“Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim”: Adalet Ağaoğlu’nun ardından

"Cumhuriyet’in 50. yılında yayımlanan ilk romanı Ölmeye Yatmak’tan bu yana, kendi deyişiyle 'Cumhuriyet’i ameliyat masasına yatır'maktan hiç vazgeçmedi. Bıkmadı, usanmadı. Son söyleşisinde de çekinmeden eleştirilerini yöneltmeyi, kendi özeleştirisini vermeyi, yeni nesillere ufuk açmayı sürdürüyordu."

15 Temmuz 2020 06:30

Güne Çınar Oskay’ın telefonuyla uyandım. İkimiz de konuşamadık, sessizce kapadık.

Yorgunluğu sona ermiş Adalet Hanım'ın...

 * * *

Türkiye’nin, tarihinin, kültürünün, tabir caizse “röntgen filmini” önümüze seren bir kalemden, hele acısı bunca tazeyken bahsetmek oldukça zor. 65 yılı aşkın süredir üretkenliğinden neredeyse hiçbir şey kaybetmeksizin edebiyatımızı zenginleştirmeyi sürdürdü.

Bu sürede eserleriyle ve entelektüel sorumluluğunun getirdiği eylemleriyle hem çağdaşlarını hem kendisinden sonra gelen nesilleri etkiledi, etkilemeye devam etti.

Adalet Hanım, Türkiye’nin özellikle modernleşme tarihine eleştirel bir gözle bakmaya çok erken dönemlerde başlamıştı. Özellikle Cumhuriyet’in ilk nesli içinde çok nadir karşılaştığımız bir durumdu. 1950’lerde başlayan yazarlık ve entelektüel macerası, elbette karşılığını bulmuş ve yaşamı boyunca soruşturmalar, kovuşturmalar, yargılanmalar peşini bırakmamıştı.

Ama o kişisel hikâyesine sahip çıktı ve hiçbir zaman sözünü esirgemedi, dilenecek bir özür varsa da bundan imtina etmedi. Bu açıdan tüm entelektüel yaşamı boyunca tutarlılığını koruyan ve kollayan sayılı isimlerden biridir Adalet Ağaoğlu.

Öyle ki onun eserleri olmaksızın Cumhuriyet tarihine dair yapılan eleştirel yaklaşımlar eksik kalacaktır. Yaklaşık 40 küsur ciltlik eserlerinin önümüze serdiği “sorumluluk sahibi” külliyata dayanarak bu cümleleri kurabiliyorum. Üstelik eserlerinin zenginliği nedeniyle sadece edebiyatseverler, edebiyatçılar ve eleştirmenler için değil; sosyologlar, kültür ve siyasi tarihimize ilgi duyanlar, bu alanlarda araştırma yürütenler için de —bu tabirimi mazur görün— verimli bir “malzeme” alanı sundu.

Adalet Hanım’ın yıllar içerisindeki bu verimleri Türkiye’de ve yurtdışında birçok akademik teze, eleştiri kitabına, uluslararası oturuma konu oldu, üzerine çokça konuşuldu ve yazıldı. Bundan sonra da bu “vaha” üzerine yazılacakların sayısının artacağına şüphe yok.

Hakkında birçok önemli çalışmanın yapıldığı ve yürütüldüğü, Adalet Hanım’ın yaklaşık 40 cildi bulan eserlerinin zenginliğini iki yönde ele alabiliriz: Biri; insanı hem bir birey hem de bir “toplumsal hayvan” olarak görebilmemizi aynı anda sağlayan çok boyutluluğundan kaynaklanıyor.

Diğeri ise şiir haricinde neredeyse tüm edebî türlerde eser vermesinden ileri geliyor. Bugüne kadarki külliyatına şöyle bir baktığımızda; roman, öykü, tiyatro oyunu, günlük, mektup, anı, anlatı, deneme... türlerinde ciltlerce kitapla karşı karşıya kalıyoruz. 

Adalet Hanım Türkiye’yi, dünyayı, hatta küresel iklim değişikliği eylemlerine katılmasını da göz önüne alırsak; evreni, edebiyatla anlamayı ve anlatmayı dert edinmişti. Yazarlık yaşamı boyunca Türkiye’nin, dünyanın ve evrenin derdini dinledi ve bizlere her biri diğerinden değerli edebî eserler halinde yeniden anlattı.

“Bu benim edebiyat dünyasına yeniden doğuşum”

Böyle uzun yaşamayı hiç beklemiyordu Adalet Hanım, bunu her fırsatta dile getirirdi. Çınar’a verdiği son söyleşide; “Bu kadar uzun yaşamayı istemezdim, dünyanın bu halini görmeseydim” demişti.

Hele Halim Bey olmadan, hele kardeşi Ayhan Sümer olmadan... Halim Bey’in ardından, buluşmamızda, elini yumruk yapıp göğsüne koymuştu: “Şuram taş kesti. Ağlayamıyorum bile. Beni hiç yalnız bırakmamıştı...” Yaklaşık 65 yıllık hayat arkadaşlığı, tahayyül etmesi dahi güç... Ayhan Bey’in vefatı ise dayanamadığı son acı oldu... Sonrasında sağlığı, telefonda bile görüşmemize izin vermedi.

Artık bir türlü istediği gibi yazamasa da masasının başına geçip bazı notlar, sıçrayış cümleleri yazmaya devam etti. Dert Dinleme Uzmanı ve Düşme Korkusu bu son döneminin verimleri.

Gençliğimde, Roman-tik / Bir Viyana Yazı’nı ilk okuduğumda şaşkına dönmüştüm. “Romantik” bir tarih felsefesi metni ancak böyle kaleme alınabilirdi. Sadece Cumhuriyet’in değil, dünyanın da tarihini sorguluyordu. Hiç çaktırmadan, didaktizm tuzağının yanından bile geçmeden, kurduğu estetik içinde dilediği gibi gezinerek.

Yıllar yıllar sonra Dert Dinleme Uzmanı’nı okuduğumdaysa bir kez daha... Elli yılı aşkın süredir birbirinden değerli ürünler vermiş bir yazarın, kalemini kırıp, yeni’yi anlayabilmek, anlatabilmek için kendine yeni bir dil kurmaya çalışması; mucize kabilinden beklenmedik bir olaydı. Hele Türkiye gibi, yazarların/aydınların belli bir yaştan sonra, toplumdan ümidi kesince, entelektüel-bunaklığa düştüğü bir ülkede, 85’inde kendini yenilemeye devam eden bir zihin-kalem eşsiz bir umut işaretiydi.

O günlerde Açık Radyo için bir söyleşi yapmak üzere evinde ziyaretine gitmiştim. Daha fazla yorulmasın diye tam izin isteyecekken laf lafı açıyor, anılar anıları kovalıyor, bahçeden gülüşmelerimiz duyuluyordu. Sonunda da, Dert Dinleme Uzmanı’nda “sinir ilacı” dediği ikramıyla sodalı viskilerimizi yudumlamıştık.

Aynı yıl, 2014’te, 85. yaş gününü kutlamak bahanesiyle bir sempozyum düzenlemiştim. Everest Yayınları’nın ve Bilgi Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, 24-25 Ekim günlerinde gerçekleşen sempozyumda birbirinden önemli konuşmacı, birbirinden kıymetli bildiriler sundular. Jale Parla, Murat Belge, Selim İleri, Ömer Madra, Doğan Hızlan... eski ve yeni daha birçok yazın dostu yer aldı. Selim İleri’yle uzun yıllar sonra buluşmaları, barışmaları, dertleşmeleri günün özel kılan yanlarından biriydi şüphesiz.

Elbette en önemli konuşmacı, Halim Ağaoğlu idi. Halim Bey, sağlığı nedeniyle sempozyuma katılamayacaktı. O güne kadar da sadece bir kere, vaktiyle TRT’ye konuşmuştu ve bir daha hiç konuşmamıştı. Bu özel günde video kaydıyla da olsa yer almayı kabul etti. Evlerinde yaptığımız çekimde, kendi hayatını ve Adalet Hanım’la yolculuklarını kısaca da olsa anlattı. Videonun sonuna bir müzik koymak gerekiyordu. Ortak seçimleri, sevdikleri bir şarkı oldu: Sözleri Michel Vaucaire’ye, müziği Charles Dumont’a ait, Édith Piaf’ın sesinden “Non, je ne regrette rien / Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim”. Bütün salon ayakta alkışladı.

Ve nihayet, Adalet Hanım’ın kapanış konuşması, yazarlık hayatının özetini çıkarır gibiydi. “Dar zamanlar”dan geçmiş, çetin zamanların bilançosu, selamlaşması... Günün sonunda iki güzel sürpriz vardı. Halim Bey, artık gözleri standart puntolu kitapları okuyamadığı için Dert Dinleme Uzmanı’nı okuyamamıştı. Everest’in büyük bir kadirşinaslıkla hazırladığı, büyük puntolu Dert Dinleme Uzmanı baskısı. Ve ardından, doğum günü pastası...

Akşamında ise, o zamanlar Ezel Akay’ın ortakları arasında olduğu, Balat’taki Agora Meyhanesi’nde dost meclisiyle birlikte bir yemek yendi. 85 yaşında bir edebiyat çınarının bedeninde 15’inde gencecik bir kızın sevinci kanatlanıyordu: “Bu benim edebiyat dünyasına yeniden doğuşum” diyerek kadehini kaldırdı.

Sonrasında görüşmelerimiz, sohbetlerimiz, “dertleşme”lerimiz devam etti. Yeni evlendiğim/iz günlerde telefonla tebrik etmiş, “geliniyle” tanışmak için bizi davet etmişti. Halim Bey’le ikisi üzerimize titreyerek ağırlamışlardı bizi. Evliliklerinin 60. yılında bize bir kutlama hediyesi sunmuşlardı. Evlendikleri zaman, Halim Bey’in halasının onlara hediye ettiği kahve setinden bir parça; gümüş lokumluk. “Ağzınızın tadı hiç bozulmasın” diyerek... 60 ayı bile bulmadan boşanacağımızı biz de tahmin etmiyorduk... 

Geçen yıl, 90. yaşını, kendisinin katılamadığı bir toplantıyla, MSGSÜ’de Esra Dicle ve Fatih Altuğ’un konuşmaları eşliğinde okurlarıyla birlikte kutladık.

Son görüşmemizde, artık yegâne derdinin ardında eksik iş bırakmamak olduğunu söylüyordu. “Yeğenlerimin benim ardımdan dosyalar içinde kaybolmasını istemiyorum” diyordu. Dosyalarını, yazdıklarını, söylediklerini toparlıyordu. Son söyleşisini, o zamanlar Hürriyet’in yan yayınlar yayın yönetmeni Çınar Oskay’a vermişti. Söyleşi yayımlanamadan Çınar’ın da içinde olduğu bir grup gazeteci işten çıkarılınca, söyleşiyi ONS’un yeni sayısında yayımlayacağıma söz vermiştim ama salgın nedeniyle o sayıyı da çıkaramadım. Söyleşi Çınar’ın çalışmaya başladığı İstanbulLife dergisinin Mayıs sayısında yayımlandığı günlerde artık telefonla da haberleşemez hale gelmiştik. Ermenistanlı yardımcısı Dr. Anet Hanım, metni iki kez okuduğunu ve çok memnun olduğunu söylemişti. Artık geriye kalan son sözleri de yayımlanmıştı, rahattı.

Cumhuriyet’in 50. yılında yayımlanan ilk romanı Ölmeye Yatmak’tan bu yana, kendi deyişiyle “Cumhuriyet’i ameliyat masasına yatır”maktan hiç vazgeçmedi. Bıkmadı, usanmadı. Son söyleşisinde de çekinmeden eleştirilerini yöneltmeyi, kendi özeleştirisini vermeyi, yeni nesillere ufuk açmayı sürdürüyordu.

Kendisini ve toplumu daima tarihselleştirdi

Entelektüel intihardan hiç çekinmedi. Aksine, hep intiharın peşinde oldu. “Yüz yıllık Cumhuriyet Devleti gele gele buraya mı gelecekti?” sorusunu sordu, bunu dert edindi. “...buraya mı!...” Kendi deyişiyle bir “Cumhuriyet kızı”ydı. Cumhuriyet’in daima sorgulayan, eleştiren, izleyen, müdahale eden, haylaz ve bilgin kızı oldu; bütün hayatı, yazı yolculuğu boyunca.

Adalet Hanım’ın ardında bıraktığı muhteşem literatür olmadan Cumhuriyet’in tarihi eksik kalır. Oyunlarıyla, romanlarıyla, günceleriyle, öyküleriyle, denemeleriyle, “sıçramalar”ıyla “güvercin uçurmakla barış gelmiyor artık” dediği ülkenin gerçekliğinden bir an olsun kopmadan, umudun imkânı peşinde kalemini durmadan işletti.

“Halkın uğultusu”na hep kulak verdi. Cumhuriyet’in derdini dinlemekten, anlatmaktan geri durmadı. Edebiyatımızın sayılı eserlerinden Gece Hayatım’da, rüyalarını anlatırken dahi kendisini ve nefes aldığı toplumu daima tarihselleştirdi, tarihselleştirerek algıladı, yansıttı.

“Aydın intiharları, geleceğin başkaldırısı”

Adalet Ağaoğlu için, Cumhuriyet’in “Dert Anlatma Uzmanı” diyebiliriz. Daha ilk eserlerinden itibaren Cumhuriyet’i edebiyat yoluyla “ameliyat masasına yatıran”, yazdıkları nedeniyle hiçbir dönemin yönetimi tarafından iyi karşılanmayan bir “uzman-kalem.”

Kendi kuşağında ve kendinden sonraki kuşaklarda, edebiyat-tarih, edebiyat-toplum ilişkisini dengeli, tutarlı ve estetik kaygıdan uzaklaşmaksızın kuran, eleştirel tavrını hiçbir zaman kaybetmemeyi başaran sayılı kalemlerden biridir Adalet Hanım. Güncelerinden oluşan Damla Damla Günler ciltleri Türkiye’nin unutulmaması gereken siyasal ve kültürel tarihinin notlarından oluşur.

Uzun yıllar oyun yazarlığıyla bilinen Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak (1973) romanıyla hayli tartışma yaratmış, hatta düşmanlar edinmişti. Hemen tüm eserlerinde Cumhuriyet’e, tepeden inme, taklitçi Batıcılığa eleştirel davranacağı daha en başından belli olduğu için herhalde. Cumhuriyet’in ilk neslinden bir kadın olarak, Cumhuriyet “sayesinde” başka bir yaşam kurabildiğinin farkındadır ama bu “verilenler”in altında ezilmez.

Az önce bahsettiğim, Dert Dinleme Uzmanı için bir araya geldiğimiz sohbetimizde şunları söylemişti:

“Yüzyıllık Cumhuriyet Devleti gele gele buraya mı gelecekti? Bu soru beni çok meşgul ediyor. Doğduğum yıllarda Doğu-Batı ikilemi çok öndeydi. Ölmeye Yatmak, odur. Bu ilk romanda, Cumhuriyet’i ameliyat masasına yatırdım. Çünkü bizzat yaşadığım bir şeydi bu. Tepeden inme Batıcılık ve taklidin içinde büyüyen ve bunun sancısını çeken bir genç kız olarak yazmıştım.”

Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Hayır... romanlarından oluşan Dar Zamanlar Üçlemesi, Dert Dinleme Uzmanı ile bir Dörtleme haline gelmiş oldu. Bu dörtlemenin en bariz iki ortak noktası: intihar ve daralan zaman.

İntiharlar konusunda kendisi şunları söylüyor:

“Aydın intiharları, geleceğin başkaldırısı. Beşir Fuat’ınki değil bu. Ben, aydınların onca muhalefetinin, eleştirisinin sonucunda yine tekrar tekrar aynı noktaya dönüşlerinin nedenlerinin peşindeyim. İntihar motifini işlememin nedeni, kaçış değil. Muhalefetin son noktası; düşünce intiharı.”

“Kavramların değişmesi gerekiyor”

Romanda “dert dinleme uzmanı” olarak tanınan bir editörün anılarını okuyoruz ama roman boyunca kurulan dil, hatıraların tam da şu anda, okunduğu sırada, dünyanın bir yerlerinde yaşandığını gösteriyor. Böylece ânı tarihselleştirmiş de oluyor. Dar Zamanlar Dörtlemesinin her cildi, giderek daha dar bir zamandan neşet ediyordu; son kitabı itibariyle de ân’a kadar daraltmış oluyordu zamanı.

Dert Dinleme Uzmanı’nda ânı, kavramlar üzerinden kurduğu hikâyelerle tarihselleştiriyor ve diyor ki:

“Bu son romanımda, yapacak bir şeyim kalmadı, kavramlarla oynamam, kavramların değişmesi gerekiyordu. Barış kavramı değişmeli; güvercin uçurmakla barış gelmiyor. Dünyada neler olurken, biz hâlâ insanlar başını açsın mı kapasın mı, diye tartışıyoruz. Hâlâ ırk peşindeyiz. Irk ne demek!”

Kavramlar üzerinden romandaki hikâyeleri kurarken yaşadığı süreci ise şöyle dile getiriyor:

“Ben kendime yabancılaşmaya başladım. Bazı şeyler o dereceye geliyor ki... Nefret en felaket duygu. Bütün bu kavramlarla hesaplaştıkça, kendimi tanıyamamaya başladım. Şimdi adını hatırlayamadığım, yabancı bir yazarın sözüdür: İnsanoğlunun en hayırlı belası, çaresizliktir. Bu roman benim çaresizliğimin meyvası. Roman yazmaya küsmüştüm. Bütünüyle küsmüştüm. Gene geldim geldim, en yapabileceğim şeyi yaptım. Çaresizlik yaratıcıdır çünkü.”

Adalet Ağaoğlu, Dert Dinleme Uzmanı’nda “yeni” dünyayı anlayabilmek ve anlatabilmek için, çaresizlikten doğan yeniden bir dil kurdu, kalemini kırıp, masanın başına sıfırdan oturdu. Bu yeni dünyayı yine sezgisiyle görüyor, çünkü: “Sezgi, galiba edebiyatın ana damarlarından biri.”

Söyleşimizin son sözlerini, her fırsatta alıntılamak istiyorum:

“Okuruma çok şey borçluyum, onların sayesinde varoldum: Arkam yok benim, hiçbir zaman olmadı. Çetem yok, cemaatim yok, dinim yok, şuyum yok, buyum yok... Fakat okurum sahip çıktığı için varım. Onlara vefalı davranabildiysem ne mutlu olacağım, davranamadıysam özür diliyorum.”

“Anlamaları zaman ister”

Gün boyunca sosyal medyada sayısız taziye mesajı yayınlandı. Okurları, salgın nedeniyle gerçekleşemeyen cenaze törenini, binlerce ağızdan gerçekleştirmiş oldu. Diğer yandan, yazarlığının değerini bir kenara koyup, aydın tavırları nedeniyle olmadık sözler edenler de oldu. Ölülerini gömmeyi bilmeyen bir ülke burası. Ölülerimizi gömmeyi bilmiyoruz. Yaşayanlardan, yaşadıklarımızdan hep şikayetçi kalmamızın baş nedenlerinden biri bu bence. Değişim karşısında inatçı bir çocuktan farksız bu toplum, statüko karşısında değişimi savunanları da bir yandan öğütmeye devam ediyor.

Son kitabı Düşme Korkusu’ndaki öykülerinden biri, “Kökten Değişim” şöyle başlıyordu:

“Kökten değişim her zaman tehlikelidir. Üstelik belalıdır. Çünkü doğru ile yanlış, iyi ile kötü yan yana, hatta iç içedir. Eski bilinenlerin yerine, eski alışkanlıkların yerine yenileri oturana kadar bir kargaşa yaşanır toplumlarda. İnsanlar alışkanlıklarını çok kolay terk edemezler. Yenilerin eskilerden daha iyi, daha güzel ve anlamlı olduğunu anlamaları zaman ister.” (s. 37)

* * *

Son günlerinde bedeni çok yorgundu artık ama zihni, bütün gevezeliğiyle işlemeye devam ediyordu. Etrafındakileri güldürmeye, tarihsel saptamalarda bulunmaya, gündemi takip etmeye, yeni kitapları okumaya devam ediyordu...

İntihar ve sıçrayış hattında, “yüksek gerilim” içinde yaşadı, yazdı...

Halim Bey'in ve kardeşlerinin kollarında rahat uyuyacaktır...