Son yarım asırda taşı toprağı altın diyerek milyonlarca insanı kendisine çeken İstanbul, toprak meselesinin en dehşetli mücadele alanlarından birine dönüşüverdi...
04 Ocak 2018 14:16
“Gün geldi, âdem bir toprak parçası satın alabilir ve burası benim diyebilir oldu; bir tepeye sırtını dayamış, kaba kerpiçten bir ev yükseltebildi; üç oğlu, kabil, habil ve şit, artık burada doğabilirdi, üçü de, yaşamlarının uygun döneminde, mutfak ile salon arasında dört ayak üzerinde emeklediler.”1 -José Saramago
Kafamda Bir Tuhaflık romanı 1960 yılların başlarında Konya Beyşehir’den İstanbul’a göç eden Aktaş ve Karataş ailelerinin elli yıllık tutunma hikâyesini merkeze alarak göç, toplumsal dönüşüm ve bireysel varoluş süreçlerini İstanbul özelinde anlatıyor. Romanın en dikkat çekici tarafı ana karakter Bozacı Mevlut gibi çoğunlukla sokaklarda hiç dikkat etmediğimiz “silik” insanları, basit bir figürana dönüştürmeden; iç dünyalarını derinlikli bir şekilde anlatabilmekteki başarısıdır. Kafamda Bir Tuhaflık’a kadar Orhan Pamuk romanlarındaki karakterlerin genelde orta sınıf karakterlerden oluştuğunu görürüz. Cevdet Bey ve Oğulları’nda Cevdet ve Nusret Kardeşler; Kara Kitap’ta Celal Salik, Rüya, Galip, Sessiz Ev’de Selahattin Darvınoğlu ve torunları, Beyaz Kale’de Hoca ve Venedikli; Yeni Hayat’ta Osman, Canan ve Mehmet, Benim Adım Kırmızı’da nakkaşlar; Kar’da Şair Ka gibi kahramanlar hep orta sınıf karakterlerdir. Bu tür karakterlerin iç çatışmaları, tutkuları ve kişiliklerindeki gri alanlar roman türünün ruhuna ve anlatım olanaklarına daha uygun bir malzeme sağlıyor. Ama Kafamda Bir Tuhaflık Orhan Pamuk’un ilk maduniyet romanı sayılabilir. İşte tam bu noktada sessiz ve görünür olmayanları görünür kılmak, onları anlayabilmek ve anlatabilmek fazlasıyla zorlu bir iş. Orhan Pamuk hem romanın bir sosyoloji kitabına dönüşmesine izin vermeyerek hem de gösterişli olmayan roman karakterlerinin iç dünyalarına sessizce eğilerek bugüne kadar anlattıklarından çok farklı bir toplumsal atmosferi anlatmayı başarabilmiş. Yazarın basitmiş gibi görünen bir konuyu ve karakterleri (basitmiş gibi görünler hep daha zordur ya) sade ama yapaylığa kaçmadan anlatabilmekteki başarısına şapka çıkarmak gerekiyor.
Bu romanın önceki romanlarından farklı kılan bir diğer özellik ise romanın coğrafyası ya da daha anlaşılır hâliyle mekânın seçimi olmuş. Kar ve Yeni Hayat taşrayı anlatan romanlar olsa da o taşra İstanbul’dan gidilen bir taşradır. Taşrada başlayan ve taşrada biten romanlar değillerdir. Diğer romanlarında ise mekân hep İstanbul’dur. Peki, hangi İstanbul? Tabii ki boğaz, tarihî yarımada ve onun yanı başında bu şehre ruhunu veren Nişantaşı, Çukurcuma, gibi semtleriyle Orhan Pamuk romanları şehrin tarihî, pitoresk dokusuna yaslanır. Ancak bu romanda anlatılan ise şehrin gecekonduları ve varoşlarıdır. Bu boyutuyla roman, son elli yılda baş döndürücü bir değişim geçiren İstanbul’un bir hikâyesidir aynı zamanda.
Roman çok değişik katmanlarıyla dikkat çekiyor; ama romana yön veren izleklerden birisi olan kardeşlik ve paylaşma meselesi üzerinde durulmayı hak ediyor. İnsanlık hâllerinin en eskisi kıskançlık ve bencilliğin beslediği düşman kardeşler izleğidir dersek yanlış olmaz. Eski Ahit’te Cennetten kovulan Adem’in iki oğlu Habil ile Kabil Tanrı’ya sundukları hediye yüzünden düşman olmuşlardı. Tanrı Habil’in hediyesini beğenmiş; bu beğeniye mazhar olamayan Kabil ise kardeşini kıskanmış ve onu öldürmüştü. “İlk cinayet” sebebi insanlığın ilk büyük lanetini oluşturacaktı: “Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın” Kutsal kitapların var olduğu zamanlar bir bakıma insanlığın ilkel avcı toplayıcılıktan tarım ve mülkiyet düzenine geçtiği döneme tekabül ediyor. Mülkiyet bir bakıma bu yeni toplum düzenindeki kavgaların habercisidir. Romanın başındaki Jean Jacques Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni adlı kitabından alıntı yapılan epigrafta şöyle diyor: “Bir parça araziyi ilk çeviren ve ‘Burası benim’ deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur.” Son yarım asırda taşı toprağı altın diyerek milyonlarca insanı kendisine çeken İstanbul işte bu toprak meselesinin en dehşetli mücadele alanlarından birine dönüşüverdi. Bu öyle bir mücadele ki bir yanda bu şehre göç eden insanları hemşehricilik, bölgecilik gibi çeşitli aidiyetlerle birbirine yakınlaştırır; bir yandan da bu aidiyetler üzerinden birbiriyle kavgalı hâle getirerek kardeşlik ruhunu zedeler. İstanbul toprağı her göç eden kuşağın bu şehirden payını alarak yoksulluğunu yeni gelenlere devrettiği bir oyun alanına dönüşmüştür. Nöbetleşe Yoksulluk adlı kitap bu toplumsal döngüyü çok iyi açıklar.2 Kitabın ana fikri kabaca şu: Şehre daha önce göç edenler ile bu göçe sonradan eklenen halkalar arasında devir daim şeklinde bir yoksulluk devri söz konusu. Şehre daha önce göç edenler her ne kadar sıkıntı ve yoksulluk yaşasalar da ilk olmanın avantajıyla şehrin ürettiği ranttan paylarını alarak zaman içinde zenginleşiyorlar ve kendinden sonra gelenlere bu yoksulluğu devrediyorlar. Kafamda Bir Tuhaflık, bir konut derdiyle başlayan ihtiyacın zamanla bir rant kaynağına dönüşmesiyle yaşanan süreci iki kardeş ailenin İstanbul serüveni üzerinden oldukça detaylı bir şekilde anlatıyor. Ancak ayakta kalabilmek için birbiriyle dayanışmak zorunda olanlar kimi zaman çıkarlar için birbirine kolayca düşebiliyorlar.
Mustafa ile Hasan kardeşler Konya Beyşehir’den İstanbul’a gelerek çoğu hemşehrilerinin yaptığı gibi yoğurtçuluk yaparak geçim mücadelesi verirler. Yoğurtçuluğu birlikte öğrenmişler, kazançlarını birlikte paylaşmışlar köydeki yakınlarına birlikte para göndermişlerdir. Ancak para ve toprak meseleleri bir süre sonra aralarını açmakta gecikmeyecektir. Önceden birlikte çevirdikleri arsa üzerine Hasan yeni bir gecekondu yapınca oğulları Korkut ve Süleyman’ı yanına alarak Kültepe’deki evden ayrılarak karşı tepedeki Duttepe’ye yerleşir. Kültepe’de iki kardeşin ortaklaşa çevirdikleri bir diğer arsayı ise Hasan, kardeşinin izni olmadan satmış bu da iki kardeşi karşı karşıya getirmiştir. Mustafa ağabeyi Hasan’ın hakkını yediğini düşündüğü için tepkilidir. Yedikleri içtikleri bir olan kader ortağı kardeşler herkesin kendi yaşam mücadelesini verdiği birer yabancıya dönüşürler zamanla. Ardından Mustafa mahkemeye başvurarak aile soyadı olan Aktaş’ı Karataş olarak değiştirir. Mustafa Karataş oğlu Mevlut’u İstanbul’a geç çağırır; ağabeyi Hasan Aktaş ise ailesini yanına getirerek kısa zamanda ekonomik olarak daha çok yol alır. Kardeşler arasında Duttepe’de yapılan yeni gecekondunun hak sahipliğinin doğurduğu soğukluk, karşılıklı tartışmalarla uzayıp gider. Babalarının miras bıraktığı çekişme çocuklarının arasını da açacaktır zamanla:
“‘Mustafa Amca’ya uyup, huysuzluk edip bizlerle kavga etme, aileyi bölme’… ‘Siz Aktaşlar maşallah kârdasınız da babamla biz o kadar çalışmamıza rağmen İstanbul’un nimetlerinden istifade edemedik bir türlü. Arsamız da uçup gitti.’” 3
Ancak bu gerilim sadece iki kardeş arasında sınırlı değildir. 1970’li yılların sonunda yaşanmakta olan iç savaş ortamı iki kardeşin yaşadıkları mahalleleri de karşı karşıya getirir. Benim gibi çocukluğunu yaşayanlar, 1980’li yıllarda TRT programlarında, haberlerinde o yıllardan kardeş kavgası diye söz edildiğini hatırlayacaktır. Politik cepheleşme bir süre sonra kurtarılmış mahalle ve kaleler kavramlarının doğmasına neden olmuş ve buraları kanlı ve acımasız çatışmalara sahne olmuştu. Geriye dönüp baktığımda hep düşünmüşümdür. Bir şey çok vurgulanıyorsa orada bir sıkıntı, bir eksiklik, bir zaaf var sanki. “Vallahi de billahi de, yalan olmaz bizde” sözlerinin çok tekrarlandığı esnaf dünyasında en çok olan şey nasıl ki yalansa; üzerine filmlerin çekildiği, türkülerin söylendiği, bolca resmî nutukların atıldığı bu ülkede kardeşlik konusunda da bir sıkıntının olduğu çok açık. Kardeşlikten çok birinin diğerinin üzerinde kurduğu tahakkümler ve tıpkı Habil ve Kabil hikâyesindeki gibi çatışmalarla dolu büyük “kutsal ailenin” içi. Aileden daha makro toplumsal ilişkilere uzanan iktidar ilişkileri içerisinde kardeşlik söylemi ve kutsal aile örtüsü sadece bu çatışmaları maniple eden birer dış biçimin kendisine dönüşüyor. Duttepe ve Kültepe mahallerindeki kavganın kendisi de işte böylesi bir “kardeşliğin” ürünüdür. Kültepe ve Duttepe arasındaki siyasî, etnik, mezhebî bölünmeler ya da hemşehricilik çatışmalarını (Konyalı, Bingöllü, Rizeli) biraz daha irdeleyince siyasî gibi duran meselenin aslında gayet basit bir paylaşmak istememe, diğerinin sahibi olduğu şeye el koyarak zenginleşme dürtüsünden beslendiği görülür. İlkel kabile toplumlarında buna yağmacılık; modern toplumlarda ise ekonomi politik diyoruz. Kültepe’de yaşayanların Duttepe mahallesinde çevirdikleri arsalara Karadenizli Vurallar tarafından el konulmuş, tapu olmadığı ve muhtarların yazılı beyanları esas olduğu için (muhtar da bu işi yapanların memleketlisi olduğundan arsalarına el konulanların yapabilecekleri pek bir şey yoktur) bu paylaşamama durumu kavgaya dönüşecektir:
“Kültepe’nin Duttepe’ye bakan cephesinin üst kısımları mevziye dönüştürülmüştü. Beton parçaları, demir kapılar, içi toprak dolu teneke saksılar, taşlar, tuğlalar ve briketlerden örülen mazgallı mevzi duvarları bazan bir eve saplanıyor, öbür taraftan çıkıp çatallanarak uzuyordu. Kültepe’ye ilk yapılan eski evlerin duvarları kurşun geçiriyordu. Ama Mevlut o evlerden bile karşı tepeye doğru ateş edildiğini gördü.”4
Siyasî ve silahlı çatışmalar darbeden sonra durulup “normalleşme” başladığında arazi ve alan kavgası müteahhit, tapu, kadastro, belediyeler, imar izinleri üzerinden yürütülmeye devam eder. Şehri yağmalamaya dayalı bu kolektif çabanın sonucu herkes için aynı getirileri sağlamayacaktır. Sonuçta Mevlut ve babası çok çalışmışlar; ama zar zor geçinebilecek kadar kazanmışlardır. Çünkü bu büyük şehirde kazanmanın yolu çalışmaktan değil onun işaret ettiği yeni yolları “doğru” okuyabilmekten geçer. Bir roman karakterinin söylediği gibi: “Şehirde hak değil kazanç vardır.”5 Mevlut ise çok çalışmasına ve gayretine rağmen her yaptığı işte hak ettiğinin çok altında bir yaşama mahkûm gibidir. Yoğurtçuluk, dondurmacılık, pilav satıcılığı, büfecilik, boza dükkânı açmak gibi giriştiği bütün işler başarısızlığa uğrar. Mevlut şehirde yükselmesine yardımcı olabilecek yırtıcı bir kişiliğe sahip değildir. Üstelik böylesi bir niyeti de yoktur. Onun tek isteği dürüstçe, basit ama mutlu bir hayat yaşamaktır. Çoğu kişinin burun kıvıracağı, yapmak istemeyeceği ağır işleri yapmaktan yüksünmez. Ancak kapitalizm geliştikçe Mevlut gibi insanların iştigal ettikleri işler de birer birer etkisizleşir. Yoğurt satıcılığı önce kamyon dağıtımcılığının ortaya çıkmasıyla sekteye uğramış; fabrikasyon yoğurt üretiminin artmasıyla da bu iş erbabı işsiz kalmış ya da başka iş alanlarına yönelmişlerdi. Mevlut’un daha sonra girdiği sokak dondurmacılığı ise benzer bir akıbete uğrar. Girdiği pilav işinde çok az kazanmış üstelik kazanç teknesine zabıtalar el koymuştur. Mevlut el konulan pilav arabasını kurtarmak amacıyla amcaoğulları aracılığıyla belediyeden “tanıdık” bir adam bulur. Ancak el konulan arabası çoktan parçalandığı için belediyedeki adam kendisine el konulmuş başka bir satıcının arabasını vermek ister ve aralarında şu diyalog geçer:
“‘Ben benim arabayı istiyorum’ ‘Hemşerim, yasak yerde izinsiz satıcılık yapmışsın. Araban alınmış, ne yazık ki parçalanmış. Şimdi torpillisin diye sana bedava bir araba veriyoruz. Al da ekmek teknesi yap, çoluğun çocuğun aç kalmasın.’ ‘İstemiyorum,’ dedi Mevlut. (…) ‘Emin misin istemediğinden?’ dedi Rizeli. ‘Eminim,’ dedi Mevlut, gerisin geriye yürürken. ‘Antika adammışsın… Sen nereden tanıyorsun Hacı Hamit Vural’ı?’ ‘Tanırız biz,’ dedi Mevlut esrarengiz bir havaya bürünmeye çalışarak. ‘Madem Hacı Hamit’in yakınısın, ondan torpillisin, sokak satıcılığını bırak da git ondan iş iste. Adamın bir inşaatına kısım şefi olsan, satıcılıktan bir yılda kazanamadığını bir ayda alırsın.’”6
Hemşehrilik bağları şehirde var olabilmenin ekonomi politiğini oluşturur. Ama Mevlut bu ağlara amcaoğulları gibi sıkıca tutunabilmeyi de başaramaz.
2006’da devletin Duttepe ve Kültepe’yi özel kentsel dönüşüm alanı ilan etmesiyle mahalle tamamen değişir. Önceden üç-dört katlı apartman yapma izni 12’ye çıkarılınca herkes bu rantın tatlı cazibesine kapılır. Bu kararın arkasında ise iktidara yakın olan ve bu mahallerde pek çok arsayı önceden parsellemiş olan Karadenizli Hacı Hamit Vural ailesi vardır. Mevlut’un payına ise babası ve amcasının ortak muhtar mühürlü arsasına üç katlı bir ev verilecektir müteahhit tarafından. Amcası bu katların hepsinin Mevlut’un kendi hakkı olduğunu söyler:
“‘Rahmetli babanla sen kanınızla canınızla çalıştınız. O katlar herkesten çok senin hakkın. Ablanlar İstanbul’a gelip senin gibi çalışmadılar. İşin doğrusu, müteahhidin vereceği bu üç katın hepsinin senin olmasıdır. Bu eski muhtar kâğıtlarının boşları var bende. Muhtar arkadaşımdı, mühür de var. Otuz beş yıl önce koymuşum bir kenara. Gel senle bu eski kâğıdı yırtalım. Benzer kâğıda yenisini yapalım. Senin adını yazalım, mührü de güzelce vuralım. Vurallar’a daha fazla para vermenize bile gerek kalmadan kat sahibi olursunuz Samiha ile.’ Mevlut bunun köydeki annesinin ve ablalarının payını küçültüp kendi payını büyütmek olduğunu anladı ve ‘Hayır,’ dedi.”7
Aktaş ve Karataş aileleri kentsel dönüşümün ardından Kültepe’nin üstündeki 12 katlı 68 daireli apartmanda yaşıyorlardı. Ama hiç bir şey eskisi gibi değildi artık. Mekânla birlikte insanlar da değişecektir.
Şehir denen şey tıpkı bir labirente benziyor. Kimileri için hayat, tıpkı labirentin bazı köşelerine konmuş peynirleri aramakla geçen bir farenin ömrü gibi geçip gidiyor. Kimileri içinse o labirentin köşelerinde aranan bir sır ve anlam saklı. Mevlut gecenin içinde boza satmak için yol arşınladığı sokakları sadece ekmek parası kazanmak için değil mutlu olduğu için de sevmektedir. Küçümsenen, başarısız görülen Mevlut seneler içinde boza satmaya devam ederek mutlu bir yaşam kurabilmeyi başarabilmiştir. Gençlik arkadaşı Ferhat 1991’de elektrik dağıtım şirketleri özelleştirilince yükselmeye başlayacaktı. Ama giriştiği alengirli bazı işlerin sonucunda bir cinayete kurban gider. Amcaoğulları Korkut ile Süleyman ise görünürdeki tüm parlak başarılarının arka planında soluk ve mutsuz bir hayat yaşamaktadırlar. Ama Mevlut hem evlendiği ve âşık olduğu Rayiha ile hem de yaptığı işle mutlu olmayı başarabilmişti. Sonuç olarak şehir denen bu labirentte paylaşabilmek, kardeş olabilmek kısacası insan olabilmeyi başarmak zor iş. Hırsların, açgözlülüklerin, kazanma duygusunun pusulasında yol alan insanoğlu küçük ve basit mutluluklara pek yer bırakmıyor. Mevlut gibiler tüm bu hızlı ve hırslı dünyanın tuhaflığı haline dönüşüyor bir süre sonra. Roman boyunca Mevlut’un sokaklarda yankılanan “bozaa” diye gelen sesi televizyon gürültüsü tarafından bastırılmamışsa ve şehri saran çok katlı apartmanlardan birine dönüşmediği için duyulabilmişse insanları mutlu edebilmeyi sağlıyor. Çünkü bu ses zamana karşı direnen o tuhaflığın çağrısıdır.