Günler Aylar Yıllar yahut daha ötesi

"Günler Aylar Yıllar korkarım ki çok fazla önem kazanacak ilerideki onyıllarda. Nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair önemli ipuçları verecek bizlere. Bugün klişeleşmiş tabirle biz 'korkuyu bekliyoruz', yarın onu çok daha yoğun yaşayacağız."

18 Mart 2021 14:12

Meraklıları çağımızın romanını kim yazacak tartışadursun, Çinliler bu mevzuda da bir hayli yol aldılar. Memleketimizde benim de ikisini çok önemsediğim üç Çinli yazar var az çok okunan. Birincisi 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nün de sahibi olan Mo Yan kuşkusuz; peşi sıra James Joyce ödülü sahibi Yu Hua geliyor. Onu Franz Kafka Ödülü başta olmak üzere bol ödüllü Yan Lianke takip ediyor. Mo Yan’a dair benim herhangi bir fikrim yok. Okusam belki de yazdıkları ilgimi çekerdi. Ama Çin devletine verdiği sınırsız ödün beni hep yapıtlarını okumaktan alıkoydu. Herhangi bir eserine bir kez başlamış olsam, belki de “Allah belasını versin, bu da böyle bir adam ama iyi de yazıyor” der, bu bahaneyle devam ederdim – kim bilir?

Yu Hua ile Yan Lianke için ise böylesi bir okumama grevine katılacağımı hiç sanmıyorum. Zokayı yuttum bir kere. Darısı henüz tanışamayanların başına.

Pek çok Çinli yazarı, ama özellikle Yu Hua ile Yan Lianke’yi okumaktan, onların yazdıkları üzerine Donaukanal boyunca yürümekten, uzun uzun düşünmekten çok hoşlandığımı itiraf edebilirim. Bizim oğlan bina okur, döner gelir yine okur deyimi her ne kadar bir tıkanma, kınanma halini dışavuruyorsa da, ben onu pek öyle anlamıyor, sürdürme ısrarına yoruyorum, zorla mı? Bana öyle geliyor ki bu halimi Çinli bilgeler görse kutlarlardı onlar da. “Kötü sevgiliden ayrıl, bırak o derisini kazısın, sen iyi kitapları kazı bakalım, altından ne çıkacak” bile der, cesaretlendirirlerdi hatta. İnsanın kendisiyle uğraşması da kuşkusuz verimli sonuçlara gebedir (bir of çekersin karşıki dağlar duymaz mesela) ama çağıyla, yaşadığı zamanın düşünme biçimleriyle uğraşması, uzlaşması, onlara meydan okuması çok daha verimli sonuçlar verir. Bunu derken aklına Jenny Erpenbeck geliyor. Gidiyor Gitti Gitmiş.

Yu Hua’nın şimdiye kadar dört kitabı çevrildi Türkçeye. Bunların üçünü (Yaşamak, On Sözcükte Çin, Kanını Satan Adam) Jaguar Yayınları piyasaya sürdü. Yağmur Altında Çığlıklar’ı ise İpekyolu Kültür Edebiyat[1] isimli bir yayınevi neşretti. Lianke’nin pek çokları gibi bence de başyapıtı olan Lenin’den Öpücükler’i Final Kültür Sanat adlı bir yayınevi yayınladı. Kitabın pek ilgi görmemesi beni sahiden şaşırttı. Muhtemelen okur ne kitapçılarda ne de internet satıcılarında bu eseri pek göremediğinden, Lenin’den Öpücükler güme gitti. Baskısı hâlâ piyasada mıdır, çevirisi nasıldır, benim de herhangi bir fikrim yok. Lenins Küsse isimli Almanca kopyasını okumuştum. Lianke ile sohbetim de bu kitaptan böyle başladı. Onu bir hayli ilginç bir diğer kitap izledi. Can Yayınları’nın piyasaya sürdüğü Patlama Kayıtları’ndan bahsediyorum. O da güme gitti sayılır. 2020 yılında Jaguar Yayınları Günler Aylar Yıllar’ı yayınladı. Lianke’nin Batı dillerinde de çok sükse yapmış bu kitabını henüz okumamıştım. Galiba novella olduğunu bilmediğimden, bir de Lenin’den Öpücükler gibi o da Balou Sıradağları’nı mekân eylediğinden, nasılsa bakarım bir ara diyor, erteliyordum. Roman okumak beni her zaman fazlasıyla germiştir. Öyküye, novellaya ölür biterim ama roman olmasa da olur. Bunu dedikten sonra Lenin’den Öpücükler’e karşı derin bir mahcubiyet duyduğumu da söylemek zorundayım. Bir yazar 600’e yakın sayfada insanı nasıl insanlığa çağırır, onun yoksulluk, yoksunluk, yine de var olma halleriyle sınar, roman sanatına bu yanıyla da bakmak için iyi bir bahane.

Lianke pek verimli bir yazar. Önemsenmesi gereken pek çok filmin senaryosundan tutun, onlarca novellaya, sanırım sayısı yirmiyi bulan romandan kuramsal çalışmalara, tek başına bir tür yazı festivali adeta. İleride Balou Sıradağları’nda mı olur, yoksa Çin’in başka bir yerinde mi yapılır bilmem ama bir tür ‘Geleneksel Jan Lianke Öykü Roman Şenlikleri’ kesin düşünülür. Haliyle Lianke’nin sadece öykü ve romanlarının basılmasında değil, kuramsal çalışmalarını da okumakta ısrar etsek yeridir. Adına Mitik Gerçekçilik dediği yazı anlayışı Türkiye yazınına da katkılar sunabilecek önemde.

Yu Hua’nın da, Yan Lianke’nin de eserlerinin McKenzie Wark’ın Moleküler Kızıl adlı yapıtı eşliğinde okunması ayrıca verimli sonuçlar doğuracak, edebiyat düşüncesinde el yükseltecektir. Kuşkusuz Çin’deki sosyalist devrimin entelektüel dağarcığı Rusya’daki kadar zengin değil. Çinli yazarlar Bogdanov gibi Lenin’e yahut Mao’ya rakip çıkacak, Platanov gibi devrimin zeminini sorgulayacak karakterleri oluşturacak ortama her ne kadar sahip değillerse de, insanı kavrama biçimleriyle Gorki’den Platanov’a, Rusya’da yazılan edebiyata hiç uzak değiller.

Aşağıdaki Çukur okuması Yaşamak’ın okurlarına kitabın devrim sonrası bölümlerini fazlasıyla anımsatacaktır:

Çukur’da köylüler, Stalinistler için oldukları gibi çoğunlukla isimsiz ve çehresizdir, ancak sessiz değildirler. Köylülerden birinin tasviriyle durum şöyledir: ‘... orta yerinde reçel bilem yokmuş. Tam kolektivizasyon, bize hayrı yok!’ Bir diğeri kanından, canından bildiği ama bir kere kolektifleştirildiğinde kendisinin parçası ol­maktan çıkacak ağaçların yasını tutar. Yine bir başkası zorunlu ko­lektivizasyonun tek sonucunun eski mülkiyet ilişkilerinin farklı bi­çimleri olacağını doğru bir şekilde öngörür. Toprağın sahibi halk değil, Stalin ve uşakları olacaktır.” (Moleküler Kızıl, Metis Yayınları. çev: Cemal Yardımcı)

Yu Hua Avrupa’da da radikal entelektüeller (bazı isimleri zikretmek gerekirse Alain Badiou, Jean-Luc Godard, Bernardo Bertolucci önü çekenlerdir) tarafından hak ettiğinden fazla övgüye mazhar olan Maoizmin, özellikle de Kültür Devrimi’nin geçerken sakatladığı köylerin, köylülerin öykülerini anlatmakta ısrarlıdır. Eleştirisi kimi ortodoks Marksistlerin anladığı şekliyle karşı devrimci değildir ama, sosyalist devrimin yerini bulamamışlığının devrimci eleştirisidir. Memleketimizde yayınlanan Yaşamak’tan, Kanını Satan Adam’dan dem vuracak olursak, taşrada korkunç bir yoksulluk, yoksunluk vardır; sosyalist devrimin bu yoksulluğa karşı dişe dokunur bir çabası yoktur, fakat oturduğu yerden toplumu çok iyi anladığı kanısındadır. Kolektifleştirme amacıyla hanelerdeki tabağa çanağa el konur, eritilir, çeliğe dönüştürülür bütün bu malzemeler; insanlar merkezin belirlediği menüleri aşevlerinde hep beraber yiyeceklerdir. Bir süre yer içerler ama parti toplumu doyuramayacağını anlayınca herkesi evine barkına yollar. Hadi bakalım, tekrar başınızın çaresine bakın. Tamam, eve gidelim, iyi hoş da nerede bizim tabağımız çanağımız? Giden gitmiştir. Köylü Devrimi köylülerin katılımını beklemez çok fazla, onlar devrimin sonuçlarını yaşayacaklardır. Üreten onlar olabilirler ama eleştiremezler, katılamazlar, yönetemezler. Parti yerel yöneticilerini cezalandırdıkça devrimin cezalandırıcı gücüne maruz kalırlar yalnız, korkarlar.

Özellikle Kanını Satan Adam zannımca feminizmin erkeklere nasıl yazmak gerektiğini öğretebilmiş olduğunu kanıtlayan romanlardan biridir. Yoksul bir ailenin öyküsüdür bu, bir baba anne ve üç çocuk. Feleğin çemberinden geçerler. Yu Hua, Xu Yulan adlı kadın karakterini oluştururken edebiyat tarihine, erkek ustalarının oluşturduğu kadın karakterlere bakmaz, zamanın etiği üzerinden yürür. Kadın hayatını erkeklerin kadınlara baktığı, dayattığı, onları zorladığı biçimiyle ele alır, sosyalizmin sosyalist eleştirisi burada erkek egemenliğinin sosyo-feminist eleştirisine dönüşür. Ayrıca eş Xu Sanguan da pek çoğumuz gibi Xu Yulan’a karşı pek çok hatasını anlar, ona yoldaşlık eder; oğullarına, özellikle de Xu Yulan’ın bir başkasından olan çocuğu Yile’ye karşı eşini savunur. Kültür Devrimi, devrimin icraatlarından biri olarak da bu kadının fahişe olduğunu dile getiriyor, göğsüne bir afiş asıp kadının nasıl bir orospu olduğunu kamu âleme teşhir ediyordur. Burada neye yanacağınızı şaşırırsınız. Devrim, Uzun Yürüyüş, gerilla savaşı kadınların katılımını önemsiyordu. Yoldaşlıkları önemliydi, fakat Kültür Devrimi’nin bu taraklarda pek bezi yok. Devrimin evden çıkarıp özgürlük vaat ettiği kadını, edebiyle evde oturmadığı için sokaklarda teşhir etmekle meşgul o.

Kitabı Orhan Pamuk’un Kar romanıyla birlikte okumak da verimli olabilir. Kar’ı okuyalı çok oldu, o kadar da iyi anımsamıyor olabilirim ama Türkçe romandaki Şair K. Frankfurt’tan Kars’a geliyor, orada bir kadınla tanışıyor, yekten ona ben seninle evleneceğim diyordu. Xu Julan’ı görür görmez Xu Sanguan’ın da biti kanlanıyor, seninle evleneceğim diyor ama Çinli yazar yapıyı daha dikkatli kurmuş kanısındayım. Evlenmek istiyor, gidip kızın babasıyla konuşuyor, şartlarını anlatıyor ve kızı babasından alıyor. Ama Pamuk’un romanının aksine, Xu Sanguan kızın gönlünü kazanmak yerine babasının gözünü doyurup evlenmenin bedelini de maddi manevi her açıdan bir hayli ödüyor. 9 yıl en sevdiği oğlu sandığı çocuğun eşinin ilk sevgilisinden olduğu meydana çıkıyor. Xu Yulan önceki sevgilisinin tecavüzüne uğramamıştır ama onunla sevişmek de istememiştir; adam göğüslerini okşayınca kendini kaybetmiştir. Ne denir, aşklara kıymayın efendiler. Kendinizi bu kadar şart koşmayın. Bedelini siz de ödersiniz.

Kanını Satan Adam her gün görüp geçirdiğimiz yüzlerce insandan biridir, hayatın hayhuyu içinde hep var olan bir roman karakteridir. Ama onu bulup oluşturmak yine de göz ister yazarından. “Ne biçim bir adam, böyleleri niçin yaşar?” diye sorulacak tiplerden biridir. Ama okuyup da gördüğümüz gibi, dünyada önemli bir yer tutan prekaryanın bir parçasıdır o da. Kanını satar ve gider, şehirde kız bulur beğenir, babasından ister; soyadları da aynıdır hem, adam kızını Xu Sanguan’a verirse adı yaşayacaktır. Kazandığı parayla ev kurar bizim yoksulumuz. Çocuğu komşunun çocuğunu hastanelik ettiğinde de türlü rezillikler yapar, ama bir olurunu bulamaz, tekrar kanını satar. Çocuğu hastalanır, yine kanını satar. Bütün bir hayat boyunca belirli aralıklarla kan satar. İlk satış arkadaşları mecallerini satmaya daha fazla dayanamaz, ölürler. O ise hep şansını dener, çok sıkıştığında ise zorlar. O kanını satarken devrim bir keresinde işe yarar, kan alım merkezindeki memur bu defa rüşveti kabul edemez, parti yasaklamıştır. Sonra kuraklık olur, yoksulluk tekrar baş gösterir ve artık partinin de yoksullukla mücadele edecek takati kalmaz. Kan satılacak, üzerine memura rüşvet verilecektir. Bütün bir hayat böyle geçer. Kan satmak Xu Sanguan’a lokantaya gitmeyi, yemek söylemeyi, var olduğunu, önemli biri olduğunu garsonlara hatırlatmayı da öğretir ayrıca. Domuz ciğeri yemek, pirinç likörü içmek, temiz bir sofraya oturmak, yaşama koşullarının daha fakirlere göre biraz daha iyi olduğu yanılgısını uyandırır ona hizmet eden garsonların gözünde, fena mı? Bence de değil. Yalan biz yoksulların zenginliğidir. Olmasa sabahı çıkaracak umudumuz da kalmaz.

Xu Sanguan ve onun kısıtlı yeme içme zevkinden bahsetmişken, okura Massimo Montanari’nin Çileklerin İsyanı Ortaçağ ve Rönesanstan Sofra Anlatıları (Can Yayınları, çev: Gül Batuş) kitabının özellikle ‘Duman ve Kızartma’, ‘Açlık Sayesinde Yapılan Buluşlar’, ‘Şövalye, Keşiş, Aslan’ başlıklı üç farklı bölümünü önermekten kendimi alıkoyamıyorum.

Günler Aylar Yıllar[2] bir uzun öykü. Balou Sıradağları’nda yaşayan yaşlı bir adamla, onun can yoldaşı kör bir köpeğin kuraklıkla mücadelesini, yaşama uğraşını okuyoruz. Adam ilginç biri. 72 yaşında ama her şeyden büyük. Dağlarda batmakta olan güneşin son ışık kalıntılarını ayakları altında eziyor. Kaygılarından büyük bir adam bu, açlıktan susuzluktan da büyük. Her şeyden ve herkesten çok görmüş geçirmiş. Bir kez yaşamış, zorlukları aşmış ya, yaşlılık dahil pek çok şeyi o kadar da takmıyor artık. Ama bu herkesin içinde insan yok. Civar halkı mısır tarlalarını ekmiş, yağmurların yağmasını beklemiş, umduğunu bulamayınca göç yoluna düşmüş, giderken bizim ihtiyarı da götürmek istemişler ama o itiraz etmiş. Bu yaştan sonra gelsem bile sizin gideceğiniz yere varamadan yolda ölürüm. Hem birinin geride kalıp evlerinize, tarlalarınıza göz kulak olması gerekmez mi? Haymatlos olmayı göze alamamış, köpeğiyle birlikte yuvasında kalmış. Bundan böyle çevre köylerin evlerin gözü kulağı da bu ikili olmuş haliyle. Onlardan başka bakan eden, gerektiğinde o evleri talan eden kimse yok. Yaptıklarının ise bir tanığı yok. Bizim ihtiyarın bir yoldaşı var ama görgü tanığı olacak durumda değil. Yoksa anlayışlı olmasına Can Yücelce söylememiz gerekirse, yine de delikanlılığına delikanlıdır  evelallah, çoklarını cebinden çıkarır. İhtiyar ne diyor da yapmıyor? Uyumsa uyum. En iyisinden bir arkadaş. Ama gözleri kurumuş su kuyularının dibine benziyor. Çorak, hiçbir ışıltı taşımıyorlar. Balou Sıradağları’nda yaşamağa uğraşıyor İhtiyar ve Kör.

Konu komşudan bihaberler; nereye gittiler, dönecekler mi, gittikleri yerde bir hayat kurdular mı, bütün bunlarla ilgilenmiyorlar. Yakıcı bir güneşin altındalar, kuyulardaki su günden güne çekiliyor, tarlalara ekilen tohumlar ekin vermiyor. Bizim ihtiyarın ekmeğini gurbet elde aramamasının bir de geçerli nedeni var, köylülerini bu pek ikna etmiyorsa da tek bir filiz var, onun tarlasında göğermiş. Beklemeye değer işte bu. Amma da tuhaf insanlar ama bu köylüler, komşular, büyükler küçükler! İhtiyar’la yahut Kör’le benzer yanları yok sanki. En küçük ihtimalden bir yaşama gerekçesi çıkarmıyorlar, aşk ihtimalini baston bilip ona yaslanmıyor, uzun yollarda yürümüyorlar da hep varlığa koşuyorlar. Saf köylüler sizi, Allah iyiliğinizi versin.

Lianke’nin bu üç canlıya odaklanması geri kalan herkesi gözden çıkarması dikkate değer bir tutum. Öykünün ötesini berisini, bütün o giden ve bahsi edilmeyen insanlarını merak edin der gibi adeta. Oysa bir diğer yapıtında, Lenin’den Öpücükler’de sahneyi yine Balou Sıradağları’na kurmuştu. Aynı bölgeye yine yoksulluk hâkimdi, ama varlıklı olmanın, ekmeğe doymanın bir yolunu arıyordu yazarımızın insanları. Zamanında yağsa çok işe yarayacak, köylülerin sevgisini, saygısını, duasını alacak olan kar yazın ortasında bir fırtınayla birlikte geliyor, umudu ekmeği yakın geleceği her şeyi bir haftada önüne katıp götürüyordu. Komünist Parti’nin iş bilir yerel yöneticisi bu tuzağa gelir mi? Çaresizliği aşmanın yollarını arıyordu. Şiirimizin kıymetli ustası Necatigil’in “Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz” dizesini kendince bozuyor, “çaresiz olduğunuzu sanmayın, çare yine sizsiniz” diyordu köylülerine. Latin Amerika edebiyatından, Salman Rüşdi’den bildiğimiz numaralara girişiyor, aynı zamanda bir engelliler köyü de olan dağ eteğindeki mezranın engelli insanlarını işe koyuyordu. Yaprağın hışırdamasından düştüğü yeri anlayan körden tutun, ayağını cam şişeye koyup yürüyebilen felçli çocuğa kadar herkesi oynatacaktır bu zeki yoldaşımız. Bir de komşu Rusya’dan Lenin’in mumyalanmış cesedini getirir, köy mezarlığında turistlere sergileyebilirse, oh, Allah, yaşasın, keyfine diyecek olur muydu? Lakin bizim bu yoldaşımız KP’ye göre kapitalist yolcu değil midir? Bizi güldürür, heyecanlandırır, Doğu, Batı, Çin, emperyalizm, sosyalizm, hayat memat üzerine düşündürürken kendisi de bunun bedelini bir zahmet ödeyecektir artık.

Lianke çeşitli kitaplarında hem Çin’in hem de çağımızın öyküsünü anlatmaya çalışıyor. Lenin’den Öpücükler ne kadar modern Çin’in öyküsü ise, Günler Aylar Yıllar da bir o kadar kadim Çin’in geçmişiyle geleceğiyle kucaklaşmış bir metindir. Esasında Türkçedeki üç Lianke yapıtını sıralayıp bir üçleme halinde okuyabiliriz. Günler Aylar Yıllar tüm zamanların Çin’inin öyküsüdür, doğru. Onu sosyalist Çin’den bir roman takip eder. Son cilt Patlama Kayıtları artık kapitalist Çin’in öyküsüdür. Patlama sözcüğün tüm anlamlarıyla patlamıştır. Memleketimizde de böyledir ya, bir şarkı bir öykü bir roman çok tutulduğunda özellikle gençlerimiz “şarkı fena patladı” derler. Patlama Köyü yine Balou Sıradağları’nda bulunur. Eski bir yanardağ ağzıdır fakat günümüzde köy olma niteliğini kaybetmiştir. Nüfusu fena halde patlamıştır, Çin kapitalizm içinde aşama kaydetmiştir. Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i anımsıyoruz değil mi? Çukurova’yı… Bir gün Lianke de kalkıp “Yaşar Kemal de Balou Sıradağları’nı yazıyordu” der mi, bilemeyiz tabii ama yine de tebessüm edebiliriz.

Günümüz Çin’inin Batı basınında yansıtıldığı biçime biraz bakmakta yarar var kanısındayım. Kuraklık ve Çin, çevre kirliliği ve Çin, Batı basını tarafından özellikle birlikte anılır. Bunları pek çoğu gerçeği yansıtan Uygurların toplama kamplarında yaşadığı çile takip eder. Çin’den de buna karşı sürekli ataklar görürüz. Çöle büyük otobanlar yaparlar, etrafını bağlar bahçelerle örerler. Lastiğin ve egzozun yaydığı kötü havayı bu otoban çevresi ormanlar emecektir. Yine kuraklığıyla ünlü Kuzey Çin’e Güney’den su götürülür sıklıkla. Yeraltı kanalları açılır, çöl sulanır, türlü su şenlikleri düzenlenir, ÇKP yetkilileri uzun süre bununla övünür, hatta yetinirler, ta ki taşıma suyun değirmeni döndürmediğini anlayıncaya dek. Yerel parti yöneticileri Lenin’den Öpücükler’de zevkle, eğlenip gülerek, kederlenip düşünerek okuduğumuz gibi sürekli faaliyet alanlarını ihya ettikleri masalını anlatırlar. Dümenleri bozulduğunda bu yoldaşlar görevlerinden alınır, hapislere düşer, kelleyi bıraktıkları yerde arar fakat bulamazlar. Falan çetenin, hainlerin kaderini daha sonra ÇKP yanlısı Batı basınında, satır aralarında okuruz. Merkezdeki her şeyi bilen, her yanlışa zamanında müdahale etmeyi bilen yoldaşlarımız onların icabına da (bir zahmet artık) bakmışlardır. Bu yoğun çelişkiden, korkunç, çatık kaşlı duruştan çoğu Çinli yazar inanılmaz sadeleştirilmiş küçük insanın öyküsüyle mizahıyla çıkar gelirler.

Nihayetinde bu yazılanı okuyacak olanın da insan olduğu o denli düşünülmüştür ki, bu ustalık karşısında parmaklarınızı ısırırsınız. Bir örneği şöyle:

“Ancak daha tam iki adım atmıştı ki ihtiyarın ayakları mıh gibi yere çakıldı. Köyün içine bir sıçan sürüsünün girdiğini görmüştü, sıçanların her biri hasadın iyi olduğu zamanlardaki gibi iri ve şişmandı, sıçanlar köyün girişindeki bir gölgede durmuş, huzursuz bakışlarla köye, ihtiyara ve kör köpeğe bakıyorlardı. Birdenbire, ihtiyarın zihninde büyük kanatlı bir kapı ardına kadar açılıverdi.

İhtiyar güldü.

Bu ihtiyarın köylüler kaçtığından beri güldüğü ilk andı; gülüşü, kısık ateşte yavaş yavaş kavrulan soya fasulyelerinin cızırtısı gibi boğuk ve gevrekti. Göğü açlıktan öldürebilirsin, yeri açlıktan öldürebilirsin ama beni, bu yaşlı adamı, açlıktan öldüremezsin, dedi ihtiyar.” (Yan Lianke, Günler Aylar Yıllar, s. 31)

Övünmesinin nedeni yiyecek bulmasıdır ama henüz sıçanları yemeyecektir. Açlıktan ölmeyecek bu yaşlı adam farelerin ekilmiş buğdayı tarlalardan topladığını, depoladığını fark etmiştir. Yuvalarını bulacak ve yiyeceğe el koyacaktır. Sonrasında besinsiz kalan fareleri haklayacaktır. Ama yalnız değildir, tek kendisi değildir düşündüğü. Bir İhtiyar yer, bir de Kör’e ikram eder.

Lianke’nin öyküsü bir yandan bu yakıcı memleket gerçeğine, Çinli yoksulların anlatmakla bitmez kuraklıkla mücadelesine dayanırken, diğer yandan çağımızla da çokça hasbıhal eder. Beni de çok düşündürdü. İyi Dersim romanları üzerine, kötüler üzerine bir hayli kafa yordum; bütün bu yazılanlar neden dünya edebiyatı içinde yer alamıyor, Türkçede çok satanları da dahil çevrildikleri Almanca, Fransızca, İngilizce gibi dillerde okunmak yerine neden depolarda çürütülüyorlar, merak ettim.

Dersim ‘38 üzerine böyle bir öykü yazar, yazabilir miydim? Yazabilirdim tabii, ama kitapları yayınlananlar içinde ben yokum. (Burada tebessüm ediyoruz.) Sanırım herkes gibi ben de katliamı anlatarak başlardım. Ama iş gelir çevreyi düşünmeye de dayanırdı.

Günler Aylar Yıllar’a dudak bükmek isterseniz elbette bahaneleriniz hazırdır. Herkesin çekip gittiği, İhtiyar’ın, Kör’ün, hakkını yemeyelim, bir de yaşayacak mı ölecek mi belli değil bir mısır fidanının hayatta kaldığı bu romanda nasıl oluyor da üçüncü tekil kişi konuşuyor diyebiliriz. Ama kim konuşacak; İhtiyar’ı öykünün tutarlılığını göz önüne alırsanız, kendisi, kendi ağzından anlatamaz. Tanrı da yok madem, kim bu adamı temsil edecektir? Calvino’vari numaralara girişmek istemiyordur Lianke, yeterince özgün, yeterince ilgi çekicidir öyküsü, ustalara çok fazla ihtiyacı yoktur onu ete kemiğe büründürürken. Peki başka ne yapsın, düpedüz anlatır o da. Buradaki üçüncü tekil kişi neden Tanrı-anlatıcı olacakmış hem; gidenlerin geride bıraktıklarına dair döndüklerinde edindikleri izlenimin, vicdanın sesi neden olmasın? Neticede gittiklerinde adam ve köpeği hayattadır, döndüklerinde ikisi de aynı mezardadır. Üstlerini toprak değil ama toz örtmüştür. Hem geriye tohum bırakmışlardır. Sürdürme ısrarını bırakmışlardır.

Dünyaya geldiğimde büyükbabam çoktan ölmüştü. ‘38’i yaşayanlardan bir tek babaannem hayattaydı. 12 Eylül’den sonra bizim köyümüzü de çevreleyen yan köyümüzde karakol vardı. Önceki bütün kuşakların anadili Zazaca olmasına rağmen biz Türkçeden başka bir dil bilmiyorduk. Ebeveynlerimiz Zazacayı bir tek ‘38 bahsinde konuşurken kullanıyorlardı. Fasulye ayıklarken annem merakını bastıramıyor, azarlanacağını bildiği halde bir kez daha soruyor, babaannem çok gürültülü biri olmasına rağmen bu meselede çok fazla susuyor, kem küm ediyor, iki üç cümle bir şeyler anlatıyordu. Hatırladığım öyküsünde kan yoktu, katliam yoktu. Açlıktan bahsediyordu sıklıkla. Büyük dayım beş altı yaşlarındaymış. Ağzından sarı su geliyormuş. Ot köklerini kaynatıp veriyorlarmış. Bu yenmiyor diyormuş dayı, çok acı. Zazacayı sanırım böyle öğrendik biz az çok konuşabilen son kuşaklar. ‘38’den sonra dağda olup bitenleri dinleyerek öğrendik. Anlamayalım diye önceleri bu tuhaf dili konuşur oldular, sonra da anladığımızı görüp hepten sustular. Nasıl yani deyip durduk, bu defa konu tamamen kapandı. Korkunç kuraklığı göz önüne getirip düşündüm, tarlalar yakılmış, yağmalanmış. İnsanlar mağaralara kapatılmış. Ajitasyonun gereği var mı? Bence de yok. Babaannem de Lianke gibi her şey olup bittikten sonra nasıl yaşandıysa bir tek onu anlatıyordu. Öncesi ve sonrası her öyküde olduğu gibi boşluklarla doluydu. Tahminlerle doldurulur cinsten. Düşünsene, yeraltı, yerüstü suları var, dağda dolu su yatağı var, çoğu yerde şelaleler şarıl şarıl akıyor, ama küçücük bir bahçe olsun kuramıyor yetiştiremiyor, yiyemiyorsunuz. Bunu anlayamamak ne acı dönüp çocukluğa bakınca, ama diğer yandan da ne yazılası bir roman! Ölüleri diriltir, yaşama azimlerini onore eder. Çok defa çöktün, daha ne düşüşler yaşayacaksın ama ayağa da kalkacaksın der gibidir insanlığa ayrıca.

Günler Aylar Yıllar korkarım ki çok fazla önem kazanacak ilerideki onyıllarda. Nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair önemli ipuçları verecek bizlere. “Nasıl yani, bugünün öyküsü değil mi bu?” diye sorulabilir. Bugün klişeleşmiş tabirle biz “korkuyu bekliyoruz”, yarın onu çok daha yoğun yaşayacağız. Yoksa geride İhtiyar’ı ve Kör’ü bırakmış pek çok insanla yaşıyoruz. Eğer İstanbul’dan Londra’ya gettolarda yaşayan göçmenlere nefret etmeden tiksinmeden bakmayı denersek, göreceğimiz son göç katarının ne savaş kaçkınları ne de ilticacılar olduğudur. Gitgide daha çok insan kuraklığın zorlamasıyla yer değiştiriyor. Yeni mülteci kuşağının savaşa dair anlatacağı pek bir şey yok; yaşaya yaşaya kanıksamış, bıkmış artık kurşun askerleri bilince çıkarmaktan, savaşla yaşayabilmiş insanlar bunlar. Ama kıtlıkla yaşanmıyor. Ot kökü çok acı, yenmiyor. Ağaç kökü de aynı şekilde, o da çok kötü, o da yenmiyor. İşsizliğe sivil ölüme mahkûm edilenler Meriç’i geçerken boğuluyor. Bunlar göçenler. Ya kalanlar, yeryüzünün orta yerinde nasıl yalnız kalıyorlar böyle?

 

NOTLAR:


[1] Çin’de yazılan edebiyattan dem vuruyoruz madem, burada İpekyolu Kültür Edebiyat isimli yayınevine de bir kısa değinmek yerinde olur. Bu yayınevi neredeyse tamamıyla Çin edebiyatı üzerine çalışıyor. Ye Zhaoyan, Lu Yumin ve daha birçok yazarın eserlerini yayınlamışlar. Çin gibi bir ülkede bir yazarın çok satar olmaması zor zaten ama bizim memlekette de bir hayli satıyor bu yapıtlar anladığım. Yayınevi pek çok kitabın tekrar baskılarını yapmış.

[2] Kanımızı emmekte beis görmeyen kıymetli patronlarımız zahmet edip işe gelemeyince kendileriyle birlikte bizlere de bir hafta on günlük Noel tatilini hak gördüler bu yıl, arkadaşım Reha da her zamanki kibarlığıyla on gün boş kalma deyip bana bir hayli Türkçe kitap yolladı İstanbul’dan. Can sıkıntısından kendimi Günler Aylar Yıllar ve Kanını Satan Adam’la oyalayarak kurtardım. Her iki kitap da Erdem Kurtuldu tarafından Çince aslından Türkçeye çevrilmiş.