Çeşitli maskelerle çevrili olduğumuz, görünenle görünmeyenin iyice karıştığı şu dönemde, bu sergiyi mümkünse gezin derim, kendimizle her yüzleşme yeni bir şey kazandırabiliyor ne de olsa
11 Ocak 2018 15:32
İstanbul’da, Pera Müzesi’nde “Bana Bak!”/ “Look At Me!” adlı portre sergisine girdiğinizde, büyük bir duvar yerleştirmesi çıkıyor karşınıza. Bir palyaço suratının buğulu ve silik görüntüleri, beyazın hâkim olduğu renkli fotoğraflardan 36 tane kare, kırmızı ağız, kırmızı burun, sonsuz bir sırıtış, sonsuz bir acı, irkiltici.
Ağızdan çok yaraya benzeyen bu görüntüler, estetik ameliyatı olmuş birisinin yahut bir mumyanın yüzü kanıyormuş da sargılarına bulaşmış gibi göründü bana. Korku filmi gibiydi, fazla bakamadım. Sanatçı Roni Horn, zaten bu çalışmasına, sessiz sinema döneminin en ünlü korku filmine atıf yaparak “… Muayenehanesi” adını vermiş. Yani Dr. Caligari’nin Muayenehanesi. Bereket, serginin tamamı bu kadar korkutucu değil. Tersine, gezdikçe insanın zihninde suret, benzerlik, bakış ve yansıma, kimlik ve zaman üzerine zengin çağrışımlar yaratıyor.
Aklıma hemen, bir ay önce Londra’da Tate Modern Müzesi’nde, Modigliani sergisine girer girmez karşıma çıkan, sanatçının “Pierrot olarak kendi portresi” adlı tablo geldi. Londra’da tesadüf Modigliani’yi ve başka portre sergilerini gezmeseydim, Pera Müzesi’ndeki portreleri aynı gözle görmeyecektim. İki farklı sergi yolculuğu, sanat tarihinde hızlı bir zaman yolculuğuna dönüştü.
Pierrot, o hüzünlü palyaço, melankolinin simgesi, aynı zamanda en beklenmedik ve söylenmeyecek şeyleri söylemekle tanınır, baş kaldıran bir figürdür, beyaz suratı ve beyaz gömleğiyle, bir yandan da cinsiyetler arasında gidip gelir, hem kadın hem erkek hem de hiç birisidir, başka bir şeydir sanki.
Modigliani otoportresinde kendisini Pierrot olarak temsil ederek, belki de sanatsal özgürlüğü ve başkaldırmayı üstleniyordu. Roni Horn ise, irkiltici palyaçosuyla, bir olasılık, her birimizin sahiplendiğimiz ve değişmez olduğuna inandığımız kimliklerimizin ne kadar değişken, akışkan, istikrarsız olduğunu hatırlatmaya çalışıyor. Her ikisi de, palyaço figürüyle, sanatçının sorgulama görevini üstleniyorlar bir bakıma. Çağlar boyu her dönemin sanatında, portre galiba en önemli felsefî sorgulama araçlarından birisi.
Seurat, Cézanne, Picasso gibi sanatçılar çeşitli Pierrot tabloları yaptıkları gibi, besteci Schoenberg de palyaçonun şarkılarını “Pierrot Lunaire” adıyla bir yapıtta işledi. Modern pop müziğin yıldızlarından Björk bu şarkıları söyledi, David Bowie bir dönem Pierrot kılığına girdi, örnekler saymakla bitmez. Moliére’in Don Juan oyunuyla tiyatroya giren Pierrot, Marcel Carne’nin Cennetin Çocukları (1945) filmiyle sinemaya adım atmıştı.
Pera Müzesi’nde “Bana Bak!” sergisinde, palyaço figürü kadar kışkırtıcı ve rahatsız edici başka birçok portre çalışması var. Beni en çok etkileyen, Gillian Wearing’in “Albüm” adını verdiği dizi. Sanatçı, 2003-2006 yıllarında, çeşitli maske ve kostüm uzmanlarıyla çalışmış, fotoğraflardan yola çıkarak, ailesinin çeşitli fertlerinin yüz hatlarını kendi suratına maske şeklinde uyarlayarak fotoğraf pozları vermiş. Annesi, babası, kardeşleri ve hatta 17 yaşındaki kendisi olarak garip bir otoportre galerisi yaratmış.
Bu da beni çok irkiltti. Akrabalarımın suretlerine bürünmek hiç aklıma gelmezdi. Fakat sonra birden hatırladım, Picasso gençliğinde yaptığı otoportrelerde kendisini hep aile üyelerine benzeterek resmetmişti. İnsanın bütün kimlik kökenlerini irdelediği, altüst edici bir sorgulama. Bana hayli karanlık bir oyun gibi göründü.
Bir kimliği taşımanın endişesini soruşturmak, belirsizliklerini, kısıtlamalarını ve zorluğunu temsil etmek, portre sanatındaki bu felsefî boyutun sadece bir yanı elbette; onun yanında ayrıca, içimizde gizil kalmış çeşitli kimliklerle oynamak, farklı kimlik rollerine bürünmek de eğlendirici, mutluluk verici bir oyun, bir başkaldırı ve özgürlük arayışı, bazen tehlikeli de olsa. Belki cazibesi de bu tehlikede zaten.
Üstelik sanatçıların bu ve benzeri oyunlara girişmeleri yeni değil, çok eskilere dayanıyor. Portre-otoportre böyle arayışların taşıyıcısı bir sanat türü olmuş daima. Yazın ve tiyatro da hep ona koşut gitmiş bu arayışta.
Aynı oyunculuğu Cézanne’da görmek beni şaşırttı. 19’uncu yüzyılın çarpıcı bir örneği. O ciddi adamdan hiç beklemezdim. Londra’da gördüğüm en güzel sergilerden birisi, Ulusal Portre Galerisi’nde açılan “Cézanne Portreleri” sergisiydi. Sanatçının portre çalışmaları tarihte ilk defa toplu olarak sergileniyor, elliden fazla tablo var.
Portrelerin birkaç tanesinde, kendi amcasını çeşitli kılıklarda ve kimliklerde temsil etmiş. Türbanlı bir doğulu, bir keşiş, bir avukat olarak, yahut köylü iş elbisesi ve şık bir mavi kasketle resmetmiş amcayı. Karısını bazen düğme ağızlı, bazen daha albenili boyarken, otoportrelerinde kendisini biraz karanlık bir adam olarak temsil ediyor.
Rembrandt’ın kendisini tüccar, casus, hırsız, neredeyse bir katil, yahut delirmekten korkan bir adam olarak, hayatı boyunca resmettiğini hatırladım sonra. Van Gogh’un giderek yıpranan yüzüne aynada adeta korkuyla baktığı otoportresini, ardından da kendi eliyle kestiği kulağı sargılanmış olarak, ama garip bir şekilde dinginleşmiş suretini resmedişini unutmak mümkün mü? Ya da Kitaj’ın bir Viyana varoşunda Nazilerin çıplak dolaşmaya mahkum ettiği, aşağılanmış kadın suretinde otoportresini?
Pera’daki “Bana Bak!” sergisinin küratörü Nimfa Bisbe Molin, katalogdaki sunuş yazısında, “Belki de bütün portreler birer maskedir” diye yazmış. Sureti tek bir ifadeyle donduran, ama bir şeyleri gizlediği kadar bir şeyleri de açık eden bir imge stratejisi. Molin, bu sergideki bütün yapıtlar maske olarak tanımlanabilir, ama “maske” teması altında toplananlar, maskenin en ilkel özelliklerine gönderme yapıyor demiş.
Gerçekten de, “Bana Bak!” sergisinde, “Sahnelenen Duygular”, “Kimliğe İlişkin Uzlaşımlar”, “Maskeler ve Diğer Kurmacalar” ve “Yüzün Hafızası” başlıklı dört bölüm var ve bence de hepsi birbirine geçirgen şekilde kurgulanmış. Ama “Maskeler” bölümünde en çarpıcı sanatçılar yer alıyor.
Karayip kökenli New York’lu sanatçı Jean-Michel Basquiat’ın “Canavar” adlı otoportresi, hem Afrika maske geleneğine gönderme yapıyor, hem ırkçı beyaz toplumda zenci erkeğin ikonografisini vurguluyor. Katalan sanatçı Antoni Tapies ise, “Makyaj” adlı otoportresinde, yetmişli yaşlarında belki de kendisini “herkes” olarak, genel bir insanlık portresi gibi maskeleyerek, makyajlayarak resmetmiş.
Küratör Molin’e göre, sergideki yapıtların hepsi portrenin sonuçta bir kurmaca olduğunu vurguluyor, ama aynı zamanda her insanın bireyselliğini ve toplumla ilişkisini tanımlayan “kişilik” dediğimiz özelliğini ortaya çıkartma imkânı yarattığını da kabulleniyorlar bir bakıma. Zaten serginin alt başlığı “Portreler ve Diğer Kurmacalar.” Molin, portrenin “toplumsal ayna” olarak başlayan görsel macerasını, günümüzün selfie ve görüntü karmaşasındaki dijital labirente kadar izlemeyi amaçladıklarını ima etmiş adeta.
Kimliğin temelde daima bir anlatı olduğunu, kendimize ve başkalarına anlattığımız bir hikâye olduğunu hatırlarsak, portredeki kurmaca boyutu daha bir anlam kazanıyor. Ama diğer yandan, kurmaca derken, asıl gerçekliğe hiçbir zaman ulaşamayacağımızı kabul ediyoruz. Gerçek böyle maalesef. İnsan ne kendini, ne de başkalarını, en yakınlarını bile, tam olarak tanıyamıyor, gizemini çözemiyor.
Fakat bazen de gizeme gerek yok, belki portre sonuçta sadece bir portredir, insanın belli bir anda suretinin yansımasıdır. Tarihte portre sanatı, sonra da ilk çıktığında fotoğraf, bazen sosyal konum belirlemek için, bazen kişisel anı olarak, kimi zaman belge niteliğinde, insan yüzlerini zamanın amansız akışından kurtarmaya çalışmış.
Londra’daki Cézanne sergisinde, sanatçının bir sözü öne çıkartılmış: “Şimdi zamanın bir ânı geçip gidiyor. Bizler o an olmalıyız.”
“Bana Bak!” sergisinde, “Yüz ve Hafızası” bölümünde, portrenin zamanla ilişkisi üzerine, belki de serginin en çok sevdiğim çalışması var, Kolombiyalı sanatçı Oscar Munoz’a ait. Yarım saatlik bu sessiz videoda bir el, belki sanatçının eli, sürekli olarak bir yüz çiziyor, belki kendi yüzü, ama nafile, çizdiği anda kayboluyor hatlar, tekrar baştan başlıyor, bu portre asla bitmeyecek, çünkü güneş vurmuş bir kaldırım taşında, su üzerine çizilmekte. Zamanın akışıyla bizlerin zamana direnme yahut zamanı kucaklama çabamız arasındaki trajikomik oyun, adına hayat dediğimiz.
Öyle de olsa, portre sanatı gerçekten bir an için kendimizi sergilediğimiz bir toplumsal ayna, bazen de en derin varoluşsal gerçekliğimizi aradığımız kişisel bir ayna olarak işlev yapabiliyor. Bence burada bakan gözün duyarlılığı, yani sanatçının bakışı en belirleyici unsur.
Londra’da Tate Modern Müzesi’ndeki Modigliani portrelerini izlerken, tıpkı 30 yıl önce Paris’te izlediğim muazzam Modigliani retrospektifinde olduğu gibi, sanatçının portreye yüklediği duygu yoğunluğu ile biz izleyicilerin duygu birikimi arasında bir alışveriş söz konusu diye düşündüm. Bu alışverişi önemsiyorum. “Bana Bak!” sergisinde de aynı şey vardı. Bana kim bakıyor, nasıl bakıyor? Sevgiyle mi, merakla mı, empatiyle mi? Önemli olan bu.
Modigliani onun portresini yaptığı zaman, Fransız yazar-şair Jean Cocteau önce mizahla yorumlamış, “Bana hiç benzemiyor ama tam Modigliani’ye benziyor, önemli olan da bu” demiş. Fakat hemen ardından, daha da güzel bir şey söylüyor: Modigliani portreleri “sanatçının gönül gözüyle gördüğü suretlerdir, sadece karşısında poz verenlerin nesnel görüntüleri değildir.”
Bakılan kişi bir zaman sonra bakan sanatçının bir ruh hâlini de yansıtmaya başlar, yani bir ayna görevi yapmaya başlar. Böylece portrenin simge özelliği başlar, suretin ardındaki mana başkalaşır. Sanatçı baktığı kişi kadar kendisinin de resmini yapıyordur aslında. Dolayısıyla o tabloya bakan bizler de kendimizden bir şey bulmaya başlarız görüntüde.
Bütün sanatın, ama en çok da portre sanatının, bu ilişki/ alışveriş boyutudur benim için önemli olan. Zincirleme sürer ve zamana epey direnir bana kalırsa. Daha fazlasını bekleyemeyiz, ne hayattan ne de sanattan.
Portrenin metafizik bir anlamı da var sonuçta. Pera Müzesi’ndeki sergide bu boyut biraz geri planda. Çağdaş sanatın cinsiyet, sosyal rol gibi daha politik sorgulamalara kaydığını, metafizik arayışın zayıfladığını bir kez daha gösteriyor bana kalırsa. Bir tek “Maskeler” bölümünde, İspanyol sanatçı Juan Navarro Baldeweg’in “Büst, siyah ve gümüş” adlı tablosu buna istisnaydı. İnsan yüzleri yerine doğrudan maskelerin portresini yaptığı bir diziden alınmış sergideki tablo. Maskelerin sadece maske takanı görünmez kılmakla kalmadığını, maskenin aynı zamanda görünmez olan bir şeyi görünür kıldığını, böyle neredeyse “büyülü” bir işlevi olduğunu hatırlatıyor bize.
Metafizik zaten görünmez olanı görünür kılmaya yönelik bir felsefi çaba. Sadece Afrika maskeleriyle, voodoo ayinleriyle, yahut şaman muskalarıyla sınırlı değil, bütün kültürlerde var bu dürtü. Bizans kültüründe portrenin merkezi yeri, ikon boyama sanatı, sufilerin rüyada Allah’ın cemalini görmeleri, yahut Doğu masallarında kahramanın rüyasında veya bir minyatürde suretini görür görmez sevgiliye âşık olması, hep bu kültürel damarın uzantıları. Burada güzellik sadece bir dış görünüş meselesi değildir, ama dış güzelliğin bile bir felsefâ anlamı var muhakkak.
Modigliani portrelerine bakarken, tam da bunu hissettim. Gözlerin birbirine yakın ya da uzak çizilmesiyle, yüz hatlarının sadeleştirilmesiyle, renklerle, bazen stilize ederek, birçok teknikle ulaşılan bir tinsel/ manevi derinlik var onun portrelerinde. Tıpkı bu görünen-görünmeyen diyalektiğinde olduğu gibi, insan kişiliğinin yüzeyde hemen görünmeyen bir iç dünyası, ruh hâli çıkıyor ortaya bu sayede.
Yıllar önce Londra’da sürekli gittiğim bir kafede yaşlı bir ressama rastlıyordum, bir gün benim kara kalem portremi çizdi. Gösterince şaşırdım. Hem bendim, hem başkasıydı. Ya bilmediğim, ya da görmekten çekindiğim bir yanımı yakalamıştı. Elmacık kemiklerim ve burnum keskin, biraz yırtıcı kuş gibi, haşin ve özgür, bambaşka bir kadın vardı karşımda. Vahiy gibiydi kendimi farklı gözle görmek.
Modigliani sergisinde ufak bir Picasso portresi dikkatimi çekti. Yirmili yaşlarında, sevimli bir Katalan köylüsü var karşımızda. Henüz saçları dökülmemiş, yuvarlacık yüzüyle, işçi gömleğiyle, hayata gülümseyen, bambaşka bir Picasso yakalamış Modigliani. Sonraki fotoğraflarında bildiğimizden çok daha sempatik ve kırılgan. Kişiliği kolayca yargılamamayı öğretti bana o minicik tablo.
Dijital teknoloji çağında portremiz yapılmıyor artık. Sokak sanatçılarına ayaküstü çizdirdiklerimiz pek sayılmaz. Eskiden de sadece zenginler portre sipariş edebiliyordu. Daha çok da sosyal statülerini kanıtlamak için. Zamanla portre daha kişiselleşti elbette, ama bugün artık bir sanatçının gözüyle göremiyoruz kendimizi. Sürekli fotoğrafımız çekilsin isterken, ya da cep telefonlarımızda selfie çekerken, bu sezinlediğimiz ama bize bile görünmeyen yanımızı arıyoruz belki de.
Portre sanatının kimlikle ilintili olarak daima böyle bir ikircikli yanı var. Pera Müzesi’ndeki sergi de bunu çok güzel yansıtıyor. Sergideki yapıtlar, İspanyol-Katalan “la Caixa” Bankası’nın vakıf koleksiyonuna ait.
Bütün bu yüzler, portreler ve otoportreler arasında dolaşırken, daha önce değindiğim gibi, Doğu’nun suret masalları geldi aklıma. Ve ünlü Narkissos masalını düşündüm sonra. Kendi görüntüsüne âşık olan genç adamın, iç ve dış, görünen ve görünmeyen, gerçeklik ve hayal arasında nasıl bocaladığını hatırladım. Sonra da Nâzım’ın “Masalın Masalı” şiiri geldi aklıma.
“Su başında durmuşuz,/ çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz/ Suda suretimiz çıkıyor,/ çınarın, benim, kedinin,güneşin, bir de ömrümüzün.. ” diye giden şiir hani. Pera Müzesi’nde “Bana Bak!” sergisini gezerken, bana şimdi kim bakacak, diye düşündüm. Hangi sularda yansıyor ömrüm? Portremi kim yapsın isterdim? Aynada yahut selfie fotoğrafta gördüğüm kişi ben miyim? Hayatın kendisi bir suret masalı değil mi sonuçta?
Çeşitli maskelerle çevrili olduğumuz, görünenle görünmeyenin iyice karıştığı şu dönemde, bu sergiyi mümkünse gezin derim, kendimizle her yüzleşme yeni bir şey kazandırabiliyor ne de olsa.