Cinayetleri önlemek, katili yakalamak mı yoksa bu sistemi gerçekleştirenin “kim” olduğunu bulmak mı? Ahmet Erözenci Mükemmel Katilin Peşinde adlı postmodern polisiye kitabında ölüm kavramını siyasî ve güncel olana referanslarla anlatıyor
17 Haziran 2015 22:00
“Ölüm” bir tema olarak, romanın konusuna egemen olmakla birlikte bir “kavram” olarak da baştan sona tartışılıyor Ahmet Erözenci’nin Mükemmel Katilin Peşinde adlı son romanında. Bir polisiye de diyebileceğimiz roman aynı zamanda postmodern anlatı. Erözenci daha önceki romanı Mut İçin Bir Öykü romanında da böylesine bir “anlatı” biçimini seçmişti. O romanında olduğu gibi bu romanında da “kurgu” özene bezene oluşturulmuş, en ince ayrıntısıyla düşünülmüş.
Romanın baş kişisi yalnız yaşayan ellisini geçmiş bir polis, “Müfettiş”. Ömrünü cinayetleri çözme peşinde geçirmiş, dolayısıyla artık ölüm kavramını sorguluyor. Düşsel olan ile gerçek olanın arasında gidip geldiği gibi, ister istemez “mistik” olanın da kapısını çalıyor. Aslında metni anlatıcının aktarmasından okuduğumuz için, kim (kimler) bu anlatıcı diye de soruyoruz doğal olarak.
Anlatıcı da “postmodern”. Üçüncü tekil şahsı seçmiş yazar. Anlatıcı bir yandan, “klasik biçimli” yâni her şeyi görüyor, biliyor; bir yandan da postmodern anlatının şemsiyesi altında olan biçimiyle araya girerek roman kişileriyle konuşuyor. Onların yapıp etmelerini, düşüncelerini onlardan önce biliyor. Anlatıcı kim (kimler) sorusunu şimdilik yanıtsız, daha sonraya bırakarak romanın konusunu egemenliği altına almış şu ölüm kavramına dönelim.
Önce kitabın arka kapağından alıntılayarak, içerik hakkında bir fikir vermeye çalışalım ve onun etrafında dolaşalım: “Çözmeye çalıştığı cinayetler, katilleri yakalamak için harcadığı saatler, katıldığı eğitimler, atlattığı tehlikeler, hepsi boş, hepsi kocaman bir yalan; her ölüm bir cinayet, her ölüm sahibi istemeden yaşamının elinden alınması, her ölüm erken ve her ölüm nedensiz, her ölüm yaşam denilen yalanın ortaya çıkması, aynen zamanın tüm acıların ilacı olduğunun yalan olması gibi; zaman unutturmuyor, yaşam asla aynı şekilde devam etmiyor yitirilenden sonra, sadece geçiyor zaman, kaybettiğimizle yakınlık duygusunu öldürürken yaşanmamış geleceği de yok ediyor, günün birinde bir başka sevilenin de yitirileceğini anımsatıyor insanlara...”
Öncelikle gerçek olarak ölüm var, çünkü cinayetleri okuyoruz, onlarca kişinin öldüğü bir otobüs kazasını okuyoruz, başka ölümler, öldürmeler de ama hepsinin bir nedeni ya da bir düzeni olmalı! Günlük gazetelerde sıkça rastladığımız üçüncü sayfa haberleriyle örtüşen “absürd”cinayetler ya da ölümler. Kuşkusuz nasıl olursa olsun, ölümün ardından gelen, geride kalanların özellikle de yakınlarının, anne- babanın, akrabaların, eşlerin vb. acıları, üzüntüleri. Tüm bunlara kim neden oluyor ve hangi düzende? Müfettiş’e göre bir mükemmellik bu. Böylece o da bu mükemmelliğin, tek sözcükle “katil”in peşine düşüyor.
Bu noktada yazar hem ölümü kavramsal olarak sorguluyor hem de ölüm nedenlerini yâni ölüme gidişi anlamaya, anlatmaya çalışıyor. Baş kişimiz Müfettiş olduğuna göre, Müfettişimiz de bu “gidiş”te bilinmeyeni çözmeye çalışıyor, onun mükemmel bir sistem olduğunu keşfediyor, belki böyle diyebiliriz ya da vâkıf oluyor. Kuşkusuz burada akla bir soru da geliyor. Cinayetleri önlemek, katili yakalayıp adalete teslim etmek mi, yoksa bu sistemi gerçekleştirenin, bu mükemmelliği oluşturanın “kim” olduğunu bulmak mı? Dahası “kişisel merakı”nı gidermek mi?
Erözenci kitabın başına dinsel alıntıların Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesinden yapıldığına dair bir not düşmüş. Bunu gerekli bulmuş; çünkü bu kadar ölüm olduğuna göre, ölüm üzerine bu kadar düşünüldüğüne göre, romanda dinsel göndermeler de, şu veya bu şekilde inançlar, bâtıl inaçlar da yer alıyor. Benzer şekilde mitik bir boyutu da var romanın ve Erözenci zaman zaman Yunan mitolojisinin figürlerini de taşıyor romanına, özcesi Olimpos’a selâm gönderiyor.
Romanın öne çıkan bir özelliği (demeliyim), ölüm kavramını tartışırken, cinayet olgusunu ele alırken “güncel olan”a olduğu kadar, “siyasî olan”a da gördeme yapılması. Dolayısıyla yaşadığımız atmosfere/ ülkeye/ topluma eleştirel bakış bir altmetin olarak karşımıza çıkıyor. Bunun “yüzeyde” yansıması sânki Müfettiş’in kendini varoluşsal olarak sorgulaması. Pekâlâ, bir yanıyla metin, varoluşsal bir felsefeyi taşıyor ya da tartışıyor diyebiliriz. Ama Erözenci bunları “yazın”ın sınırları içinde ele almış.
Kurguya özen gösterdiği gibi, buna koşut olarak da duraksamadan süren, durmamasına özen gösterdiği bir biçem geliştirmiş. Anımsadığım kadarıyla daha önceki kitaplarında böylesine bir biçem yoktu. Demek istediğim şu: Noktadan uzak durarak, daha çok virgül ile noktalı virgülün kapısını çalmış. Bu bağlamda sanırım romanın en tipik bölümü, “O’na Ulaşmak” başlıklı son bölüm.
“Yaşadığı kente benzediğini düşünüyor; yorgun, eski, yaşlı, ruhu yıpranmış ama her sabah yeni bir güne başlayacak gücü bir şekilde bulan…” (s. 169) diyerek başlıyor ve elli satır noktasız sürüyor. Bu tek bir bölüm. Anlatıcı, Müfettiş’in zihninden anlatıyor. Başlık taşıyan son bölüm ama aslında en “son sözü” ki romanın son sayfası oluyor bu, anlatıcı bir “bitiriş” olarak söylüyor. Böylece roman noktalanıyor. Roman noktalanıyorsa da cinayetler belli ki sürecek, yâni roman bittikten sonra “ölüm” teması (kavramı) romanın dışına çıkıyor demek, sanırım bir abartı olmaz.
Bu kadar ölüm’ün olduğu yerde ister istemez bir kasvet de oluyor. Kasvet anlatıya siniyor çoğu zaman; ama öte yandan Erözenci, “ironik olan”ı da romana sokmuş. Belki çok sık görmüyoruz ama zaman zaman gülümsetiyor, inceden bir “ti”ye almak ya da meseleyi esprili biçimde tersinden anlatmak (okumak) da var.
Meksel var. Romandaki ilk “katil”: “Gerçekten kadere bak, Meksel isimli biri adını bile bilmediği birini yol ortasında nedensiz yere öldürüyor…” (s. 9). Dolayısıyla Müfettiş onu sorgulayacak; bu sorgulama zaman zaman bir “fikir “tartışması”na dönüştüğü gibi, bazen de Meksel, Müfettiş’i sorguluyor.
Derken Melek çıkıyor Müfettişimiz’in karşısına: “Odasına girdiğinde bir ziyaretçisi var, bir kadın; unuttuğu bir randevu, katillerin psikolojik yapılarıyla ilgili kitap yazmakta olan bir gazeteci ve müfettişle de bu nedenle görüşmek istemişti, cinayet işleyenlerle olduğu kadar, onları yakalayanlar, cansız bedenleri görenlerle de ilgileniyor…” (s. 64/5)
Birkaç sayfa sonra bu “ilgi” tensel bir hazza dönüşücek, Müfettiş ile Melek sevgili olacak. Zaten yukarıdaki alıntının devamında böyle olacağının da ipucu var: “… zaten aksi şekilde kitabım bir bütün olamaz, diyor ve konuşmaya devam ediyor ama müfettiş kadının sesindeki buğuda kayboldu bile; seste hüzün var, gizem var, yaşanmışlık var, bilgelik var, mutluluk var, dalgalanıyor etrafında, sıcak bir günde serinlik vaat eden çırpıntılı bir deniz oluyor kadın…” (a.g.y.)
Kuşkusuz Melek, Müfettiş’in yaşamında “olumlu olan”, zaten kadının adı da bunu imlemiyor mu?
Burada sanırım bir paranteze gereksinim var. Bizim var olan sistemde görebildiğim kadarıyla müfettiş tanımı pek yok. Emniyet müdürlüklerinin sitesine baktım, bir müfettiş kadrosu, adlandırması bulamadım. Cinayet polisi, cinayet dedektifi, cinayet büro amiri, doğal olarak komiser adlandırılmaları (kadro) var. Bürokraside, müfettiş tanımını, kadrosunu cinayet bürosunun dışında başka biçimlerde görüyoruz. Dolayısıyla bu “müfettiş” adlandırılması, Meksel’in sorgulanması, Melek’in odasına geliş biçimi ve kadının özelliği –başka motifler de eklenebilir–, bir polisiye, cinayet filmini, daha çok da Hollywood filmlerini çağrıştırıyor. Görsel bellekte yer etmiş olanlarla benzeşiyor. Ancak bunda bir beis yok, çünkü Erözenci zaten postmodern bir anlatı kurmuş!
Peki, bu postmodern anlatıyı kim anlatıyor. Günümüz romanının, kurgu sanatının bence en can alıcı meselesidir bu. Anlatıcının üçüncü tekil şahıs olarak düzenlendiğini, karakterlerle konuştuğunu söylemiştik. Roman boyunca da anlatıcının, özellikle Müfettiş’in zihnine girişlerde “yakın”, “samimi” anlatım biçimlerini de görüyoruz. Romanın girişi şöyle:
“Günün birinde bir adam yol ortasında öldürüldü.
“Kalabalık bir caddeydi, öğle sonrasıydı; tabancayla vurmuştu katil artık ölü dememiz gereken adamı, ama şayet hikâyesini yazmaya bir dakika önce başlamış olsaydık… belki adamın ölmeden önceki yaşamını anlatmamız daha da ilginç olurdu ama elden ne gelir, bizim kitabımıza girdiği an kurşunlar…” (s. 11)
Böylece anlatıcı aynı zamanda romanı (metni) da yazan. Ne var ki, yazarın kendisidir demek istemiyorum, tabiî ki! Zaten romanın sonunda “kim” ya da “kimler” olduğu ortaya çıkıyor! Çoğul da kullanıyorum çünkü anlatıcı da çoğul ekini seçiyor: “bir dakika önce başlamış olsaydık”, “bizim kitabımıza girdiği an”! Ancak bu kibar, resmî söyleyişten de olabilir yâni anlatıcı yalnızca bir’dir; ya da düz bir söyleyişten de olabilir yâni birileri’dir:
“Biz yukarılarda bir yerde izliyorduk … cenaze törenini. İmamın dediklerine buruk bir şekilde güldük. Çünkü biliyoruz ki sadece geride kalanlar tarafından sevgiyle hatırlananlar cennete gidebilir. Diğerleri bizi ilgilendirmiyor bile.” (s. 172)
Böylece bir, birileri olan anlatıcının “ilahî” bir özelliği var. Bunu Olimpos olarak da algılayabiliriz, başka bir biçimde de; ancak “anlatıcı”yı bir metafor olarak kabul edebiliriz, romanın bütününü kabul edebileceğimiz gibi!