Hamburg üçlemesi (III): Resim sanatı ve müzelerin izinde

"Hamburg’un bolca yağmurlu ve fırtınalı, havanın erkenden karardığı kış günlerinde müze ziyaretleri adeta bir sığınaktır. Sanat okulu öğrencilerinin kimi salonlarda gruplar halinde çalıştığını, seçilen eserlerin eskizlerini yaptığını görmek ve mekânla bütünleştikleri açık derslerine tanıklık etmek ise ayrı bir keyiftir."

19 Ocak 2023 16:40

Hamburg Üçlemesi’nin son yazısını ânı donduran, saklayan ve her görüşte hafızada yeniden dirilten resme ve müzelere ayırma nedenim şehrin yalnızca müzeler bağlamında vaat ettiği zenginlik/çeşitlilik ve renklerinin cüreti değil. Galeriler, forumlar, sanat/sanatçı evleri, atölyeler, dernekler… Tüm bunlar az şey değildir, ancak esas olarak alımlayıcıyla buluştuğunda “yüce” karşısında duyulan “ürküntü”, “ezicilik” duygularıyla birleşerek çok manalar ihtiva eder. Bu durum, önceki yazılarımda değindiğim müzik ve edebiyat yapıtları karşısında konumlanma (veya onları konumlandırma) biçimimiz için de geçerlidir.

Antik Yunan’daki “Ti esti to kalon?” (Güzel nedir?) sorusu, kalokagathia kavramı/cevabı etrafında dönen tartışmalar ve “hoş-iyi-yüce”, “form”, “beğeni”, “intelekt-cognitive-sensitive…” mefhumları üzerine fikir sahibi olabilmek için Platon, Vico, Wolff, Baumgarten, Kant, Hegel, Schiller, Hartmann, Husserl, Hölderlin ve Heidegger’in görüşlerine/eserlerine/kuramlarına başvurulabilir. “Güzellik” ve yarattığı etki bahsinde William Butler Yeats’in Easter, 1916’daki “A terrible beauty is born” dizesini ve Charles Baudelaire’in “Madrigal triste”deki “Que m’importe que tu sois sage? / Sois belle! Et sois triste!” dizelerini anmak gerekir. Zira Hamburg’un sunduğu letafetin içimde tüten dumanı, en iyi bu dizelerde vurgulanan duygularla izah edilebilir.


Hamburger Kunsthall

Hamburg, Borchert’in şiirleri ve öyküleri; Georg Philipp Telemann, Carl Philipp Emanuel Bach, Johann Adolf Hasse, Fanny & Felix Mendelssohn, Johannes Brahms ve Gustav Mahler’in besteleri, Nolde’nin diri renkleri ve Makart’ın devasa resimlerinin sergilendiği müzeleriyle, Alman şiirindeki romantizmin aksine romantik olmayan kanalları ve kent merkezindeki tuğla duvar-cam panel birlikteliğinin doğurduğu modern mimarisiyle, şehirden biraz uzaklaşınca Ahrensburg, Lüneburg, Buxtehude, Stade, Bergedorf gibi kasabalarında karşılaştığımız tarihî evleriyle, fabrikaları ve doğasıyla “uyumsuzluğun harmonisi”ni yakalamış bir şehirdir.

Hüzünlü olmak, korkutucu-ezici olmak, organik birliği barındırmak… Ve nihayetinde güzel olmak. Kasvetli ve soğuk iklimi melale gark ederken Hamburger Kunsthalle başta olmak üzere; Bucerius Kunst Forum, Museum für Kunst und Gewerbe, Jenisch Haus, Museum für Hamburgische Geschichte, Forum für Künstlernachlässe, Altonaer Museum, Museum für Bergedorf’taki heykellerin/resimlerin ve yolu Komponisten-Quartier’a düşen müzisyenlerin besteleri karşısında ürperti duyuyoruz, küçülüyoruz. Yutacakmış gibi, ezecekmiş gibi büyüyor sanat eserleriyle karşımızdaki şehir. Öyle güzel, öyle ihtişamlı, öyle karanlık… Ve şimdi yine kilometrelerce uzaktayken dahi, zamanı donduran resimleri hatırlamakla aynı helecanı yaratıyor. Kentin reel yanlarından (sokaklarından, köşelerinden, kanallarından, lağımlarından…) çıkıp irreel yanlarına (sanatın ve güzelliğin tözüne) varıyorum. Gideceğim yere bir türlü varamasam da varmaya çalışıyorum. İşbu üçleme öyle bir çabanın beyhude ürünüdür. Yazmak yoluyla hatırlanan ve sürekli yenilenen bir çeşit katharsis. Çünkü böyle büyür ancak bir şehir. Sanatını, sanatçısını, resmini, müzelerini terennüm ve temaşa etmekle.

Sonsuz, karanlık, devasa ve görkemli. Hans Makart (1840-1884)’ın Der Einzug Karls V. in Antwerpen (1878) tablosundan bahsediyorum. Hamburger Kunsthalle’de ilk olarak Makart Salonu ve bu resim karşılar sanatseverleri. Müzenin en büyük resmi olmakla şöhretlidir. Ve tam merkeze konumlandırılmış bu ulviyet karşısında küçülmemek, büyülenmemek, ezilmemek elde değildir. Tarihin nicelerini öğütmüş heybetiyle selamlamaktadır ona bakanları. Birçoklarına göre Makart’ın resimlerinde tarihi, mitolojiyi, alegoriyi ön plana çıkarması Wagner’in müzikte kurduğu estetizmi anımsatır. Çıplak gözle bakıldığında bu resmin kalabalık kadrosunda kaybolmamak için (bu tablo karşısında yitip gitmemek elde değil!) ve fırça darbelerinin hazzına varmak için uzaktan, yakından, öteden, beriden bakmak gerekir. Her bakışta farklı bir detay göze çarpar. İlk bakışta görünmeyen, üzeri koyu renkler ve gölgelerle örtülmüş, başını çevirmiş, kızıl/sarı/kara saçını perde yapmış, farklı yönlere ve göğe ve yere bakan yüzler peyda olur. Çerçeve hikâye misali resim içinde resimler, sahne içinde sahneler beliriverir. Aynı zamanda birçok yönden eleştirel okumaya da müsaittir. Lakin bu yazının (ve üçlemenin diğer iki yazısının) amacı ve iddiası bir şehrin sanatsal portresini, estetik coğrafyasını çizmek ve muhayyiledeki etkisini aktarmak olduğundan, bu konudaki tespitleri ve söz söyleme cüretini resim tarihiyle ilgilenenlere ve konunun esas uzmanlarına bırakmalı.

Tek bir günün hiçbir şekilde kâfi gelmeyeceği ve benim de birkaç kez ziyaret etme talihine mazhar olduğum Hamburger Kunsthalle’nin zengin koleksiyonu içinde yer alan ve dikkatimi celp eden diğer isimler/resimler arasında şunlar zikredilebilir: Hendrick van Cleve III-Der Turmbau zu Babel, Peter Paul Rubens-Himmelfahrt Mariens, Canaletto-Idealvedute mit Palasttreppe, Pablo Picasso-Der Kunsthändler Clovis Sagot, Mann mit Gitarre vd., Wassily Kandinsky-Weißer Punkt, Arabischer Friedhof, Ernst Ludwig Kirchner-Maler und Modell, Franz Radziwill-Kanal mit gelber Brücke, René Magritte-Die schnelle Hoffnung, Max Ernst-Menschliche Figur, Caspar David Friedrich, Paul Klee ve elbette Emil Nolde…

Kuşkusuz bunlar arasında yine adına müstakil bir salon ayrılan Caspar David Friedrich’e ve fırçasının yarattığı, Hamburg gibi bir şehirde sergilenmeye çok yakışan, fırtınalı ve bulanık atmosferlerine, buz kütlelerine, ıssız doğa manzaralarına ayrı bir parantez açmak gerekir: Modern çağın insanının da pek sevdiği Wanderer über dem Nebelmeer (1817) tablosu başta olmak üzere, Das Eismeer (1823/24), Kirchenruine Oybin (1812), Nebelschwaden (1820), Gräber gefallener (1812), Hafen von Greifswald (1808) vb. birçok resmi ve çizimi Hamburger Kunsthalle’de görülebilir. Friedrich’in resimleri “ekoeleştiri” ve iklim krizi bağlamında incelenebilir, eleştiri yoluyla bir çeşit yeniden üretimi/yazımı/okuması gerçekleştirilebilir.

Öte yandan, şehir-resim ilişkisi bağlamında Jakob Gensler (1808-1845)’in Blankenese ve Elbe Nehri tasvirleri durmaktadır karşımızda: Strand bei Blankenese (1841), Am Elbstrand bei verdeckter Sonne (1842), Ewer auf dem Sande an der Elbe (1840/45) …

Emil Nolde (1867-1956), Hamburg’da keşfetme imkânı bulduğum bir ressam olması hasebiyle bende ayrı bir yere sahiptir. Onun renkleri, portreleri, manzaraları afallatıcı ve eşine ender rastlanır derecede cesur ve diridir. Resimlerinde sarı rengi tonlarının kullanımı bilhassa dikkat çeker. Önceki yazılarımın konusunu teşkil eden şair Borchert ve yolu Komponisten-Quartier’a düşen besteciler için olduğu gibi, Emil Nolde resmi/sanatı için de Hamburg mühim bir roldedir. Borchert’in şiirlerinde ve öykülerinde rastladığımıza benzer şekilde, bu kez sanatın diğer formunda, Nolde resminde gürül gürül bir hayat akmakta, fırtınalar kopmakta ve doğa capcanlı bir şekilde kentin yanı başında durmaktadır. Hamburger Kunsthalle “Nolde in Hamburg” temasıyla şehrin ressamın üzerindeki etkisine odaklanıyor ve çeşitli tablolardan, gravürlerden, suluboya resimlerden oluşan koleksiyonu sunuyor. Arşiv metninde yer alan bilgiye göre Nolde 1910’da St. Pauli’deki “Unter den Vorsetzen” otelinde birkaç hafta kalmış ve bu şehirdeki deneyimlerini, izlenimlerini resimlerine derhal aktarmıştır. Koleksiyona dair daha detaylı bilgi için referans aldığımız Hamburger Kunsthalle’nin web sitesindeki ilgili bölüm ziyaret edilebilir.[1] Müze ayrıca Doerner Enstitüsü ve Seebüll Ada & Emil Nolde Vakfı ile beraber yürüttüğü ortak çalışmayla Nolde’nin tekniğine dair disiplinler arası bir araştırma da sunuyor. Hamburger Kunsthalle’de sergilenen bazı resimlerini anmak isterim: Schlepper auf der Elbe (1910), Herr und Dame (1911), Hülltoft Hof(1932), Das Meer VI (1915), Segler im Wind (1910) …


Emile Nolde, Couple on the Beach

Nolde’yi yakından tanımama ve daha fazla eserini görmeme olanak sağlayan bir diğer husus yine önemli bir sanat galerisi olan Bucerius Kunst Forum’daki “Nolde und der Norden” sergisine (16 Ekim 2021-23 Ocak 2022) denk gelebilmek oldu. Belki de tüm bu deneyimlerin toplamında Hamburg’da resim denince aklıma evvela Emil Nolde ve Elbe Nehri’nin rastlanmadık tasviri geliyor. Ve onun renkleri, kıvırcık fırça darbeleri… Üslupları ve akımları gereği Gensler’in resmettiğinden tamamen farklı, bambaşka bir Elbe ile karşılaşırız Nolde’de. Hamburger Kunsthalle’den farklı olarak, Bucerius Kunst Forum’daki Nolde sergisinde daha ziyade ressamın erken dönem çalışmalarına, Kuzey/İskandinav sanatıyla ilişkisine ve Danimarka’da geçirdiği zamanın resmine etkisine odaklanılmıştır.[2] Diğer resimlerine benzemeyen romantik atmosferiyle Zwei am Meeresstrand (1903), kırmızı tonlarının kuvvetli ve yoğun kullanımıyla Glühender Abendhimmel (1945) bu sergide gördüğüm ve zihnimde yer edinen resimlerindendir.

Bu yazıda öncelediğim “şehir-resim-müze” ilişkisi dışında bir de kadim zamanlardan beri hakkında yazılıp çizilen; farklı sanatçıların, şairlerin, kuramcıların üzerine kafa yorduğu “edebiyat-resim” ilişkisi söz konusudur. Tekrar Kunsthalle’ye dönecek olursak; müzede ecphrasisi, Simonides’i, Horace ve “Ut pictura poesis”i (Ars Poetika), Lessing ve Laocoon’u, da Vinci’nin Paragone’unu hatırlatan, düşündüren ve eski bir tanıdığa rastlamış hissini bırakan İkinci Yeni şairlerinin ziyadesiyle etkilendiği[3] Paul Klee (1879-1940) ve resimleri oldu: Der Goldfisch (1925), Revolution des Viaductes (1937), Felsige Küste (1931), Stadt-Kern(1937) … Japon Balığı’ndan, [n] harflerinden, zikzaklardan, sembollerden metinlerarası okur belleğinin İlhan Berk şiirine sıçramaması ne mümkün!

“(…) Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler, U’larla / Gece sarı bir evde bir iki yaprak evlerinin önünde / Açtı açacaklar dünyamızı açtı açacaklar / (…) A’lar V’ler U’larla olmak Paul Klee’de uyanmak”[4] (İlhan Berk, “Paul Klee’de Uyanmak”, Galile Denizi)

Yine bu bahiste söylemek istediğim bir husus da resimleri temaşa ederken yer yer örseleyici olan ışıklandırma sorunu. Sözgelimi, Galleria degli Uffizi (Floransa)’de böyle bir problemle karşılaşmanız pek olası değildir. Halbuki Kunsthalle’nin de barındırdığı sanat eserleri ve bu eserlerin edebiyat başta olmak üzere diğer alanlara etkisi itibariyle ondan aşağı kalır yanı yoktur. Öte yandan Hamburg’da ve Almanya’nın genelindeki müzelerde, farklı olarak, teknolojinin imkânlarından görsel-işitsel manada (sanal gerçeklik enstalasyonu, vb.) had safhada faydalanılıyor. (Sanat-teknoloji perspektifi) Bu da sanatı deneyimleme açısından, çağımızın ürettiği/değiştirdiği/dönüştürdüğü yeni sanatsever insan tipi için daha cazip hale geliyor.


Paul Klee, Der Goldfisch (1925)

Hamburg’un bolca yağmurlu ve fırtınalı, havanın erkenden karardığı kış günlerinde müze ziyaretleri adeta bir sığınaktır. Üstelik konforu, sıcaklığı ve Avrupa ülkelerindeki diğer müzelere kıyasla daha cüzi miktarla erişme imkânları bağlamında da bu böyledir. Sanat okulu öğrencilerinin kimi salonlarda gruplar halinde çalıştığını, seçilen eserlerin eskizlerini yaptığını görmek ve mekânla bütünleştikleri açık derslerine tanıklık etmek ise ayrı bir keyiftir. Diğer taraftan fırça darbelerine ve renklerin dokusuna mercek tutanlar vardır ressamın tekniğini, sanatındaki bulmacayı çözmek istercesine. Türkiye’de alışık olduğumuzun aksine, bebekleriyle veya küçük yaştaki çocuklarıyla müze gezen, çocuklarının sanata erken yaşlarda nüfuz etmesini sağlayan ebeveynlerin sayısı da az değildir. Parklarda, bahçelerde de sıkça görülebileceği üzere, bebekle ilgilenmek sorumluluğu ona ait olan o günkü vakti müzede geçiren “baba figürü”ne rastlamak da olağandır. Toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden ve bilhassa Doğu toplumlarında kadına “annelik” rolü çerçevesinde yüklenen sorumluluklar üzerinden çıkarımlarda bulunmak, iyi bir gözlemci için hiç de zor değildir. Neredeyse her sokakta, her semtte büyüklü küçüklü birçok müzenin yer aldığı Hamburg’da müzeler benim için aynı zamanda romanlardaki “kronotop” unsuru gibidir. Salonlarını adımlarken veya koltuklarından birine oturmuşken etrafı şöyle bir süzmek, farklı yaşantıları seyretmek, bir şeyler karalamak için bulunmaz nimettir. Aynı durum uzun ve aktarmalı tren yolculukları için de geçerlidir. Almanya’da bulunduğum süre zarfında trenle sayısız ülkelerarası ve şehirlerarası seyahate çıktım. Edebiyatın olduğu yerde tren sadece bir vasıta değildir. Oysa örneğin uçak tamamen bir vasıtadır. Hamburg’dan Paris’e yapılan bir tren yolculuğunda Deutsche Bahn’dan SNCF’ye, yani Fransız topraklarına geçtiğiniz andan itibaren ebeveynlerin ve çocukların davranış ve ses tonu farkını görmek mümkündür. Elbette her kültürün kendine has özellikleri, zenginlikleri, kimliği var. Herkesin aynı düşündüğü ve aynı davrandığı bir dünya çok sıkıcı olurdu.

Sergilenen eserler ve koleksiyonunun çeşitliliği açısından (çağdaş el sanatlarından Ortaçağ’dan kopup gelmiş ilginç objelere dek) bir diğer önemli mekân Museum für Kunst und Gewerbe Hamburg (MK&G). Bende daha ziyade “Janosch-Lebenskunst” sergisiyle resim-illüstrasyon-yazı birlikteliği, evrensel sanat dili, çocuklarla yetişkinlere bir arada hitap edebilme yetisi ve yaş ayrımını kaldırması yönüyle, hayata sanat ekseninde çocuksu bir bakışı sunmasıyla, velhasıl özündeki fikirle yer edindi:

“DAS LEBEN IST SO (YAŞAM ŞÖYLE BİR ŞEYDİR):

Soğuk suya fırlatılırsın, sana sorulmadan, istesen de istemesen de. Oradan bir daha sağ çıkamazsın. Hal böyle iken,

Mutsuz olur ve boğulabilirsin

İsteksizce ve donarak sonu gelene kadar dayanırsın

Bir anlam arar ve talep eder ve o anlamı bulamadığın için tasalanırsın;

Ya da,

Bir balık gibi zevkle suda yüzüp oynayarak ‘Ben zaten suya atlayacaktım, soğuk su benim tutkum. Baksanıza, ne kadar da harika bir eğlence!’ diyebilirsin.

Burada söz konusu olan yaşam sanatı tam da budur.” (Janosch)

Fakat elbette mitolojik sembolleri yansıtan tavan freskleri, oymacılık zanaatının olağanüstü örneklerini barındıran Art Nouveau mobilyaları, dev portreleri, İznik dahil olmak üzere dünyanın farklı yerlerinden müstesna örnekleri sunan çinicilik salonu, bronz heykelleri, Antik Yunan filozoflarının büstleri, Çin porselenleri, tasvirlerle bezenmiş erken dönem kuyruklu piyanolarının ve diğer enstrümanların sergilendiği salonuyla, Fars ve Osmanlı kültürünün, İslam dairesinin kadim eserleriyle, Japon-Çin-Hint minyatürleri, mitolojisi ve sanat eserleriyle yine bir güne sığdırılamayacak bir müzedir.

Yukarıda bahsettiğim denli büyük çaplı olmasa da hatırı sayılır bir resim, obje, mobilya, porselen, heykel, fresk zenginliğine Klein Flottbek’in pitoresk ambiyansı içinde, ağaçlar arasında (Jenischpark) konumlanmış Jenisch Haus (Hamburg senatörü Martin Johan Jenisch’in eski kırevi)[5] da sahiptir. Bu barok yapıyı ve salonlarını (Müzik Salonu, Altona Salonu, Jenisch Salonu, Aşağı & Yukarı Elbe Salonu, Caspar Voght Salonu, Biedermeier Salonu…) adımlarken ulusal müze ziyaretlerine kıyasla, sanatla daha samimi bir bağ kurabiliyor ve tarihin içinde dolaşıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Bünyesindeki eserleri incelemek kadar pencerelerinden dışarıdaki doğayı ve doğa içinde sırıtmayan “haus” tipi evleri izlemek de ayrı mutluluk veriyor. Gezdiğim süre zarfında içerideki tek ziyaretçi olduğum Jenisch Haus, Hamburg’da ilk gidilmesi gereken müzeler arasındadır.

Altonaer Museum da resim sanatı anlamında yine değerli eserler sunmasına rağmen Museum für Hamburgische Geschichte, Markk-Museum Am Rothenbaum ve Museum für Bergedorf ile birlikte daha ziyade tarihe, etnolojiye, haritacılığa, liman kültürüne ve denizcilik aletlerine ilgi duyanlara hitap ediyor.

Bitimsiz bir nehir gibi diğer türdeki yazılarıma da gürül gürül akan Hamburg etkisini, daha ziyade “estetiğini”, Üçleme’nin bu son yazısında Oscar Wilde’ın Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil’deki cümleleriyle sonlandırmak istiyorum:

“Eleştirmenin tek amacı, kendi izlenimlerinin kaydını tutmaktır. Resimler onun için yapılır, kitaplar onun için yazılır, mermer onun için yontulup biçimlendirilir. (…) Yaratılmış olan güzel bir şeyin anlamı ve amacı önce onu yapan kişinin ruhunda belirir ama ona bakan kişinin ruhuna da en az bu haliyle, olduğu gibi, belki de çoğalarak yerleşir. (…) Güzel bir şeye çok çeşitli anlamlar kazandıran (…) temaşaya dalan kişidir. (…) Güzellik her şeyi ifşa eder çünkü hiçbir şeyi açığa vurmaz; bize kendini gösterdiğindeyse, bir anda alevlenen, tutkulu dünyayı serer gözlerimizin önüne.”[6]

 

 

NOTLAR:


[1] Ayrıntılı bilgi için bkz.

[2] Referans için bkz.

[3] İkinci Yeni şiirinde görsel sanatların etkisi için bkz.: Anar, T., Sonsuzluğun Yüzleri, İstanbul, Akıl Fikir Yayınları, 2015.

[4] Berk, İ., Eşik /1947-1975 Toplu Şiirler-I, İstanbul, YKY, 2018, s. 212.

[5] Jenisch Haus hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için bkz.

[6] Wilde, O., Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil-Estetik ve Etik Üzerine, İstanbul, İletişim Yayınları, 2019, s. 71-75.

 

GİRİŞ RESMİ:

Max Pechstein sergisi, 2017. Fotoğraf: Daniel Bockwoldt