Hamburg üçlemesi I – Borchert’in izinde Hamburg

“Bugün Borchert’i Trümmerliteratur (yıkım edebiyatı / yıkıntı edebiyatı) bağlamında anmamıza ve metinlerine sirayet eden acılara, eserlerindeki kasvetli ruha rağmen, yine de yaşamak tutkusu satır aralarından gürül gürül akar. Daima kutlanacak ve uğruna sarhoş olunacak bir şeyler vardır.” 

20 Ekim 2022 17:49

 

“Benimle birlikte yürümeli, acımasız duvarlar arasında o küçücük daireleri benimle birlikte çizmelisin! Yalnızca düşüncede yanımda olman yeterli değil, hayır, gerçekten arkamda bulunmalı, arkamdan gelmelisin!” 

Beyoğlu’ndaki bir sahafta rast gelmiştim yıllar evvel Fener, Gece ve Yıldızlar (Laterne, Nacht und Sterne)’a. Hamburg’da yaşamaya başlamadan çok önce, ilk defa onun şiirleriyle bağ kurmuştum bu gri şehirle. Beni yeniden yazacağından habersiz. Beni Hamburg’a getiren rüzgârla Hamburg’dan uğurlayan rüzgâr aynı. Onun rüzgârı. Wolfgang Borchert’in. Ve şiirlerinin, öykülerinin ve yıkıntılarla dolu kısa yaşamına rağmen kaybetmemekte direndiği zevk ve neşenin, gençliğin ve Elbe Nehri’nin ve kuzeye giden gemilerin rüzgârı.

Hamburg doğduğu, edebiyatının daima oraya aktığı ve hayatının son zamanlarına dek yeniden dönmek için çırpındığı, sığınmak istediği kent. Yirmi altı yaşında, Hamburg’dan uzakta öldü Borchert. Bana bu satırları yazdıran belki de Borchert’i öldüğü yaşta, Hamburg’da başka türlü okumamdır. Havanın erkenden karardığı fırtınalı kış günlerinin ortasında bile her gün yürüdüğüm yolların Övelgönne’deki kırmızı fenere çıkması ve fenere “Laternentraum” şiirindeki dizelerini anımsayarak hayranlıkla bakmamdır:

Wenn ich tot bin, / möchte ich immerhin / so eine Laterne sein, / und die müsste vor deiner Türe sein / und den fahlen / Abend überstrahlen. / (…) In einer engen / Gasse möcht ich haengen / als rote Blechlaterne…

Necatigil çevirisiyle:

“Ben ölünce, / Hiç değilse / bir fener olsam, / kapında dursam / soluk donuk geceyi / aydınlığa boğsam. (…) Daracık bir sokağa / assalar beni / tenekeden, kırmızı bir fener…”[1]

Altona’dan Övelgönne’deki limana yahut Blankenese’nin tepe noktasından Elbstrand’a, yani Elbe Plajı’na inerken gerçekten de daracık ve daima nemli sokakları, treppeleri, dönen yokuşları adımlarız. Gökyüzü Borchert’in, kuramsal manada daha doğru bir ifadeyle şair öznenin, canlı-cansız tüm varlıkları tasvir ederken yakıştırdığı ve temaşa ettiği gibi hep külrengindedir. Elbe üzerinde süzülen gemiler kumsaldan öyle yakın görünür ki, sanki elimizi uzatsak tutunabileceğimiz mesafededir. “In Hamburg” şiirinde liman meyhanelerinin, parklarda gülüşen sevgililerin, bülbül şakımalarının, vapur düdüklerinin birbirine karışan sesini duyumsarız. Kent ve gece tüm köşeleriyle ete kemiğe bürünmüş şekilde karşımızdadır.

In Hamburg kann die Nacht / nicht siisse Melodien summen / mit Nachtigallentonen, /sie Weiss, dass uns das Lied der Schiffssirenen, / die aus dem Hafen stadtwaerts brummen, / genau so selig macht.”

“Hamburg’da gece / aygın baygın şarkılar söyliyemez / bülbül şakımaları içinde; / bilir  bize aynı mutluluğu verir, / vapur düdüklerinin türküsü / limandan şehre vuran seslerde.”[2]

Bana Hamburg’da “aynı mutluluğu” veren belki de vapur düdüklerinin, limanın, Köhlbrand Köprüsü’nün, birçok şeyin yanında İstanbul’u da hatırlatmasıdır. Uzaktaydım çünkü; Borchert’in savaşın sert ve acımasız yüzü nedeniyle Hamburg’dan, Joyce’un bambaşka nedenlerle Dublin’den sürgün kalmaya mahkûm olması gibi değil ama varlığıma sinmiş bir şehirden uzaktaydım nihayetinde.

Bugün Borchert’i Trümmerliteratur (yıkım edebiyatı / yıkıntı edebiyatı) bağlamında anmamıza ve metinlerine sirayet eden acılara, eserlerindeki kasvetli ruha rağmen, yine de yaşamak tutkusu satır aralarından gürül gürül akar. Daima kutlanacak ve uğruna sarhoş olunacak bir şeyler vardır. Zannımca bu da Hamburg’u yüzyıllar boyunca yaratan ve yenileyen, devamlı dinamik kalmasını sağlayan, hareketli gecelerini yansıtan liman ruhuyla yakından ilgilidir. Pandemiyi bir kenara bırakırsak bugün halen aynı atmosferi ve canlılığı soluyabildiğimiz Altonaer Fischmarkt’ın ve liman meyhanelerinin, ayrıca çoğunlukla metalaştırdığı, arzulanan bir nesne olarak seksten ibaret gördüğü kadınların silüetini işlemiştir Borchert kelimelerine. Acıya ve düşüşe rağmen yaşamak istencinden ibarettir poetikası. Yakasını bir türlü bırakmayan hastalık ve ölüm ve kaçmaya çalıştığı cellatlar ona hep yakınken, yazgı onu tüm kaçınılmazlığıyla kuşatırken hayatın, hazzın ve mutluluğun şarkısına kulak verir. “Karahindiba” öyküsü bu bağlamda anılmaya değerdir. Çünkü autofiktive izler taşıyan öyküdeki özneye bir hücre içinde, gri duvarlar arasında dünyadan ve yaşamdan uzaklaşırken yaşamı muştulayan şey sarı bir çiçek, karahindiba çiçeğidir:

“Hücremde canlı, yaşayan bir şey bulunsun istiyordum. İçimdeki özlem zamanla öylesine büyüyüp güçlendi ki, avludaki çiçek, o çekingen, küçük karahindiba çok geçmeden gözümde bir insan, gizli bir sevgili aşamasına yükseldi.

(…) Ama toprak kokuyorsun sen! Güneş, deniz ve bal kokuyorsun, yaşam dolu sevgili çiçeğim!”[3]

Borchert’in şiir ve öykülerinin isimleri dahi bize sanki başlı başına bir Hamburg panoraması sunar: Düşlerde Fener Olmak, Hamburg’da, Yağmur, Bir Fırtınaya Önsöz, Deniz Kabukları, Rüzgâr ve Gül, Grikırmızıyeşil Büyükşehir Türküsü, Kış Akşamı; Kent, Hamburg, Billbrook, Elbe, Fırtına…

“Billbrook” öyküsünde İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkımları, kentin ve semtlerinin nasıl ölü hüviyetine büründüğünü, adeta çöle ve mezarlığa dönüştüğünü anlatır. Hamburg’u capcanlı ve parlak tasvir eden şiirlerinin aksine, bu öyküde ölgün bir şehirle karşılaşırız. Şiirlerinde gençliğin ilk ateşini hissettiğimiz şair Borchert’ten farklı olarak bu damarı barındıran öykülerde, yine genç yaşına rağmen, gönderildiği cephelerde ve kaldığı hastane odaları ile hapishane hücrelerinde hayatın türlü acılarını tatmış, savaş gerçeğiyle ve başka benlikleriyle en ağır şekilde yüz yüze gelmiş, yaşamın canlılığının silinerek ölümün her an daha çok yaklaştığını duyumsamış bir yazar vardır karşımızda.

“‘Buraların hepsi yıkıldı mı?’ Yaşlı adam cevap verdi. Usulcacık, ‘Hepsi’ dedi ve başını salladı. (…) ‘Barmbek, Eilbek ve Wandsbek.’ Ve: ‘Hamm ve Horn’ dedi ardından. Ve ‘Hasselbrook’. Ve ‘St. Georg ve Borgfelde. Rothenburgsort ve Billwerder. Ve Hammerbrook ve Billbrook. Ve ‘Hamburg’ dedi ardından. Ve: ‘Liman’ dedi ve sonra yine ‘Hamburg’.

(…) Bütün bir kent! İki gecede. Ezilmiş, yerle bir edilmiş, canından olmuş.”[4]

Benzeri bir savaş, yıkıntı ve ölü şehir atmosferini barındıran “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” öyküsünde ise yine sert gerçeğin öyküye eklemlenen çocuk bilincinin de etkisiyle harikulade bir nahiflik ve lirizmle dile getirildiğini görürüz. Ölüleri kemiren fareler metnin metaforu haline gelir. Evine bomba düşen bir çocuk kaybolan kardeşini her gün gece-gündüz, uykusuz ve yorgun şekilde çökmüş duvarlar arasında bekler. Çünkü öğretmeni farelerin ölü insanları yediğini söylemiştir.

“Peki, öğretmeniniz size farelerin gece uyuduğunu söylemedi mi, diye sordu. Hayır, diye fısıldadı Jürgen. (…) Hele bak, dedi adam. O nasıl öğretmenmiş öyle… Fareler gece oldu mu uyur. Geceleyin korkmadan eve gidebilirsin.”[5]

Ama her şeye karşın ölümün değil, yaşamın kokusudur Hamburg, Borchert için. Ölüme rağmen yaşamanın. “Hamburg” öyküsü bu şehre yazılan bir kaside gibidir. Kent öyle coşkulu biçimde anlatılır ki, Borchert’in başka bir yerde değil, Hamburg’da var olmak istencini sonuna kadar hissederiz. Diğer bir deyişle bu öykü, Hamburg’da olanların değil belki ama Hamburg’da var olmaktan başka bir şeyi düşleyemeyenlerin ama yine de bu şehirden uzak kalmaya hüküm giyenlerin requiem’idir. Öyküdeki cümleler bu yüzden hepsinden daha fazla kalbimi titretir. Eco’nun deyimiyle ampirik okura dönüştürür beni. “Sis ve rüzgâr arasındaki melek”tir Hamburg, aynı zamanda “makine yağı ve katran kokusu”dur. Rengini, seslerini, kokularını ayırt edebilenler için daima yaşamın şarkısını terennüm eder:

“Var olmaktır bizim istencimiz. Ama rastgele bir yerde, rastgele bir şekilde değil, burada yalnızca burada Alster Çayı’yla Elbe Irmağı arasında var olmak – ve yalnızca nasılsak öyle Hamburg’da var olmak. (…) Alster Gölü bizi baştan çıkarıp (…) buradan uzak yolculuklara, rüzgâr gibi esip gitmeye – yelken – açmaya ama sonra yine dönüp gelmeye, özlemden hasta düşmüş ve ufalmış, yeşil miğferli kulelerle gri kırmızı çatıların orta yerindeki küçük mavi gölümüze dönmeye yöneltti.”[6]

İşte bu yüzden Hamburg’da yürümek, Borchert’in şiirlerinde veya öykülerinde yürüyormuşuz hissini yaratır. Yine bu yüzdendir ki, Hamburg üçlemesinin ilk ayağı olan bu yazım ve üçgeni tamamlayan diğer yazılar, öncekilerden farklı olarak, kuramların ve kavramların uzantılarının bazen bilinçli olarak ertelendiği ve çoğu zaman uzun sürmüş bir “okuma etkisinin”, “alımlama estetiği”nin, kent ve edebiyatın içkinliğinin, mekânı sanat yoluyla keşfetme çabasının ve kaçınılmazlığının bir ürünüdür. Baudelaire için Paris, Joyce için Dublin, Tanpınar için İstanbul neyse, kısa hayatına şiir [Laterne, Nacht und Sterne (Fener, Gece ve Yıldızlar)], öykü [Die Hundeblume (Karahindiba), An diesem Dienstag (Bu Salı) vd. (Ama Fareler Uyurlar Gecelerin-Toplu Öyküler)], tiyatro oyunu [Draußen vor der Tür (Kapıların Dışında)], manifesto ve denemeler [“Das ist unser Manifest”, “Dann gibt’s nur eins: sag nein!”] (“Bu Bizim Manifestomuzdur”, “O Zaman Yapacağın Tek Şey Var: Hayır De!”)], taslak halinde kalmış bir roman (Persil bleibt Persil)[7] sığdıran Borchert için de Hamburg odur. Borchert üzerine kalem oynatan isimlerin çoğu gibi ben de sanatının esas sesini öyküde bulduğunu düşünüyorum. Öykülerinde şair kimliğinin, şiirlerindeki lirizmin yansımaları görülürken, öte yandan çağında yaşananlara yönelik sert bir gerçeklik gözler önüne serilir. İroni ve eleştirileri realizmin katı gerçekçiliği gibi yavan değildir, şiirsel üslubu ise şiirlerindekinin aksine, romantizmin prangalarından sıyrılmıştır. Yine eserleri hususunda yakın arkadaşlarının ve edebiyat araştırmacılarının dikkat çektiği “yalınlık” özelliğine dair, sadelikten farklı olarak anlam yoğunluğunun had safhaya çıkarıldığı, söyleyişin ve biçimin külfetsiz hale getirilerek rafine edildiği görüşündeyim. Borchert öykülerinin dili kutsal kitap dilini andırır.

İnsan bir fırtınaya önsöz yazmanın ne demek olduğunu, bir limanın doğum gününün her yıl büyük bir coşkuyla nasıl kutlanabileceğini, yıkılan ve yitirilen her şeye rağmen bir kentin yeniden doğup yıkıntı sanatı doğurabileceğini, limanın uğultusuyla kuşların şarkısını ayda anda duyabilmeyi, kışın erkenden yitip giden, yazın ise batmak bilmeyen güneşin yarattığı ikilemle bir kentin iki ayrı ruhu olabileceğini ancak Hamburg’da yaşayınca ve Borchert’i okuyunca anlamlandırabiliyor. Hamburg konser salonları ve besteciler sokağıyla, Nolde’nin cüretkâr renkleri ve Friedrich ile Makart’ın devasa kompozisyonlarının sergilendiği galeri ve müzeleriyle, bir zamanlar Borchert’in de çalıştığı tiyatrolarıyla, Alster Gölü’ndeki kuğularıyla, kanallarıyla, yüzen evleriyle, parklarıyla, limanıyla, Blankenese’deki balıkçı evleriyle, hareketli Reeperbahn geceleriyle, isyankâr St. Pauli ruhuyla birçok şey demektir. Ama tüm bunlardan fazlasıdır. En çok Borchert demektir. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.

Övelgönne’deki kırmızı fenerin yanından geçerek Elbe Nehri’nde vapurla bir gezintiye çıkmanın Hamburg’da geçen aylardan sonra son akşamı değerlendirmek için en iyi seçenek olduğuna karar verdiğimde, limana yanaşan vapurun “Wolfgang Borchert” adını taşıyacağından habersizdim. Tıpkı yıllar önce elime geçen küçük bir şiir kitabının yıllar sonra beni bu şehre, Hamburg’a götüreceğinden bihaber olduğum gibi. Beyaz akşam göğünde şakıyarak süzülen ve uzaklara doğru yol alan bir kuş sürüsü gördüm. Hava nisan ayına rağmen fırtınalıydı. Dedim ya, beni Hamburg’a getiren rüzgârla Hamburg’dan uğurlayan rüzgâr aynıydı. Onun rüzgârı. Borchert’in.

 

NOTLAR:


[1] Wolfgang Borchert, Fener, Gece ve Yıldızlar, çev. Behçet Necatigil, De Yayınevi, 1. baskı, İstanbul 1963, s. 8-9.

[2] Wolfgang Borchert, Fener, Gece ve Yıldızlar, s. 14-15.

[3] Wolfgang Borchert, “Karahindiba”, Ama Fareler Uyurlar GeceleyinToplu Öyküler, çev. Kâmuran Şipal, YKY, 4. baskı, İstanbul 2022, s. 23-28.

[4] Wolfgang Borchert, “Billbrook”, Ama Fareler Uyurlar GeceleyinToplu Öyküler, çev. Kâmuran Şipal, YKY, 4. baskı, İstanbul 2022, s. 78-79.

[5] Wolfgang Borchert, “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin”, Ama Fareler Uyurlar GeceleyinToplu Öyküler, çev. Kâmuran Şipal, YKY, 4. baskı, İstanbul 2022, s. 146.

[6] Wolfgang Borchert, “Hamburg”, Ama Fareler Uyurlar GeceleyinToplu Öyküler, çev. Kâmuran Şipal, YKY, 4. baskı, İstanbul 2022, s. 63.

[7] Persil bleibt persil hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.

 

GİRİŞ RESMİ:

Borchert'in 1941'de askere alınmadan önceki son fotoğrafı.