Deniz Tarsus: “Belki de gerçekten sadece çok sıkılıyoruz!”

"Eskiden kayıt edilemeyen sözlü anlatım ya kulaktan kulağa aktarılmaya ya da unutulup yok olmaya mahkûmdu. Ben sesin, sözün yeni dünyada görsel işitsel kayıtlarla çok daha kuvvetli bir noktaya ulaşacağını düşünüyorum."

18 Mart 2021 13:14

Deniz Tarsus’un yeni öykü kitabı Ben Murtaza Alakarga Sanat Yayınları tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Gezgin bir abdalın, Murtaza’nın yürüyüşünü, deneyim ve tanıklıklarını ilk dinleyen ve bizlere ulaşmasını sağlayan Kâtip Selim Bey gibi, bizler de oturup öylece bir çeşme başında dinliyoruz öyküleri kitap boyunca.

İnsanın en saf, iyi ve en kötü hallerini bir bir karşımıza çıkaran öyküler boyunca biz de soracağız, “İnsan, insan hakkında ne biliyor sahi?” diye.

Murtaza savaşın ortasında, gecenin karanlığında bir nefeslik molasında doğayı dinlerken anlatır: “Ulan böyle bir hayat da var. Hemen nasıl şıp diye unutuverdik kanın içinde Agâh abi? Bak, arkada savaş olmasa dünya böyle. Aslı budur. Kurbağa vıraklar. Dere akar. Ot tutunur.”

Murtaza’ya “Aslı bu mudur gerçekten?” diye soramasak da, Deniz Tarsus’la Murtaza’yı, insanı, yürümeyi, anlatmayı ve dinlemeyi konuştuk.

 

“Kişiden kişiye aktarıldığı bilindiğinde, anlatılan masal daha büyülü oluyordu.”

Kitabınız Editörün Notu” ile başlıyor. Editör okura bu kitabı dedesinin kütüphanesinden bulduğunu ve yıllar sonra yayımlamaya karar verdiğini anlatıyor. Kitap dedesi Kâtip Selim Beyin tanıştığı gezgin bir abdalın kendi tanıklıklarını anlattığı öykülerden oluşuyor. Bu anlamda kitabınız öykü içinde öykü, hepsi birbirinden bağımsız da okunabilecek ama toplamda da bir bütün öyküyü barındırıyor. Postmodern deneysel metinlerde gördüğümüz bu tip farklı yazım tekniklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha sonraki metinlerinizde de karşılaşacak mıyız bu tarzla?

Evet, tek tek baktığımızda öyküler birbirinden ayrılabilir ve anlamlı parçalara bölünebilir olsun istedim, ancak bu parçalar bir araya geldiğinde Murtaza’nın karakterini bütünleyecek, okuyucuya muntazam yansıtacak bir yapı da kurulmalıydı. Bu ihtiyaç nereden doğdu, en başa döneyim. Murtaza’nın nasıl bir insan olması gerektiğine karar verdikten sonra böyle bir yapıya yöneldim. Aslında çok eskide kalan, unutulmuş, kadim bir bilgi, kişi, söz, yaşam olmalıydı Murtaza ve bu hissi karşımdakine geçirebilmek için aklıma gelen çözüm çocukluk deneyimimde saklıydı. Küçükken ninelerimin anlattığı masalları mahalledeki arkadaşlarıma anlattığım günlerde. Kişiden kişiye aktarıldığı bilindiğinde, anlatılan masal daha büyülü oluyordu. Sanıyorum günümüzden bir kimsenin yaptığı girizgâhtan sonra kuşaklar öncesindeki dedesine sözü bırakması Murtaza’nın unutulmuş eski bir yüz, tarihten bir kişi olduğuna beni ikna edebildi. Öykü ve içinde hareket eden karakterler nasıl bir anlatıma ihtiyaç duyuyorsa ona eşlik etmek de benim görevim.

“Elindeki tek yeteneği taklit etmek olan bir canlıdan korkmak gerek.”

Editör, notunu “İnsan insan hakkında ne biliyor? Gizemi hep biz yaratmışız” sözleriyle bitiriyor. Anlatıcı Murtaza ise bizlere hayatının belli duraklarında karşılaştığı insan hikâyelerini anlatıyor. Murtaza bu insanların yaşamında hep bir konuk”. O anlattığı hikâyelere dışarıdan bakıyor. Murtazanın gözü bu anlamda bize insanı tanımak, gizem perdesini aralamak için bir yol gösterici olabilir mi? Sahiden, insanı nasıl tanırız? Tanımak mümkün mü?

İnsan insan hakkında aslında çok şey biliyor. Sadece hafızamız buna elvermiyor. Geçen gün Sümer tabletlerindeki belli metinlere ulaştım. İnsan ilişkileri, toplum refleksleri hakkında. Geçmişten bugüne kalan kısıtlı bir bilgi var, kabul. Ancak değinilmesi gereken noktalardan biri Sümer toplumunun yaşam dinamikleri. Bizdeki yaşama yöntemlerine çok benzer. Akraba dosttan çok daha mühim. Evlada verilen değer paha biçilmez. İnsan ve toplum düzeni paralel. Değişmemiş. Bu detay beni geçmişe yakınlaştırdı. İnsanı insana, kuşağı kuşağa temas ettiriyor ancak bir yandan da çok derin muammalar mevcut. Düşünsenize, bütün bir geçmişi, mesela Göbeklitepe’de yaşayan insan gruplarını varsayımlar üstünden değil de, o toplumdaki insanların yazdığı metinlerden okuyabildiğimizi. Keşke mümkün olsa! İnsan hakkında, yaşamak hakkında ne çok bilgi birikimimiz olurdu! Avcı-toplayıcı olduğunu düşündüğümüz insanların edindiği doğa-insan dağarcığını hayal edemiyorum. Çok uzağa gitmeye gerek yok, anneanneme, anneme ve bana dair konuşalım. Aileme atadan miras kalan misal, bitkiye ve hayvana dair çoğu bilgiden mahrum kaldım. Neden? Şehirde yaşamam gerektiği için öğrenip deneyimleyemedim. Gizem bu kopuşla başlıyor. Ben de bu kayboluşun tam ortasında yaşıyorum. Geçmişteki yaşam başlı başına bir gizem, evet, ancak bir de bugün içinde debelendiğimiz bire bir ilişkilerden bahsedelim. Çok ürkek biri olduğum için insandan uzak durup onu dinlemek, izlemek ve ancak tanıdıktan sonra kendimi göstermek metoduyla uzun süre hayatta kaldığımı 33 yaşında fark ettiğimden olacak, Murtaza’ya da bu görevi uygun gördüm. Mantıklıydı. Sebebi basit, Murtaza’nın bir kökü yok. Tutunduğu bir aile, ata, devlet, dil, millet yok. Sadece insanlığın ortak hafızasını kapsayan küme içinde oturan, evrensel bir zihne sahip. Cebine koyduğum meziyetler belli. İnsana dair, yaşamaya dair etiği olan bir kimse Murtaza. Böyle bağları olmayan biri çok korkmakla, insana uzak durmakla ancak hayatta kalabilir. İnsan öyle bir varlık. Sebep yokken ketum, merhametli, tutarsız, duyarlı, zalim, sevgi dolu olabiliyor. Elindeki tek yeteneği taklit etmek olan bir canlıdan korkmak gerek. Gördüğü şeyi özümsemeden taklide kalkışırsa orada derin bir tutarsızlık başlar. Tekinsizlik getirir. Yani taklit ihtiyacından ötürü insanı tanımak pek de mümkün değil bana sorarsanız.

“Arazide hareket etmezsen bu bilginin sana nakşedilmesini hak edemezsin.”

Murtaza hayatı yürümek üzerinden tarif ediyor. Bir gezgin. Daha önceki kitaplarınızda da gezgin karakterlerle tanışmıştık. Murtaza Gitmek, gezmek öyle basit sanılmasın. Gezmek yuvaların koynunda uyanan varoluşun icadı demektir. Keza kendi varoluşumuzun icadıdır bu” diyor. Yürümek, yani bu tip bir yürüyüş insanın hayatı anlamlandırma, insanı tanıma çabasında sizin için nasıl bir yerde duruyor? Murtaza neden gezgin bir karakter oldu öykülerinizde?

Karakteri yapılandırırken tercih ettiğim kilit noktalar gezme eylemine kapı açtı. Ailesi, atası, kökü, ananesi, kısacası geçmiş hafızası olmayan bir kimseden bahsediyorsak, hiçbir somut, soyut kavramla bağı olmayan bu insan nasıl hareket eder? Murtaza ne zaman dört duvar arasında yaşamak için bir sebep keşfetse,kendine bir dost bulsa kaybediyor. Yula’yı yitirdikten sonra o köyde yaşasa eline ne geçecek? Hayvanlar hariç herkes yabancı. Ki hayvanlar da hastalanıp ölüyor. Onlar bile hiç oluyor. Murtaza o köyde neden kalsın? Kalmaz. Kimse dayanmaz. Bir de şuradan bakalım, çalışırken geçmişteki yazılı sözlü metinlerimiz üzerinden fikir yürüttüm. Dede Korkut’tan Şehname’ye ve mitlere kayacak olursak, genellikle bir özne belirlenmiştir. Örneğin Dede Korkut’ta kişi kahramanlıklar elde etmek için yolculuğa çıkar. Bu sadece fiziksel bir yükseliş değil, beraberinde manevi bir yolculuktur, çıkarımlar varoluş üstüne kurulur. Mekâna geçelim; geleneksel bilginin öğretildiği yerdir. Bilgi bu alanda karaktere aktarılır. Arazide hareket etmezsen bu bilginin sana nakşedilmesini hak edemezsin. Sonuca kadar, yani Halbaba’ya ulaşana kadar geçen deneyim dönemi erenlik öncesi vakittir. Burada toplumsal kimliğini kazanmak için uğraş verirken, aslında bir yandan da dipte Murtaza’nın bireysel kimliği oluşmaktadır. Kitap boyunca neredeyse her öyküde “Ben Murtaza” lafını duymamızın bir sebebi de bireysel kimliğin merkezinde duran kişinin adıdır. Bu pek mühimdir. Ad, karakterin peşinden gelir. Yaşadıklarıyla öğrendikleriyle büyür. Atası olmadığı için, ondan bilgi edinemediği için Murtaza mekâna çıkmalı, arazide tek başına da olsa hareket etmelidir. Bu durumda “sonuç”, yani Halbaba süreç boyunca geçilen aşamalardan sadece biridir. O yüzden Murtaza hep gezmeli, yaşamalı.

Kitapta yer alan öykülerde insanın bireysel ve toplumsal kötülüğüne tanık oluyoruz. Kimisi savaştan söz ederken, kimi de en yakın olan aileden, anneden geliyor. Murtaza ise saf iyiliğin bir temsili gibi. Kötü kişi kötü olmak için doğmaz. Kötülüğü öğrenir insan. Bulunduğu habitat neyi hak bildirirse onu uygular” diyor. Her çağ için, içinde barındırdığı kötülükler değerlendirilirken, görülenin en kötüsü olduğu söylenir çoğunlukla. Ya da kişi kendi tanıklığı ile değerlendirir yalnızca. Siz insanın kötülüğü hakkında ne düşünüyorsunuz? Murtazaya katılır mısınız; insan habitatın bildirdiğini mi uygular her zaman?

Ben Murtaza’ya bu konuda katılmayı çok isterdim. Onun hâlâ insana müthiş yoğun bir sevgisi ve yaşama coşkusu var. Başından geçen onca haksızlığa, üzüntüye rağmen. Umudu hiç bitmiyor. Benim tarafımdan bakınca durum biraz tatsız. İnsanın kötülük fazı epey karmaşık. Binlerce yıllık pratik bilgiyi bir kenara koyalım, genetik ya da psikoloji bilimiyle de net olarak açıklayamadığımız çok farklı taraflar mevcut. Tek bir yüzü yok, belki binlerce girinti çıkıntı taşıyor üstünde. İnsanın yaşadığı habitata göre şekillenmesi çok doğru, evet, ancak eyleme dönüşen kötülüğün tek sebebi bu olamaz. Basit bir cevap. Bu ancak Murtaza’nın kafa yapısıyla dünyaya ve insana bakarsak verebileceğimiz bir yanıt olacaktır. Çok iyi bir insansanız, zihniniz çok berraksa kötülüğü o basitlikte okuma eğilimi içine girebilirsiniz. Bana sorarsanız ne yazık ki insanın kötülük kararı türlü olasılıkla, irade veyahut iradesizlikle arapsaçına dönmüş vaziyette. Aynı anne-babadan doğma, aynı şartlarda, aynı arkadaşlarla, akrabayla büyüyen iki kardeş bambaşka karakterlere dönüşebiliyor. Bu da Murtaza’nın matematiğini bozuyor. Fakat belirtmeliyim ki Terry Eagleton’ın kötülük hakkındaki konuşmasını dinlerken küçük, ışıklı bir yol keşfetmiş olabilirim. “Erdem sıkıcı hale geldiğinde kötülük de cazibeli bir hal alır” demişti yanlış hatırlamıyorsam. Bu değişkenliğin, tercihin bir nedeni de bu belki. Belki de gerçekten sadece çok sıkılıyoruz.

“Bir toplumu var eden adalet kuralları en az ihlal edildiği kadar keskin olmalıdır.”

Öykülerden birinde yaşanan haksızlıklara, suçlara bireysel cezalandırma ile adalet arayışı ele alınıyor. Bilinen kötülüğe karşı aranan adalet yerini bulmuyorsa Reha gibi kendi adaletini kurma fikri ile hareket etmek tarih boyunca hep var olmuş ve belki var olmaya devam edecek bir tavır. Rehanın ölüm fikri, öldürme telaşı, bulduğu çözüm insanlığı yok olmaya götürür” diyor Murtaza. Reha kendince insanlığı yok olmaktan kurtaracağın düşünüyor, kim bilir… Reha ve Murtaza bu hususta insanlığa ne söylüyor? Bir üçüncü yol tarif etse Murtaza, ne söylerdi?

Salgın döneminde kendimle baş başa kaldığım anlarda aslında çok da farkına varmadan adalet duygusunu düşünürken buldum kendimi. Balık yüzdüğü suyun ısısını fark etmez ya; bırakın ısıyı, suda yüzdüğünü bile çoğu zaman unutur. Sanıyorum ben de yüzdüğüm sudaki (ülkedeki) adaletsizliği hissettikçe, insanların bakışlarında o korkuyu sezdikçe içten içe, çok dipte aslında beni ne denli rahatsız ettiğini fark ediyorum. Bu sebepten olacak, bu kavram üstüne düşünmeye meyilliyim. E tabii bir de Murtaza çoğu zaman konuyu oraya getirdi.

Reha’nın adalet dağıtma ve cezalandırma eğiliminin kaynağına gelelim. Adalet duygusunu hiç bilmeyen, anne ve kardeş şiddetiyle büyümüş bir çocuktan bahsediyoruz. “İnsana nasıl davranmalı? Adaletli olmak nedir?” gibi soruların cevabını ilk defa yatılı okula gönderildiğinde öğretmenlerinden duyup öğreniyor. Ancak bu sağlam bir zemin değil, çünkü bir de bakıyor ki okul arkadaşları aileden görüp öğrendikleri belli yargılara kenetlenerek hareket ediyor, konuşuyor. Reha gibi anne, kardeş şiddeti görmüş bir çocuğun tutunabileceği hiçbir kavram olmayınca, bu başıboşluk bütün benliğini hastalık gibi saran nefretle birleşirse ne yazık ki bir tür sapkınlığa dönüşmesi kaçınılmaz. Önüne geçememesi çok doğal. Sadece bir çocuk. Bu da beni insanın yapıtaşını sorgulamaya itiyor. İnsan safi kötülükten ibaret olamaz, insan öldürse bile dipte onu çürüten eriten yok eden sayısız farklı katman mevcut olabilir. Toprak gibi. O yüzden kötülük ihtiyacı ne kadar değişkense adalet duygusu da o kadar değişken. Bir de adalet dediysek konuşmadan olmaz, Türkiye’de bugün özellikle de kadınların hasar görmesine sebep olan adaletin aciz duruşuna inat, unutmamak gerek; bir toplumu var eden adalet kuralları en az ihlal edildiği kadar keskin olmalıdır.

Kitapta beni etkileyen şeylerden biri de anlatıcıyı, telaşsız, sakince, öylece oturup dinleme hissinin güzelliğiydi. Bu bakmayı, görmeyi, durup dinlemeyi ama sahiden dinlemeyi unutan, belki de unutmak zorunda kalan insanın özleminden kaynaklanıyor belki de. Bu duyguyu okura geçirebilmekse dili duru, yormadan, akıcı ama bir o kadar da güçlü kullanmanız sayesinde diye düşünüyorum. Neredeyse tükenen sözlü hikâye anlatma geleneği, hatıra biriktirme ve bir anlatı devamlılığı sağlama ile edebiyat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sakinliği hissetmek ve okuyucuya da özellikle hissettirmek istedim. Biraz da mesleğim gereği olmalı. Bir proje aldığımda filmde sahneyi, mizanseni büyük bir coşkuyla kurmam, filmi heyecanla anlatmam ve müşteriyi ikna etmem gerek. :) Salgın döneminin başlarına döneyim tekrar; mesleğimin bu kısmı yüzünden biraz yorgun düştüğümü fark ettim. “Yahu dur bakalım Deniz,” dedim, “dur bir soluklan, şu adamcağız otursun çeşmenin kenarına, Selim’le tanışsınlar. Savaşa mı gidiyorlar, peki, korksunlar, insan ya bunlar, ama usul usul korksunlar, sen uzakta dur. Sen de onları izle.” Murtaza insanlara uzak durdu, yabanı sessizce izledi. Bir alt katmanda da ben Murtaza’yı izledim. Savaşı, çatışmayı yaşarken onu uzaktan hissettim, yaşadım. Okuyucuya gelene kadar arka arkaya vermiş çok fazla kişi olduğunu düşünürsek, hepimiz birbirimizi uzaktan takip edip empati kurduğumuz için okuyucuya bu sakinlik ve huzur duygusu ulaşmış olmalı. Becerebildiysem ne mutlu bana!

Sözlü hikâye anlatma geleneğine gelirsek, bana sorarsanız sözlü anlatım epey şekil değiştirdi. Güçlenerek hayatımızda bizimle büyüyor. Neden derseniz, eskiden kayıt edilemeyen sözlü anlatım ya kulaktan kulağa aktarılmaya ya da unutulup yok olmaya mahkûmdu. Ben sesin, sözün yeni dünyada görsel kayıtlarla çok daha kuvvetli bir noktaya ulaşacağını düşünüyorum. İnsanlarla yaptığım röportajlar, çektiğim belgeseller de bunun bir kanıtı. Bir diğer mesleğim yönetmenlik, hatıra anlatımına, geçmişin deneyim ve birikimine güzel bir kayıt ortamı ve aktarım imkânı sunduğu için ayrıca memnunum. Hem özgünlüğü korunarak hem de kayıt altında tutularak bir sonraki kuşağa ulaşacak olması insanı muazzam ölçüde besleyecek umuyorum.

Öykülerinizde biraz masalsı, fantastik biraz da karanlık unsurları görüyoruz. Çok bizden”, kültürel olarak yakından tanıdığımız bir hikâye ansızın farklı bir boyuta götürebiliyor okuru. Bolca soru işareti ve açık kapı da bırakıyor. Böyle bir anlatıyı tercih ederken önceden belirliyor musunuz yoksa yazarken akış içinde mi gelişiyor? Benzer tarzı önceki öykülerinizde de yer yer görebiliyoruz. Fantastik edebiyata bakışınız nedir, yazarken beslendiğiniz metinler arasında görebilir miyiz?

Tabii, yazarken genel hatlarıyla mekânı, karakteri, karakterin eğilimlerini belirliyorum. Öyküyü kuran fikir ise yaşam üçgeninin olmazsa olmazı. En altta, temelde fikir öykünün yapıtaşı. Ancak yazarken ihtimallere açık olmak insanı rahatlatıyor, yani en azından bende böyle işliyor. Bazen mizansen yazma sürecinde şekil ve yön değiştiriyor, yan karakterler eklenip güçleniyor. Yazma refleksini bu noktada rahat bırakma taraftarıyım. Öyle olunca öykü olgunlaşıp tatlanıyor. Fantastik edebiyatla temasım çocukluğuma dayanıyor. Sözlü edebiyata… İzini sürdüğümde Hindistan’dan ta Muğla’ya kadar yol geldiğini düşündüğüm masalları babaannemin kapı komşusundan dinlediğim düşünülürse, bu yolculuk bile epey fantastik değil mi zaten? Belki de masala düşkünlüğüm nedeniyle üniversite yıllarında mitlere bu kadar yoğun ilgi duydum, ya da sadece karakter ve zevk meselesiydi, bilemem. Ancak içinde yer almak, doğayla insanla, bildiğimiz kabul ettiğimiz gerçek dürtüleri birleştirmek beni tatmin eden bir dünya ortaya çıkarıyor diyebilirim.

“Yürümeye devam etmek istiyorsak duygu oburluğundan kaçınmak en güzeli.”

Son olarak, Bir kimse yaşlılığında mahzunlaşıp yüzünü geçmişe dönerse ölümü kabulleniş başlar, kim ne derse desin” diyor Kâtip Selim. Geçmişe dönüp anlatmak hatırlamaksa ve Kâtip Selimi dinleyeceksek yürümeye devam etmek için unutmalı mı insan?

Unutmak ihtiyaçlarımızdan biri belki de fakat hepimiz biliyoruz ki bu pek mümkün olmuyor. İnsan hafızası yeri gelince çok inatçı, unutmam da unutmam diye çıkışıyor. Sanıyorum böyle olduğunda yaşanan olayı unutmak değil de, yavaşça sineye çekmek, ham haliyle biriktirmesi doğru gelmiyor bana ama yürekte, zihinde sindirip öğütmek gerek. Yaşanan olayın özütüne ulaşmak. Bu hem hazımsızlığa engeldir hem de kişinin edindiği tecrübeden en makul şekilde beslenmesini sağlayacaktır. Okuduğum, izlediğim, yaşadığım kadarıyla bana kalan yaşama yöntemi böyle bir şey sanırım. O yüzden yürümeye devam etmek istiyorsak duygu oburluğundan kaçınmak en güzeli. Elbette ki dolu dolu yaşanmalı ancak sapkınca nefreti çok nefret, sevgiyi çok sevgi görüp bağnaz bakış yöntemiyle bir düşünceye tutulup kalmadan gelecek günlere bakmalı. Hayat iştahla yaşanmalı.