The White Lotus: Erdem kılığındaki şeytani biçimler

"Mike White’ın yazıp yönettiği The White Lotus dizisi beyaz zengin insanın erdem tohumuyla büyüttüğü parlak renkli meyvelerin kabuğunu zarifçe soyuyor. Ancak ortaya çıkan çekirdek çürümüş, meyvenin de suyu çekilmiştir..."

Beyaz olduğunuz için zenginsiniz, zengin olduğunuz için beyazsınız.
                                                          Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
 
Mike White’ın yazıp yönettiği The White Lotus dizisi beyaz zengin insanın erdem tohumuyla büyüttüğü parlak renkli meyvelerin kabuğunu zarifçe soyuyor. Ancak ortaya çıkan çekirdek çürümüş, meyvenin de suyu çekilmiştir... 
 
White Lotus, insanın görebileceği en güzel rüyalardan birer tutam koparılarak tasarlanmış muhteşem bir otel zinciridir. Bu isim Homeros’un Odysseia destanında bir adaya sürüklenen askerlerin lotus çiçeği yiyerek uyuştuğu, zaman kavramının ve amaçların yitirildiği hikâyeye işaret eder. Erdemin sarhoş edici hammaddeleri cinsellik, toplumsal kimlikler, burjuvazi, çağdaş medeniyet ve sömürgecilik gibi konular ekseninde yoğun hiciv tekniğiyle ayrıştırılıyor.
İlk sezonda otel resepsiyonu Hawaii’ye ayak basan misafirlerini yüzlerinde kocaman sahici bir gülümsemeyle karşılar. Odysseia destanından farklı olarak, adaya gelenlerin uyuşukluğu henüz lotus çiçeği yemeden başlamış haldedir. Onların lotusu artık varlığını bile hissetmedikleri paradır.
 
İktisatçı ve sosyolog Thorstein Veblen’in “gösterişçi tüketim” kavramına göre, zengin insanların zenginliğinden zevk alabilmeleri için bu zenginliğin toplum tarafından bilinmesi gerekmektedir. Bir deyişle insan, kültürüyle vardır. Gösterişli harcamalarını tüketiciler arasındaki karşılıklı bağımlılık doğrultusunda yapar.
 
Her birinin muhteşem performanslar gösterdiği oyuncularla bağ kurmak zor değil. Senaryonun uzay-zamanını büken madde, kara mizah unsurudur. The White Lotus’ta mizah izleyicinin kuru bir öfkeyle kavrulmasını önlerken, aynı zamanda zenginlerin sakarlıkla savundukları kapitalist sistemin çürümüş yapısını absürdçe sergileme imkânı sunuyor.
 
Karakterlerin hepsinde görülen ortak nokta, her beyaz ve zengin insan gibi gösterişe düşkün olmaları, ancak bu gösteriş merakının parayla olan nesnel bağı yitirerek karakterlerine hassas birer çocuk ifadesinde nüfuz etmesiyle saf ve inatçı arzular yığını halinde ortaya serilmesidir.
 
 
Tatmin olmayan arzular ve trajedi
 
Otel müdürü Armond (Murray Bartlett) işe yeni başlayan stajyere misafirler hakkında şöyle tavsiye verir: “Asıl amaç konuklarda ‘belirsizlik’ etkisi yaratmaktır. Nerede olduklarını, bizim kim olduğumuzu bilmezler.” Çalışanların görevi yalnızca maskelerin altında hoş, yer değiştirebilir yardımcılar olarak yok olmaktır.
 
Stresten arınmak için tatile giden beyaz zenginler için aslında stres yokluğu, ölüm gibi bir şeydir. Kendilerini canlı ve önemli hissetmek için White Lotus’ta gündelik hayatlarına kıyasla daha gösterişli bir alışkanlık geliştirmek zorunda kalırlar. İçlerindeki erdem çekirdeği su ve ışığa ihtiyaç duyar, bunun da yolu trajediden geçer.
 
Tatilin ilk gününden itibaren birçok kırılma yaşanır. Herkes kendi küçük sömürgesinin peşine düşer.
 
Mossbacher ailesinin baba karakteri Mark (Steve Zahn) otele varmasının hemen ardından testislerinde şişlik olduğunu fark ederek kendine doğrudan kanser teşhisi koyar. Eşi Nicole’ün (Connie Britton) telkin edici sözlerine rağmen Mark kanser olduğundan o kadar emindir ki, neredeyse bunu istiyor gibidir. İnsan yeterince çaresiz kaldığında içinde yaşam kıvılcımı hissetmek için onu ölüme götüren bir hastalığın kanatları altına dahi sığınmak isteyebilir. Ne Nicole ne de çocuklar Mark’ın endişesini paylaşabilecek sağduyuya sahiptir. Quinn (Fred Hechinger) ekran bağımlısı bir ergen, Olivia (Sydney Sweeney) ise tatile yanında getirdiği ‘alt sınıftan’ arkadaşı Paula’nın (Brittany O’Grady) dayanağıyla “ben ailem gibi tuhaf ve duyarsız değilim” mesajı veren bir genç kızdır. Paula, ilerideki bölümlerde kendisinin de farkına varacağı ve dile getireceği gibi yalnızca Olivia’nın yanında gezdirdiği bir aksesuardır. Olivia tatil boyunca Paula adına konuşur. (Onun alerjisi var, migreni tuttu, şu an iyi hissetmiyor, vb.) Böylece Paula’nın görünmezliğine katkıda bulunur.
 
Yeni evli çift Rachel (Alexandra Daddario) ve Shane (Jake Lacy) balayını bu harika otelde geçirecekleri için başlangıçta çok mutlu görünseler de, Shane tuttukları odanın “Pineapple Suit” olmadığını fark edince, özel verandası ve havuzu olmadığı için bütün tatili otel müdürü Armond’un peşinde koşarak ve ona psikolojik şiddet uygulayarak geçirir.
 
Genç ve atik yıllarını geride bırakmış, yalnız, saf, çocukluk travmalarını annesinin küllerini koyduğu bir kutuda yanında taşıyan Tanya McQuoid (Jennifer Coolidge) ise kendi hikâyesini otelin kaplıca-masaj bölümü yöneticisi Belinda (Natasha Rothwell) üzerinden kurar. Belinda siyahi ve bilge bir kadın olarak tam da Tanya gibi bir karakterin bağ kurmakla kendini daha erdemli hissedebileceği bir figürdür. Onun bilge kişiliğinden ve iyileştirici mistik enerjisinden çok etkilenen Tanya, Belinda’yı davet ettiği bir akşam yemeğinde terapinin verdiği coşkunun sarhoşluğuyla ona birlikte iş kurmayı teklif edecektir. Sohbet sırasında Belinda zengin insanların dünyanın içine edenler olduğunu söyler. Tanya ise etrafına bakınarak şöyle der: “Evet, ben de böyle bir sürü zengin beyaz insan tanıyorum.”
 
Thorstein Veblen, Aylak Sınıfın Teorisi eserinde insanı şöyle tanımlar: “Uygarlaşmış bir barbar, aslından ilerleyerek ayrılan bir iki ayaklı.” Neticede insanın kendisiyle arası, aslını tanıyamayacak hale gelene kadar açılır.
 
Kavramlar ve karmaşalar
 
Bazen de bu uzaklaşma Tanya gibi farkında olmadan değil, bilinçli bir çabayla gerçekleşir. İlk bölümlerde Olivia’nın Nietzsche, Paula’nın Sigmund Freud okuduğunu görürüz. Akşam yemeğinde aralarında Hilary Clinton’a karşı eleştirel konuşmalar geçer. Olivia ona karşı çıkan ve başarılı bir iş kadını olan annesi Nicole’a, hayatta sürekli bir şeyler yapmanın bir takıntı olduğundan bahseder. Nicole’ün ise tek isteği erkek egemen toplumda kendine açtığı önemli kariyeri için biraz da olsa takdir görmektir. Olivia’nın cevabı “Ne yani, sırf kadın olduğun için seni destekleyecek miyim?” gibi duyarsız gibi görünen bir cevaptır. Bir sonraki bölümde Olivia’nın elinde Camille Paglia’nın Cinsel Kimlikler (Sexual Personae) kitabını görürüz. Paglia kitabın başında, cinsellik sorununun feministleri toplumsal bir uzlaşma nesnesine indirgemesi nedeniyle basitleştirildiğinden bahseder. Nicole başarısıyla politik açıdan uygun bir zemine otursa da, cinsel dürtülerini tümden yitirmiş, endişe krizleriyle mücadele eden, tatilde bile sürekli iş düşünen bir kadındır. Dolayısıyla Nicole’ün başarısı modern bir yanılsama içerir. Olivia’nın cevabı aslında popüler kültürün bazı ideolojik kavramları parçalaması zor kalıplar haline dönüştürmesiyle ilgili; özellikle de feminizmin belirli sunumlar içine hapsolup kalmasının reddini içeriyor. The White Lotus modern dünyanın cinsiyet kavramına getirdiği körpe bakış açılarının nasıl absürd anlayışlarla bocaladığına dair başka komik örnekler de sunuyor.
 
 
Dizi boyunca Mark, herhalde kendini bir baba figürü olarak yeterli hissetmek için sürekli bilgece bir şeyler söylemeye çabalar. Kanser olmadığını öğrendikten sonra aydınlanır ve oğluyla ‘erkek erkeğe’ sohbet etmek için onu yanına çekip şöyle der: “Bir erkek olarak kolay bir dönemden geçmiyoruz.” Quinn onu “Neden, artık kızları taciz edemediğimiz için mi?” diye cevaplar. Kısa bir bocalamanın ardından “Evet” der Mark, “Modern dünya erkekliği yok ediyor”.
 
Nicole de kocası Mark’tan farklı düşünmez. Nicole heteroseksüel beyaz genç erkekleri artık işe bile alamadıklarından bahseder. Artık modern dünyanın “kötüsü” onlardır. O sırada Paula’nın elinde Judith Butler’ın Cinsiyet Belası (Gender Trouble) kitabını görürüz. Butler, “Feminizmin belli toplumsal cinsiyet ifadelerini idealleştirip yeni hiyerarşi ve dışlama biçimleri üretmemeye dikkat etmesi gerektiği fikrindeydim, halen aynı fikirdeyim” derken belki buradaki kara komedinin içinden çıkılmaz durumuna işaret etmektedir. Karakterlerin ısrarla altını çizdiği heteroseksüel beyaz erkek tanımı aslında bilinçli olarak dışlanmayı tercih eden ve “yeni kötü” olarak görünmeyi gizli bir gurur içinde taşıyan ataerkil anlayıştan başkası değildir.
 
Bu modern ve açık fikirli ailenin uğraştığı “cinsiyet belası” bununla sınırlı kalmıyor. Mark kendine ait bir trajedi ararken (kanser), tesadüf eseri babasının kanserden değil, AIDS’ten öldüğünü ve gey olduğunu öğreniyor. Mark büyük bir şok içinde sık sık uzaklara dalarken Olivia babasının bu homofobik tavrıyla alay eder. Nicole ise aile yanında yani –güvenli bölgede– rahatlıkla ilkel homofobik tepkiler verilebileceğini öne sürer. Bu da kavramlarla toplum önündeki ve güvenli alandaki karşılamalarımızın erdem maskesi sayesinde kolayca yer değiştirebildiğini gösteriyor.
 
Eleştirdiğimiz sisteme hizmet etmekten kurtulabilir miyiz?
 
The White Lotus’un beyaz zengin insan hatlarını bu kadar belirgin çizmesi mizahi dokuyu sıklaştırırken, aynı zamanda her bölümde yukarı tırmanan gerilimi daha iyi içselleştirmemizi sağlıyor. Dizide hiçbir fantastik öğe bulunmamasına rağmen, anlatıyı fantastik bir atmosfere büründüren de bu keskin hatlardan ileri geliyor. Bir de elbette müziklerden…
 
Dizinin muhteşem jenerik müziğini ve diğer tüm seslerini hazırlayan Cristobal Tapia de Veer yerli Hawaii ezgilerinden harmanladığı seslerle adanın içinde geçen olayların egzotik gerilimini o kadar iyi yansıtıyor ki, anlatıyı müzikten bağımsız düşünmek olanaksız. Bununla birlikte Hawaii’de doğup büyümüş bir yazar olan Mitchell Kuga, müziğin çoğunlukla beyaz insanların aydınlanma yaşadığı sahnelere hizmet eden bir araç olarak tasarlanmasına dair hissettiği yabancılaşmayı açıklıyor. (bkz. Vox)
 
Mitchell Kuga, çocukluğunda ailesiyle bir ağızdan söylediği Hawai’i Aloha, Hukia Mai A, Ohi’a Hua Palaku gibi şarkıların Hawaii’ye yabancı bir mercekle yorumlandığında (dizinin yaratıcısı Mike White’ın da bir Amerikalı olduğunu göz önüne alınırsa) şarkıların içinin nasıl boşaltıldığına dikkat çekiyor: Bu halk şarkılarının dizideki gerilimli sahneleri veya pastoral manzaraları parlatmaya yarayan tema sesleri olarak kullanılması yerli izleyicileri yabancılaşmaya itiyor.
 
Bunun yanı sıra Mitchell Kuga’ya göre senaryoda Paula, Kai, Belinda gibi yerel halktan karakterler, beyaz karakterlerin aydınlanmasını ilerletmek için egzotik yem ve saf yerliler olarak kullanılıyor. Honolulu’lu bir yazarın bakış açısıyla baktığımızda, belki hiçbirimizin göremeyeceği bir şekilde, The White Lotus’un hicvettiği güç sistemini tekrar eden basmakalıp bir bakış açısına sıkışıp kaldığını da söyleyebiliriz.
 
Ayrıcalık savunması
 
Sanki tüm bunları önceden tahmin eder gibi, beyaz zengin insanın her zaman söyleyecek bir sözü vardır. Erdem kendine sürekli yeni bir savunma hazırlamak zorundadır. Çünkü içten içe ne kadar kötü kokular yaydığının farkındadır ve bunu örtmek için toplumsal bir kurguya ihtiyaç duyar. Aile gibi, din gibi, toplumsal ayrıcalıklar ve para gibi.
 
Otel müdürü Armond ile aralarında yükselen gerilime rağmen Pineapple süite bir türlü kavuşamayan Shane ona bu tuzağın bilinçli olarak kurulduğuna inanır. Shane’in savunması, “Hayatım boyunca insanlar bana düşman kesildi. Evet, bana gelen harika bir el ama bu benim suçum değil!” şeklindedir.
 
 
Mark da kendi savunmasını ayrı bir masada hazırlar. “Neden ırkçı olmayan iyi niyetimi kanıtlamak zorundayım?” Paula ona hayatta savunduğu şeyin ne olduğunu sorduğunda Mark’ın verecek bir cevabı yoktur. Paula bu tatilde kendini bir mücadelenin içinde bulacaktır.
 
Paula’nın otelde tanıştığı bir garson olan Kai bir Hawaii yerlisidir. Alt tabakayı temsil eden iki karakter Paula ve Kai’nin ilişkisi basit bir yaz aşkı olmayacak kadar derinlikli bir öfkede buluşur. Kai bir akşam okyanus kenarında Paula’ya topraklarının çalındığından ve devletin yasadışı olarak sözleşmeyi sonlandırarak White Lotus ile bölgeyi işgal ettiklerinden bahseder. Onlarla savaşabilecek maddi ve yasal imkânlardan yoksundurlar.
 
Okyanus kenarında geçen sahnede Kai’nin Paula’ya anlattığı çocukluk anıları, bir Hawaii yerlisi hakkında olabilecek en kabaca ve yüzeysel tasvirleri içermesi açısından senaryonun bütününe kıyasla aşırı zayıf kalır. Sanki bu sahne beyazların yaşadığı hengâmeye bir an önce atlamak için yerel halkın yaşantısından bazı yapay görüntülerle oluşturulmuş hızlı bir özet gibidir.
 
Yine de Kai’nin temsil ettiği değeri anlarız. Kai garsonluğun yanı sıra özel gecelerde beyaz zenginleri geleneksel Luau dansıyla eğlendirmektedir. Paula bunun çok boktan bir durum olduğundan söz ettiğinde Kai olabilecek en gerçekçi cevabı verir. “Para kazanmak gerek, öyle değil mi?”
 
Bir akşam yemeğinde Paula, Kai’nin dans edişini izlerken büyük üzüntü ve hayal kırıklığı içindedir. Paula’nın sıkıntısını fark eden Mark yine düşüncelerini etrafa saçmadan rahat edemez.
 
“Evet, insanları öldürmemeli, arsalarını çalmamalı ve onları dans ettirmemelisin. Ama insanlık böyle. Amerika’ya hoş geldiniz. Ne yapabiliriz ki? Kimse ayrıcalıklarından vazgeçmez. Bu insan doğasına aykırı. Hepimiz hayat oyununu kazanmaya çalışıyoruz. Bütün paramızı verelim mi? Sürekli kendimizi geçmişteki suçlar yüzünden berbat mı hissedelim?”
 
Mark’ın söylediği her cümlede kamera Paula’nın meşalelerin kızıl ateşi yansıyan yüzüne biraz daha yaklaşır.
 
Böylece Paula ile Kai arasında zenginlere karşı başlatacakları bir işbirliğinin fitili yanar. Paula’nın planına göre ve Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde söylediği gibi “Sonuncular birinci olacaktır”.
 
Paula, Olivia’nın ailesiyle beraber kaldığı süitteki kasanın şifresini Kai ile paylaşırken, bunun bir hırsızlık kalkışması olmadığına dair inandığı düşünce şudur: “Onların senden çaldıklarını şimdi sen onlardan geri alacaksın.” Bu, Mossbacher ailesi için okyanusta bir damladır.
 
Kusursuz kazanan zinciri
 
Yaşamımızda kısa küçük zafer anları hayal ederiz. Ancak bu basit hayaller bile çok uzaklarda sürüp giden güçlerin kararlarına bağlıdır. Kai’yi son kez gördüğümüz sahnede, Mossbacherlar aradığı trajediye nihayet kavuşmuş olur. İşler Kai ve Paula’nın planladığı gibi gitmez ve Nicole Kai’yi süitinde, kasanın önünde yakalar. Kısa bir bocalamanın ardından Mark karısı Nicole’ü kurtararak bir kahraman sembolüne dönüşür. Aralarında çoktan ölmüş olan cinsel enerji yeniden uyanır. Paula istemeden de olsa Mossbacherların ihtiyaç duyduğu tüm canlılığı onlara kendi eliyle sunmuştur. Olivia, bu olayın Paula ve Kai arasındaki ilişkinden kaynaklandığını bilen tek kişi olmasına rağmen sonunda Paula’ya sarılarak onu merhametli bir tahakkümle affeder. Belki de Paula’nın ona söylediği gerçeğin farkında olduğu için yapar bunu. “Zaten her şey senin zannederken çalmak sayılmıyor, değil mi?”
 
Bu sırada Tanya, Belinda’nın hayallerini, Shane ise Armond’ın akıl sağlığını çalmakla meşguldür. Tanya bir beyaz zengin olarak harika sıçrayışlarla insanların ve kavramların üzerinde gezinir. Tanya, otelde tanıştığı Greg (Jon Gries) isimli yabancının bir Black Lives Matter aktivisti olduğunu Belinda’ya gözleri ışıklar saçarak anlatır. Tanya için aktivist olmak otelin sunduğu egzotik deneyimin bir parçasından başka bir şey değildir. Keza Belinda ile kurduğu ilişki de takındığı erdemle alakalıdır. Greg’in aslında Black Lives Matter’dan olmadığını öğrendiğinde büyük hayal kırıklığı yaşar. Yine de aralarındaki ateşli ilişki Tanya’nın Belinda’ya attığı çapayı sarsar ve onunla iş kurma fikrinden soğukkanlılıkla vazgeçer. Tanya bu alışveriş ilişkisinin kendisi için sağlıklı olmadığına karar verir, Belinda’nın ise bir hayat tasarısı çöpe gider.
 
Sınıf kinine dair mükemmel bir film olan La Cérémonie’de Isabelle Huppert’ın oynadığı Jeanne karakterinin söylediği gibi, onlar sadece arabalarını mavi mi yoksa kırmızı mı olacağının derdine düşerler. Buddenbrooklar eserinden Morten’in isyanı da akla düşer burada.
 
Siz canınız istediği zaman bir dinlenme olsun diye, bizlerden biriyle deniz kıyısında biraz dolaşırsınız, ama o seçkinler ve üstün kişilerle karşılaşınca benim gibilere de kayalıklarda oturmak düşer...”
 
Yardım etmek, önayak olmak, iyilikte bulunmak bugüne dek çoğu zengin insan için kullanışlı erdemlerden biri olmuştur. Hem sorgulanamaz olması hem de istendiğinde kesilebilecek bir ilişki türü olması açısından benzersizdir. Shane’in annesi Pineapple Suit krizinden sonra, oğlunun balayında olmasına bile aldırmayarak otele gelip sürpriz yapar. “Sadece zengin bir adamın eşi” olarak anılmak istemeyen ve kariyer krizleri yaşayan gelini Rachel’e muhteşem bir öneri sunacaktır: Hayır kurumları!
 
 
Hayır kurumlarında gönüllü olarak çalışmak zengin bir insan için mükemmeldir. En güzel yanı da istedikleri kadar az veya çok dahil olarak oradan temiz bir vicdanla ayrılabilmektir. Bu durum Fernando Pessoa’nın Anarşist Banker adlı eserinde ‘yardımlaşma zorbalığı’ olarak yer alır. “Yardımlaşma, yani emretmek yerine başkaları için kendini paralamak.” İşte kusursuz bir yaşamın sırrı! Erdemin en pürüzsüz maskesi.
 
Değişmeyen sarsıcı düzenler
 
Yeryüzünün Lanetlileri eserinde “Rastgele bir yerde, rastgele bir şekilde doğarsınız. Rastgele bir yerde, rastgele bir nedenle ölürsünüz” der Frantz Fanon. Başta Armond olmak üzere diğer ezilen/sömürülen karakterlerin başına gelenlerle örtüşen bir anlayıştır bu.
 
Tanık olduğumuz tüm anlatı içinde Shane tarafından psikolojik şiddet gören Armond için belki de çok daha farklı bir son hayal edebilirdik. Evet, belki içimizin yağlarını eriten bir finalle sonuçlanan intikam sahnesi senaryoda çok gerçekçi durmayacaktı. Olabilecek en beklenmedik şekilde Armond’un ölümüne neden olan Shane’in finalde polisler tarafından elinin sıkılıp yolcu edildiğini görürüz. Hani neredeyse bu kirli koşuşturmaya bir son verdiği için ona teşekkür ederler.
 
White Lotus, insan hayatına doğrudan sarsıcı etkileri olan kapitalist düzenin değişmezliğini kuşanmış bir kaledir. Mossbacher ailesinin ergen oğlu Quinn’in bu konudaki isyanı bilinçli midir emin değiliz ama yüzeysel de olsa doğal bir dışavurumla değişmezliği haykırır.
 
“Ne düşündüğümüz ne fark eder? Doğru da yanlış da düşünüyorsak hep aynı şeyleri yapıyoruz. Dünyadaki parazitleriz. Son balıklarımızı yerken, plastiklerimizi okyanusa atarken ‘erdemli’ bir insan yok.”
 
Quinn ayrıcalıklarından vazgeçmeye en yakın karakterdir. Yine de adada kalmaya karar vermesi bile sahip olduğu ayrıcalığın bir sonucudur.
 
Örneğin aynı kaçışı adada kaybolan hayalleriyle mahsur kalan Belinda yapamaz ve Quinn Polinezya açıklarına doğru yerli dostlarıyla Hōkūleʻa ile özgürce açılırken, Belinda misafirlere tiksintiyle kasılmış bir gülümsemeyle el sallamaya devam eder.
 
Armond, Pineapple süitte kendi sonunu hazırlayan atağını yapmadan önce Belinda ile dertleştirken ona şöyle söylemişti:
 
“Bazen onların her akşam yemek yemelerini izlerken gözlerimi oyasım geliyor.”
 
Ve ardından Alfred Lord Tennyson’un “Lotus Yiyiciler” adlı şiirinden şu dizleri mırıldanır:
 
“Lacivert gökyüzü kadar nefret dolu,
Lacivert denizin üzerinde,
Ölüm, hayatın sonu
Neden hayat, çalışmaktan ibaret olsun?”
 
The White Lotus, erdem düşkünlüğünün ardında gizlenmiş hiyerarşik yapıyı, haz, estetik ve güncel toplumsal temalarla ayıklayarak güçlü bir eleştiri sunuyor. Son olarak yazının başlığına ilham veren La Bruyère’in sözünü anıyorum:
 
“Erdem kılığına girmemiş, ondan destek almamış kötülük var mı?”