Tim’in yerine basketbol koçluğu yapabiliyorken kadınlar için benzer bir örnek bulmak oldukça zor. Hatta Alien: Covenant (2017) bir siborgun bile erkek kardeşliğine girme hakkını yer değiştirme üzerinden işlerken, Rebecca’nın (1940) kendisinden “önceki kadın”ın yerini dolduramama trajedisi halen mevcut bir şiddet olarak kendini gösteriyor.
Öte yandan, dediğim gibi 90’lara geldiğimizde artık farklı bir gidişatın içinde bulabildik kendimizi. Kız kardeşliği en çok işleyen coğrafya olan Çin’de bile bu kodlar kendini şiddetle gösterirken, alttan alta sinemada kız kardeşlik kendine farklı ifade alanları buldu diyebilirim. Örneğin Two Stage Sisters (1964) iki kız kardeşin Çin’de birbirlerinin yerine geçebilmelerini değil, birinin ötekine nazaran politize olabilerek kurtulmasını işliyor. Bu oldukça standart bir anlatım Çin’de.
Ancak Persona (1966), Hannah ve Kız Kardeşleri (1986) gibi bir nevi arada duran filmler, kız kardeşliğin de eril değiştokuşa erişiminden bahsedebileceğimiz anlatılar kullandıklarında, artık bence yükselmesi engellenemez bir kız kardeşlik teması çoktan ivme kazanıyordu. Arzunun O Belirsiz Nesnesi (1977) ve Kayıp Otoban (1997) bize tekinsizliği kadınlar arası geçişlilik ve erkekler içinde/ arasında mevcut parçalanmışlık üzerinden sunuyordu. Ki David Lynch İkiz Tepeler dizisinde Bobby’yi söz konusu erkek-kardeşliğinin şiddeti için neredeyse bir metafor gibi işliyor dersek abartmış olmayız.
Daisies (1966) bu açıdan oldukça öncü bir film. Geçişliliğin estetiğini hayranlık uyandırıcı bir şekilde kuruyor çünkü. On yıllar sonra Açlık Oyunları’nda (2012) Catniss kız kardeşinin yerine oyunlara katıldığında patriyarkanın Kafkaesk kapısı çoktan kırılmıştı bence. Yıldız Savaşları: Gizli Tehlike’de (1999) Natalie Portman ve Keira Knightley’nin Padme ve onun sahte yedeği Sabe karşımıza çıktı mesela. George Lucas’ın ilham perisi Kurosawa’nın Kagemusha’sından (1980) etkilendiği bu durumda yine de gözümüze çarpan bir ayrıntı var tabii. Portman ve Knightley birbirlerinin benzerini oynarken, Kagemusha’da üç benzeri de Tatsuya Nakadai oynar! Erkek ikizleri sıklıkla aynı oyuncunun, kadın ikizleri de sıklıkla farklı oyuncuların oynaması beni en baştaki tartışmayı daha da ciddi düşünmeye itiyor.
Çok eğlenceli bir istisnamız var bu aşamada. Olsen ikizleri, 90’ların popüler kültüründe önemli bir yerdeler. Şimdi geri dönüp baktığımızda, düşündüğümüzden bile önemli bir yerdeler belki de. Aynı kadın oyuncunun ikizleri canlandırması bile istisnaiyken (örn. Parent Trap, 1961), ikizlerin canlı kanlı ikizleri canlandırması oldukça farklıydı denilebilir. İkinci olarak, birbirlerinin yerlerine geçebilmeleri; üçüncü olarak da içlerinden herhangi birinin kötü, hasta, tukaka olmaması en radikali! Bakın bu tabu kendini halen nasıl sarsıntılarla gösteriyor. Çok sevdiğim komedyenlerden John Oliver’ın, yıllardır Olsen ikizleriyle ilgili yaptığı ünlü bir şakası var. Oliver’ın şakasına göre aslında ikizler yok, ikisi aynı kişi, sadece bu kişi iki yer arasında çok hızlı mekik dokuyup duruyor8! Oliver farkında olmadan erkeklerin kadınların birbirlerinin yerine geçebilmeleri karşısındaki korkusunu ifşa ediyor fikrimce.
Bu korkuyu en ciddi aşan işse Sense8’ti geçtiğimiz yıllarda. Televizyon dizisi demek için fazla sinematik, başarılı olmak içinse fazla hırslı bir yapımdı. Bence berbat bir hikâye kurgusu olmasına rağmen, dizinin merkezindeki kardeşler arasındaki yer değiştirebilirlik fikri tek başına alkışı hak ediyor. Yazı boyunca pek fazla değinemediğim “cinsiyetsiz” kardeşliğin9 patriyarkaya direkt hizmet eden erkek kardeşlik/ kız kardeşlik ayrımını kaldırdığı bir noktaya geleceğiz illaki. Ancak geldiğimiz noktada bunun estetik ve poetik eksenlerde nasıl tezahür edebileceğini görmek için bu kategorileri anlamakta fayda var diye düşünüyorum.
Basitleştirmek için erkek kardeşliğin tekelinden alınması gerektiğini düşündüğüm kriterleri tekrar edeyim: 1 - Birbirlerini kapalı devre gibi tamamlarlar, ve dışlayıcıdırlar. Bu yüzden sürekli birbirleriyle anılırlar. 2 - Yer değiştirebilir, deneyimlerini değiştokuş edebilirler. Bu yüzden mülkiyeti, kadınları, iktidarı paylaşabilirler. 3 - Kardeşlerden biri iyi biri kötü, biri sağlıklı öteki hasta gibi ayrımlar yoktur. Kendi içlerinde nitelik olarak karşılaştırmalar sadece birbirlerini tamamlayıcıdır (“bu daha yetenekli, bu daha başarılı”, gibi).
Erkek ikizleri aynı kişinin, kadın ikizleri farklı kişilerin oynamasını nereye koyabileceğimi ben de tam bilmiyorum. Garip bir yerde duruyor. Ama bir sezgi olarak işlemekte fayda gördüm.
Çok dağınık bir tefekküre maruz bıraktığım için affedin. Ama başka türlü bu meseleyi işleyebileceğimi sanmıyorum. Son olarak yaklaşık 30 yıldır sinemada kız kardeşliklerin ve “cinsiyetsiz” kardeşliklerin bu kriterleri ele aldığını görmek umut verici demek istiyorum. En son gördüğüm Safdie Kardeşlerin filmi Good Time’ın (2017) bu üç kriteri de alaşağı eden yapısına bakınca, daha da güzel anlatılara ulaşılacağını düşünmeden edemiyorum. İster başarılı bulun ister başarısız, Our Little Sister (2015) ve Mavi Dalga (2013) gibi filmlerin hayatta kalmayı kız kardeşliğe bağlayabilen estetikler tutturmaları çok değerli geliyor. Bütün ve açık dünyayı parçalayan epik erkekliklerle, parçalı ve kapalı dünyayı bir arada tutan trajik kadınlıklar arasındaki git gellerimizden ziyade, geçişken cinsiyetlerin ve cinselliklerin nüfuz ettiği kardeşlikler, yani aslında arkadaşlıklara ulaşmak çok zor değil. Önce bunu hayal edebildiğimiz sinema gibi mecraları ele geçirmek bu açıdan hayati öneme sahip. Mesela şu soruya daha rahat yanıt verebilmek bile ne kadar önemli: Kadın yönetmenleri tanımanın bile çaba gerektirdiği dünyamızda, kaç tane kız kardeş yönetmen biliyoruz10?