Haldun Taner, 10 Ekim 1976'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlanan portre yazısında Münir Özkul'u şöyle tarif ediyor: Bence Münir gelmiş geçmiş Türk komedyenlerinin en önde gelenlerinden biri ve şahsî kanımca en iyisidir
11 Ocak 2018 13:53
“O, sekiz yaşında bir çocuktur. Onu öyle kabul edeceksiniz.”
Bir tartışma sırasında eşi söylemişti bunu. “Bizim Tiyatro” diye bir girişimimiz oldu bir zamanlar. Kendini dağıtan Münir’i yeniden tiyatroya ısındırmak için üç kuruculu bir topluluk düşünmüştük. Çetin İpekkaya, Münir ve ben, sık sık toplanıp konuşuyorduk. İlk oyunla tiyatroyu tutturduktan sonra onu Münir’e bırakıp zaten başımızdan aşan kendi işlerimize dönecektik. O sıralardaki bir tartışma sırasında Münir’in yine bir kaprisi tuttu. Eşinin bu sözü, sanırım o vesile ile söylenmişti:
“O, sekiz yaşında bir çocuktur. Onu öyle kabul edeceksiniz.”
Bu söz üzerine sonraları çok düşündüm. Galiba, Münir’e büyük yeteneğinin sırrı da bu cümlede yatıyordu.
Türkçe’de -sade Türkçede mi- en güzel çocuk şiirlerini de yazmış olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, çocuklara yaklaştıkça insan sanatın özüne daha yaklaşır mealinde bir söz söylemişti bana. Ne kadar haklı. Münir’in her yaşta her sınıf çocuğu kavrayışı da galiba yine bundandı. Batılıların Clowherie, bizim palyaçoluk dediğimiz apayrı bir güldürü türü vardır. Aslında bana mısın diyen sanatçı clown olamaz. Ama istese, Münir, Dr. Grock, Fratellini, Oleg Popov kıratında uluslararası bir clown da olabilirdi.
Münir’le tanışıklığımız hayli eskilere uzanır. Rahmetli Turan Göker’in yönettiği Bakırköy Halkevi sahnesinde başlamış sahne yaşamı, sahneye çıkar çıkmaz da daha kavramış halkı. Ses Opereti’nde sürdürdü bu sevimli çıraklık devrini. Daha sonra her yeteneği fark edip, en büyük şansları veren Muhsin Hoca, onu 1950’de kurduğu küçük sahnesine aldı. O güne kadar şeytan tüylü, sahneye ısıtan, sevimli bir oyuncu olarak bellenen Münir’in derinlemesine boyutu da işte o sıralarda meydana çıktı. “Karakol”daki rolünü daha sonra ünlü bir sinema ve tiyatro sanatçının oynadığı filmde de gördük. Münir’in klası ondan iyi idi. Bu dönemde en unutulmaz başarısı “Arpa Ambarı”ndaki Auguste rolü oldu. Heyecan Başaran’la birlikte oynadıkları bu oyunun hele ikinci perdesinde tiyatroseverlere unutamayacakları Avrupa kalitesinde bir yaşantı sağladılar. Münir, daha sonra Şehir Tiyatrosu’na, Devlet Tiyatrosu’na girdi. Kendi adına bir Bulvar Tiyatrosu kurdu. Batırdı. Alkol komasına girdi, yeteneğinin silikleştiği, kişiliğini dağıttığı karanlık bir beş yıl geçirdi. Uzun tedavilerden geçti, bu umutsuz günlerini onunla candan paylaşan eşinin desteği ve kendi iradesi ile, geç de olsa, bu buluttan çıkmasını bildi. Alkolü bıraktı. Tedavi yıllarının onda başka bir kazancı da psikanalizin, bilinçaltı âleminin doğrudan doğruya içine girme olanağı bulması oldu. İnsan ruhuna ait her şeye büyük bir tecessüs açlığı duyan Münir, geçirdiği rahatsızlıklar döneminde kendi şahsına dair birçok yeni şeyler öğrendi. Başkaları için bir maraz sayılan şizofresi eğiliminin bir aktör için bazen verimli bir yanı olduğunu gördü. Münir, aşırı duygulu her sanatçı gibi zaman zaman umutsuzluk dönemlerine, depressionlara girer hâlâ. Bütün ünü, başarıları, bu dönemlerde onu yüreklendiremez olur.
Herkesin başından zaman zaman böyle depression dönemleri geçebilir. Ben ne zaman biraz hasta veya dertli olsam, onu ve eşini hemen yanımda buldum. Onların anlayışlı yakınlığını gördüm. Candan dostluklar bazen insana ilâçtan da yararlı oluyor. Yıllar yılı aramızda yoğun bir ağabey-kardeş bağı örüldü. Bugün de ben ona her şeyimi açarım, o da bana. Buna güvenerek, ondan habersiz, onun bazı bunalımlarını Türkiye’ye misafir gelen ve benim de tesadüfen tanıdığım ünlü bir psikiyatra açıp fikrini almak istedim. Kadın, bütün ayrıntıları ile açıkladığım Münir Özkul’un psişik radiyoskopisini dikkatle dinledi:
- Bu adamı neden iyi etmek istiyorsunuz, dedi. Sanatı ve başarısının nedeni bu yakındığı özellikler. Onları iyi edersek ortada sağlıklı bir kabuk kalır. Bırakın olduğu gibi devam etsin. Şimdi mutsuzlukları içinde mutludur. İyi olursa büsbütün mutsuz olur.
Münir, alkol zehirlenmesi krizlerinden sonra muayene edildiği zaman karaciğeri, akciğerleri, böbrekleri, damarları şaşılacak derecede sağlıklı bulundu. Alkol sadece belleğini biraz zedelemişti. Eskisi kadar kolay rol ezberleyemiyordu. Sinemaya kayışının bir nedeni, orada bellek zorlaması olmadığı içindir.
Tabii, çocuk ruhlu Münir’in popülarite hevesini de unutmamalı. Sinema, kabul etmeli ki, ona tiyatrodan daha yaygın ve kolay ün sağladı. Ama Münir orada bile, her şeyin en kolayına kaçıldığı, ilk bulunan fikrin hemen uygulandığı en kolay beğenir ortamda bile, rolü ne kadar küçük olursa olsun, ona kendi kalitesinin damgasını vurmayı bildi; hattâ sinemada bile kolay unutulmayacak bazı büyük kompozisyonlar yaptı. Sinema onun zorunlu tutkusu oldu, üstelik de geçim yolu. Bir ara gazinocuların baskısı ile show’a da, istemeye istemeye, çekine çekine çıktı. Sıcaklığı ve sevimliliği ile başardı. Ama çabuk ayrıldı.
Münir’in antika merakından, ince sanat eserlerine vurgunluğundan da uzun uzun söz etmek mümkün. Bu “hobby”sinde sanatçı ve duygusal yaratılışının olduğu kadar, çok hayranı olduğu Behzat Baba’nın antika merakını model olarak alışının da bir payı olarak alışının da bir payı olsa gerek. Münir’in başka hayranı olduğu bir sanatçı da esprili ve kültürlü insan, virtüöz dublajcı Ferdi Tayfur’du. Sait Faik de hayran oldukları arasındadır. Çocuğunu görmemiş olmasına karşın eski halk komikleri olduğu halde, onun değer yargısında baş yeri tutarlar. Dümbüllü İsmail’in Münir’i kendi halefi olarak görüp ona kavuğunu hediye edişi Münir’in en övündüğü armağan olmuştu.
Zaman zaman alaturka bir halk komiği olmak ülküsüne kapılır. Oysa Tanrı kendisine bir halk komiğini de aşan yetenekler vermiştir bol bol. Onları kullanmak işine gelmez, zoruna gider. O ne bir film artisti, ne bir showmen, ne bir halk komiğidir. Eminim, bunu, onun en yakınları, Sadık Şendil ve Ertem Eğilmez de bal gibi bilirler. Bilirler de, yine de sinemada küllenmesini önlemezler.
Bence Münir gelmiş geçmiş Türk komedyenlerinin en önde gelenlerinden biri ve şahsî kanımca en iyisidir. En büyük avantajı sesi, sesinin kadife yumuşaklığı ve Münir’in bu materyeli şaşılacak zengin bir skala içinde kullanabiliş yeteneğidir. Bir başka büyük avantajı yukarıda belirttiğim şizofrenik eğiliminin role girmede ona bambaşka boyutta bir yaratma gücü ve zenginliği kazandırışıdır. “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”ndaki Tomas Fasulyeciyan rolüne nasıl girdiğini adım adım izledim. Eseri yazdığım iki ay boyunca her hafta eşi ve Çetin İpekkaya ile bana, Abant’a kadar geliyor, iki gün kalıp dönüyorlardı. Ben onlara bir hafta boyu yazdıklarımı okuyordum, üzerinde konuşuyorduk. Bu çalışma tarzını eşinin tavsiyesine göre uygulamakta idik. O, Münir’in gerek oyunun havasına, gerekse Tomas Fasulyeciyan’ın rolüne, böyle yavaş yavaş daha iyi gireceği kanısında idi. Oysa Münir, bütün bu konuşmalarda pek ilgili görünmüyordu. Abant kıyısında otları yolup onlarla oynar görünüyordu. Dalıp dalıp gidiyordu, çabuk yoruluyordu. Provalar başladıktan sonra da iniş ve çıkışlar içinde idi. Ama ilk gece karşımıza öyle bir sahne devi çıktı ki, hepimiz şaşakaldık. Tomas Fasulyeciyan mezarından kalkıp gelse, Münir’in sunduğu bu oyuna bakıp ben bunu olmak isteyip de olamazmışım diye hayıflanabilirdi. Rolün, en ince nüanslarına göre yazıldığını söylemek zorundayım. Ama Münir, bu nüanslara kendiliğinden yeni nüanscıklar kazandırmıştı, dallı budaklı bir kompozisyon yaratmıştı. Rol, Fasulyeciyan + Münir karışımı, bambaşka bir renk kazanmıştı. Onun için de LCC salonunda alkışın sonu gelmemişti. Ve Münir, Türk seyircisine büyük ve erişilmez gücünü belgelemişti. Ağlayanlar vardı. Başta Adalet Cimcoz olmak üzere salondan sahneye atlayıp ona sarılanlar vardı. Rejisör Çetin İpekkaya ağlıyordu, bu oyunun o oynayışının video teybe alınmamış olmasına çok acırım. Bereket versin, bir hayli sonra televizyoncular son tiradı çektiler ve birbuçuk yıl boyu tiyatro saati yayınlarının sonunda amblem olarak muntazaman yayınladılar. Sonraları çok beğenilen bu tiradı, oyunun onuncu temsilinden sonra bir sabah Kadıköy vapurunda bir sigara paketinin arkasına karalamış ve tiyatroda Münir’e okumuştum. İlk tepkisi yine silik oldu, “Bir deneyelim” dedi.
İlk üç akşam tiradın pek içine de giremedi, dördüncü akşam boynuma sarıldı. “Ben dalgaya geldim, anlamadım” diye özür diledi.
O gece sıra tirada gelip de “Hepsi öldüler. Kulunuz Tomas Fasulyeciyan da dünya deniştirdim” derken sesi boğum boğum ağlamaklı idi. Sanki kendi mezarının başında kendine bir ağıt okur gibiydi. O geceden sonra o tirad Münir’in bir parçası oldu sanki, onu tâ yüreğinin içinden vermesini bildi.
“Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde.”
Kendi yazdıklarımı bir daha okumaktan hiç hoşlanmamama karşın, bu tiradı on kere, yirmi kere, yüz kere dinleyebilirim bıkmadan, Münir onu bu kadar güzel yansıtıyor diye.
Münir Özkul gibi safkan bir sanatçı ile birlikte çalışmış olmaktan, ama asıl onun gibi bir dostum olmasından övünüyorum.