Gıda neden ve nasıl atığa dönüşür?

Gıda atığa nasıl dönüşüyor? Hangi ekonomik ve sosyal faktörler etkili? Tüketiciler ne kadar sorumlu? Atık statik bir madde midir? Tüketici kaynaklı gıda atığı ve israf nasıl azaltılabilir? Tedarikçi ve perakendecilerin israfı azaltmakta rolü ne olabilir?

Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’ne göre her yıl insan tüketimi için üretilen gıdanın yaklaşık üçte biri israf ediliyor. 1,6 milyar tonluk bu gıda israfının ekonomik maliyeti ise 1 trilyon dolar. Türkiye İsrafı Önleme Vakfı verilerine göre ülkemizde yıllık gıda israfı 26 milyon ton, ekonomik karşılığı ise 214 milyar TL. Bu devasa israfa ve kayba rağmen gıda israfı üzerine çok az şey biliyoruz. Yeterince araştırılan ve politika geliştirilen bir alan değil. Gıda atığa nasıl dönüşüyor? Hangi ekonomik ve sosyal faktörler etkili? Tüketiciler ne kadar sorumlu? Ev içi tüketimi, materyal kültürü ve günlük hayatı inceleyen sosyal bilim alanlarının yardımıyla bu sorulara yanıt arayan Bristol Üniversitesi Profesörü David Evans’ın Sıfır Atık: Tüketim Kültürü ve Gıda İsrafı başlıklı kitabı Burcu Yeşil’in çevirisiyle Yeni İnsan Yayınevi tarafından Mayıs 2020’de yayınlandı.

Evans gıdanın neden ve nasıl atığa dönüştüğünü hane içi tüketime odaklanarak inceliyor. Görece kapalı kapılar ardında yaşanan gıda tüketimine dair hane halkı alışkanlıklarını ele alıyor. Kitap sekiz bölümden oluşuyor: 1) Atık Meselesini Masaya Yatırıyoruz, 2) Günlük Ev Alışkanlıkları, 3) Gıda Tüketimini Kavramsallaştırmak, 4) Endişe, Rutin ve İsraf, 5) Atık Zincirindeki Boşluk, 6) Çöp Kutularının Kritik Rolü, 7) Hediyeleşme, Yeniden Kullanma ve Kurtarma, 8) Gıda Atıksız Bir Yaşam.

Kitabı yazmaktaki amacını atık hakkındaki önyargıları kırmak, atığa karşı negatif duruşu ve gıda atığının statik olduğu kanısını değiştirmek olarak açıklıyor. Bunu başarabilmek için de gıda atığının içinde var olduğu sosyal, politik, kültürel, ekonomik ve teknolojik ilişkilere odaklanıyor. Evans kendisinin de gıda israfı yaptığını ama bu araştırmayı yapmaktaki amacının kişileri ve alışkanlıkları yargılamak değil, anlamak olduğunu ilk sayfalarda belirtiyor. Bir sosyal bilimci olarak atığın sosyal bilimler tarafından yeteri kadar araştırılmadığını söylüyor ve bunun nedenlerini dört maddede sıralıyor: 1) Atık statik bir maddedir, 2) Atıklar ya değersiz ya da zararlıdır, bu yüzden onu üreten toplumdan uzakta ve ayrı tutulmalıdır, 3) Bu ayrım ve uzaklaştırma “atık yönetiminin” işidir, 4) Atık bireylere en uzak noktada, toplumun kültürel ve ekonomik faaliyetlerinin en son halkasında yer alır. Atık literatüründe sosyolojik ve antropolojik çalışmaların olduğunu ama yine de atığın analizin odağına alınmadığını ve yan öğe olarak değerlendirildiğini belirtiyor. Sosyal bilim yaklaşımları ile hanede tüketimin gerçek hayatta işleyişi arasında bir uçurumdan bahsediyor. Belirtmekte fayda var, Evans tüm gıda zincirini değil, zincirin son halkalarında yer alan tüketici kaynaklı gıda atığını inceliyor. Araştırmalara göre endüstrileşmiş ülkelerde gıda atığının %40’tan fazlası perakende satış ve hane halkı tüketimi aşamalarında oluşuyor. Kitap sofraya koyduğumuz yemeğin “çöp” olma sürecini anlatıyor.

Gıda atığında tüm suç hane halkında mı?

Problemin hem tanımında hem de çözümlerin merkezinde tüketiciler var. Gıda israfının nedenleri arasında genelde tüketicilerin gerektiğinden fazla gıda alması, estetik mükemmelliği yakalama hevesi, son kullanma tarihi hakkındaki bilgisizlikleri, gıdanın kaynağının bilmemeleri sayılır. Çözümler de genellikle tüketici bilinci ve davranışı üzerinde yoğunlaşır. Evans gıdanın süpermarketten eve girişini, ocağa, buzdolabına ve çöpe gidişinin izini etnografik yöntemler kullanarak sürüyor. Kasım 2009 ve Temmuz 2010 ayları arasında Manchester’ın güneyindeki iki caddede bulunan 19 hanede oturan kişilerle birlikte alışverişe çıkıyor, evlerini ziyaret ediyor, yemek yiyor ve dolaplarını düzenliyor. Etnik, sınıfsal, coğrafi veya başka bir demografik faktöre bağlı gıda atığı analizi yapmadığını belirtiyor.

Toplumun büyük çoğunluğu günlük yaşamında “doğru beslenme” anlayışını hayata geçiremese de, bu anlayış gıda alışverişi alışkanlığını şekillendiriyor. Doğru beslenme farklı uzmanlarca şu şekilde tanımlanıyor:

“1) Öğün yemekleri doğru, atıştırmalık yanlıştır. Öğün yemeklerinin doğru olması için evde hazırlanmış (tercihen pişmiş) olması gerekiyor, 2) Öğünler abur cubur içeriklerle değil, taze gıdalarla hazırlanmalıdır, 3) Öğünler sıfırdan hazırlanmalıdır (konserve, kavanoz vb. olmamalı), 4) Düzgün beslenmek hem her öğünde çok çeşit gıda ile beslenmeyi hem de gün içinde farklı içerikli öğünler yemeyi gerektiriyor.” (s. 42)

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde araştırma kişilerin idealleri ile yedikleri arasında büyük farklar olduğunu gösteriyor. Araştırmada gözlemlenen aileler genellikle yedi ila on günde bir şehir dışında bir alışveriş merkezine giderek büyük miktarda ve tek seferde gıda alışverişi yapıyorlar. Alışverişin rutinleşmiş doğası hayatın daha düzensiz akışına uyum sağlayamadığında, özellikle taze ve sağlıklı gıdalar çöpe gidiyor. Alışveriş rutinleri değişmedikçe israfı azaltmak zorlaşıyor. Öte yandan süpermarketlerdeki satış biçimleri ve porsiyonları da gıda israfını artırıyor. Evde genelde mutfak işlerinden, alışveriş ve yemek yapımından kim sorumluysa, gıda rutinleri de o kişinin aileyle olan ilişkisine göre şekilleniyor. Geleneksel olarak kadınlara atfedilen bir rol olsa da, son dönemlerde çocukların isteklerine göre de hareket edilebiliyor. Ailece yaşayanlar yemek planlamasına çok daha fazla özen gösteriyor. Araştırmaya dahil olan tüm katılımcılar gıda israfı konusunda endişeli. Bu endişe vurgusu kitapta sık sık karşımıza çıkıyor. Atığın çevresel boyutunu dikkate alan sadece bir hane var. Evans detaylandırmadığı için çok ikna edici olmasa da, mutfağı yönetme endişesinin –düşünülenin aksine ve endişelerin bir yan ürünü olarak– gıda israfını artırdığını söylüyor.

Atık zincirindeki boşluk

Evans’ın önemli bir tespiti gıdanın doğrudan çöpe atılmadığı, önce fazlalık kategorisine girdiği ve bu noktada gıda güvenliğinin devreye girdiği yönünde:

Bir gıda için “kötüleşmeye başlamış” deme durumu evden eve ve gıdanın türüne göre değişiyor. Örneğin bazı kişiler etiket üzerinde yazan tarihe sadık kalırken, bazıları koku duyularına güveniyor. Kimisi de gıdanın renginde, dokusunda bir değişiklik var mı diye kontrol ediyor veya gıdanın buzdolabında ne kadar uzun süre beklediğine göre karar veriyor. Et, tavuk, balık ve süt ürünleri çoğu kişi için riskli kategoriye girerken, baharatlar, soğan ve kurutulmuş bitkiler sağlık konusunda “garantili” diye düşünülüyor (s. 61).

Bununla birlikte yeni ve eski gıdanın birbirine karıştırılmaması yönündeki algı da güçlü.

Evans “artakalanlar”ı ayrı bir bölümde inceliyor. Bu durumda gıdalar ne potansiyelini tam yerine getirebilir ne de tamamen kullanışsızdır. Gıdanın elden çıkması birkaç aşamalıdır ve genelde iyi incelenmemiştir. Artakalanların seyri dinamik bir şekilde değişebilmektedir ve gıdanın ev içindeki senaryosunu önceden kestirmek kolay değildir. Son dakika kararıyla dışarıda yenen bir yemek veya eve sipariş edilen hazır yiyecekler planları bozabilir. Evans’a göre gıdaların uzun süre saklanabilmesi için tasarlanan ürünler artakalan gıdaların kişide yarattığı endişeyi gideriyor, artakalanların sembolik anlamlarını yumuşatıyor ve onları çöpe atmayı normalleştiriyor. Bu savı destekleyecek başka çalışmalar görmek anlamlı olurdu.

Araştırmanın yapıldığı dönemde Britanya’da yerel yönetimler artakalan veya fazlalık gıdayı şehir çöplüğüne götürmekten kurtarmak için evlere gıda çöp kutuları ve gıda atığı hakkında broşürler dağıtıyordu. Bu hizmetin otomatik olarak gıda israfını azalttığını söylemek kolay değil. Hane halkı için gıda çöp kutusunun neleri temsil ettiği önemli. Metcalfe ve arkadaşlarının 2013 yılındaki çalışması bu kutuların mutfaktaki varlığının insanları rahatsız ettiğini, özellikle “hijyen, koku, boyut, estetik, düzen ve itibar” endişelerini beraberinde getirdiğini belgeliyor. Öte yandan gıda çöp kutularının bir ölçüde gıda tüketim alışkanlıklarını değiştirdiğini ve kendilerini yönlendirdiğini belirtmişler.

Kolay çözümler yok

Gıdalar karmaşık ve çok katmanlı bir süreç sonunda atık haline geliyor. Farklı gelişmişlik seviyelerindeki ülkelerde ve kültürlerde gıda israfının serüveni değişebiliyor. Günlük hayat düzeni, tüketim kültürü, kent planlaması, alışveriş yöntem ve alışkanlıkları önem arz ediyor. Ayrıca etnisite, sınıf veya yaş da etkili. Tüketicinin umursamazlığı ile geçiştirilebilecek kadar basit bir konu değil. Tedarikçinin, perakendecinin de rolünü unutmamak gerekiyor. Gıda atığını azaltmak üzere tasarlanan politikalar günlük hayatımızı etkileyen tüm faktörleri –sosyal, ekonomik, politik, kültürel, materyal ve kurumsal– dikkate almalı.

Peki, artakalan gıdaların paylaşıldığı, bir şekilde tekrar tüketim döngüsüne girdiği ve çöpe atılmaktan kurtulduğu durumlar var mı? Gıda takası veya gıda ile hediyeleşme kültürel açıdan pek popüler değil. Bireyler artakalan yemeklerini komşularıyla paylaşmaktan çekiniyorlar çünkü yemek becerilerinin ortaya çıkmasını istemiyorlar ve yargılanma endişesi taşıyorlar. Kullanılmamış gıda ürünlerinin paylaşılmasının önündeki engel de sosyal standartlar ve hane içi bilgilerin açığa çıkması korkusu. Farklı hanelerde oturan aile bireyleri arasında gıda takası olabiliyor. Bağışlar genelde anonim olduğu için okula veya kiliselere gidiyor. Kompostun süreklilik ve erişim sıkıntıları mevcut. Gıda atığının kaynaktan engellenmesi, ana öğünün dışarıda yenmesi, gıda tedarikçileri ve perakendecileriyle doğru gıdalara erişim için işbirliği, ev dışı gıda atığı depolama alanları yaratılması, artakalan gıda takası kitapta bahsi geçen diğer çözümler arasında.

 

KAYNAKÇA:

 

FAO, Food Loss and Food Waste

http://www.fao.org/policy-support/policy-themes/food-loss-food-waste/en

Metcalfe vd. (2013) Food Waste Bins: Bridging Infrastructures and practices, The Sociological Review 60 (S2) 135-155.

Anadolu Ajansı, "Türkiye yılda 214 milyar liralık gıda israf ediyor"