Hayatta kalanların hikâyeleri

"Ayhan Aktar, destanları incelerken, bu destanların yazılmasına sebep olan tarihsel arka planı da okuyucularını müthiş bir berraklıkla veriyor. Böylece, sadece 'Barakalar’ın yıkımına' yakılan ağıdı okumuyoruz; insanları Barakalar mahallesini kurmak zorunda bırakan şartları, ahlâk ve vicdan sahibi bürokratların nasıl pasifize edildiğini de görüyoruz."

16 Temmuz 2020 16:13

“Soykırım” denince akla şifreli telgraflar, emirler, haritalar, hazırlanmış listeler, katil namzetleri, çukurlar ve buna benzer birçok şey gelir. Pergelin bir ucunu suçun oluştuğu kabul edilen sembolik güne koyarsak, çapı çok kısa tutan bir daire içinde gerçekleşir “Soykırım Çalışmaları”nın büyük çoğunluğu. Disiplin, kendini böyle sınırlayınca –belki sinema etkisiyle Holokost’u bir miktar dışarda tutabiliriz– araştırmaların kahir ekseriyeti suç ânının çevresinde incelenir ve bugün fütursuzca “kılıç artığı” denen, soykırımdan kurtulanların hayat hikâyeleri eksik kalır. Onları tanımlayan temel özellik, kıyımdan kurtulmuş olmaktır.

Yanlış bir anlamaya mahal vermemek için son cümleleri biraz açmak istiyorum: Kıyım, pek tabii ki bir insanın unutulmaz, onanmaz bir yarası olarak kalacaktır. Ama her şeye rağmen hayatın devam ettiği de bir gerçek. Böyle olunca, hayatın yeni evrelerinde karşılaşılan yeni sorunlar da önem arz eder. Dışarıdan bakan biri, iki trajedi için anneannemin tabiriyle “kabili kıyas değil” diyebilir ama muhatapları, yani bizzat olayları yaşayanlar için hakikat farklı gözükebilir.

Bu ıstırapların kendine yer bulacağı mecra ise evvela edebiyat – yaşayanların dilinden anlatıldığında ise halk edebiyatı. Şimdi bunun basit sınıflandırma olduğunu kabul etmekle beraber herkesin Yetvart Odyan ya da Wladyslaw Szpilman olmadığının da altını çizmek istiyorum. Anadolu toplumuna bakınca bu yakarışların destan formunda ortaya çıktığını görüyoruz. Böylece, bu yakarışları sonraki kuşaklara edebiyatçılar taşırken sosyal bilimciler de akademik açıdan bu meseleleri, bütün bu vahşet bitip de ortalık görece sakinleştikten sonra ele alıyorlar.

Ayhan Aktar, Anadolu destanlarının izini sürdüğü Ermeni Evine Figan Kuruldu adlı kitabında edebiyatçılar ile sosyal bilimcilerin yakınlığını vurgularken Zygmunt Bauman’ın “siyam ikizleri” benzetmesinden yola çıkmış: “Her Siyam ikizi gibi, beslenme ve sindirme organları ortak olduğundan cerrahi olarak ayrılmaları imkânsızdır.” (s. 23) Fakat bu destanları incelerken Bauman’ın terminolojisi üstünde biraz daha durmamız gerekiyor. Bauman’ın kavramlaştırmasını Ayhan Aktar’ın kendi çevirisinden okuyalım:

"Erfahrung, dünyayla etkileşim içindeyken bana olanları anlatır; Erlebnis ise bu etkileşim sürecinde benim yaşadıklarımdır. Erlebnis ile benim olup bitenleri algılama, sindirme ve anlaşılır bir biçimde başkalarına ifade etme çabalarımın toplamı kastedilmektedir..." (s. 22)

Bir sosyoloji profesörü olarak Ayhan Aktar, meselelere yaklaşırken ister istemez dışarıdan bir gözle bakıyor – “erfahrung”. Ama bu kez elindeki malzeme tapu kayıtları, telgraf ya da emirler değil, kıyımdan kurtulan insanların yazdığı destanlar. Dolayısıyla, metin boyunca yazı-tura atarcasına dönen paranın iki yüzünü de görmek mümkün. Yazı-tura yerine Bauman’ın kavramlarını kullanmak şartıyla.

Ayhan Hoca’nın bir “anılar meraklısı” olduğunu hem benim gibi öğrencileri hem de iyi okurları bilirler. Bu destanların bir “anı” özelliği de var. Ermeni aşuğlar yaşadıklarını, başlarına gelenleri, büyük acıları anlatmışlar. Soykırımlar üstüne çalışan insanlar için bu felakete bizzat maruz kalmış, onu deneyimlemiş insanların birinci elden tanıklıkları çok mühim ve değerli. Ama tam bu noktada Marc Nichanian’ın karşı çıkışına kulak vermemiz lazım. Ayhan Hoca’dan alıntılıyorum:

“Nichanian’ın görüşüne göre, yaşanan felakete tanıklık etmek zaten mümkün değildir. Çünkü felaketi yaşayıp sağ kalanlar yaşadıklarının etkisi ile onulmaz bir şekilde yaralanır ve ‘dillerindeki söz bütünlüğü bozulduğu için’ başlarından geçeni başkalarına anlatmaktan aciz kalırlar. Eğer hikâye etmeye kalkarlarsa da yaşadıkları korkunç deneyimi bir bakıma ‘normalleştirmeye’ çalışırlar. Böylece, teknik anlamda ‘tanık’ da ortadan kalkar.” (s. 25)

Ayhan Hoca ile daha önce yaptığımız sohbetlerin birinde tam bu konulara değindiğimizi hatırlıyorum. Açıkçası o sırada bu önermeyi biraz abartılı bulmuştum. Ama o günden bugüne görüşlerim biraz değişti ve Nichanian’a yaklaştı. Mesela, işkence meselesi. Bu ne kadar anlatılabilir? Türkiye’de hatırı sayılır miktarda “hapishane anıları”, “hapishane mektupları”, “hapishane günceleri” var. İşkenceyle karşılaşan bir insanın onu anlatmaya kalkması ne kadar mümkün olabilir ya da anlatabilse bile yaşanan felaket karşısında kelimelerin gücü ne kadar yeterli kalır? Böylesi bir sistematik ve toplu kıyımın da işkenceden büyük bir farkı olduğunu düşünmeye gerek yok – tamamen birleştikleri anlar olduğunu da kabul edebiliriz. Peki, tanıklıkları nereye koyacağız? Ayhan Aktar da bu “açmazı” tartışmaya değer bulmuş:

“Aslında birey yaşadığı felaketi anlatamaz, ama eğer yapabilirse, anlatmaya başladığında yaşananları bir anlamda normalleştireceği ve mantıksal bir çerçeve içine oturtacağı için olaya ihanet etmek durumundadır. Bu sosyal bilimciler açısından çok ciddi bir açmazdır.” (s. 26)

Nichanian’ın tartışmasını bir kenara bırakıp 1915 yılının Halep’ine gidelim. Vaziyeti bir cümleyle ifade edebiliriz:

“Çöle sürülen Ermeni nüfus içinde çok yaygın olan olaylardan biri de sürgün şartlarında çocuklarına bakamayacak durumda olan ailelerin çocuklarını Arap, Türk veya Kürt ailelere para karşılığında satmalarıdır.” (s. 31)

Halep’in nüfusu git gide artmaktadır. İnsanlar büyük bir yıkımla Halep’e sürülmüştür, işsizlik ve sefaletin getirdiği hastalıklar şehrin hakiki egemeni haline gelmiştir. Bu koşullar altında Halep’e gelen kadınların çoğu seks işçiliğine başlamak zorunda kalmış.

Halep’teki sürgünler “ilk kurulan teneke damlı gecekondu mahallesi” Barakalar’da yaşama tutunmaya çalışmaktadır. Fakat Barakalar mahallesinin yıkılmasına karar verilince aşuğların destanlarında hemen bu yıkım da yer bulmuş.

“1915’in sonuçlarını yaşayanlar son derece sert ve acımasız şekilde sürüp giden bir ‘ayakta kalma savaşı’ içine girmişlerdir. Evet, ölenler ölmüştür ama geride kalanların varoluş mücadelesi devam etmektedir.” (s. 42)

Bu bir unutma değil, acıların yarıştırılması da değil, daha çok güncel acının dışavurumu. Zaten daha sonra modaya, çarlistona, dansa, kadın özgürlüğüne karşı isyanlar da göreceğiz. Yeni destanların konusu “ölülerimizin unutulmaması” değil, “ahlâkımızın korunması” olacak.

Barakalar mahallesinde dolaştığımızda göreceğimiz manzara şöyle:

“Kışın yağan yağmurun çamurdan yapılmış kerpiç duvarları erittiği, yaz sıcağının ise tenekeden yapılma çatıyı kızdırdığı sefalet koşullarında bir yaşam başlar. Evlerde tuvalet yoktur. Maraşlı Ermeni Protestan Rahip Şıracıyan’ın ayrıntılı raporuna göre, kurulan kamplarda lağımlar sokak ortasında akmakta, içme suyu ise üstü açık kuyulardan sağlanmaktadır.” (s. 108)

Burada yaşama tutunmaya çalışan bir insanın birkaç sene önceki acıları unutması olası değil, ama burada yeni bir mücadelenin içine girdiğinden, belki açlık belki hastalıkla savaştığından destanında 1915 yerine Barakalar’daki sefalete eğilebiliyor.

Destanları yazan aşuğların Antep, Urfa ve Maraşlı olduklarını öğreniyoruz. Antep’in önce kendilerine dokunulmayacağını sanan ama sonra diğerleri gibi sürülen Ermenileri üstüne de en acıklı destanlardan biri yazılmış.

Ayhan Aktar, destanları incelerken, bu destanların yazılmasına sebep olan tarihsel arka planı da okuyucularını müthiş bir berraklıkla veriyor. Böylece, sadece “Barakalar’ın yıkımına” yakılan ağıdı okumuyoruz; insanları Barakalar mahallesini kurmak zorunda bırakan şartları, ahlâk ve vicdan sahibi bürokratların nasıl pasifize edildiğini de görüyoruz. O günün imkânları içinde sunulan çözüm önerilerine “İttihatçı zihniyetin” nasıl yaklaştığını görmek zaten en yürek burkucu kısım. Olmayacak şeyleri, olmayacak insanlardan, içlerinde hâlâ sönmemiş bir umut ateşi taşıyarak talep ediyorlar.

Yürek burkan, okudukça insanı üzen bir kitap Ermeni Evine Figan Kuruldu. Diğerlerine nazaran görece eğlenceli sayabileceğimiz Sarkis Çavuş Minasyan’ın Halep’te, 1930’da basılan “Çarlston Destanı”ndan birkaç dörtlükle bitireyim yazıyı.

Kim olsa sever böyle oyunı,
Meze kebab, besli koyunı,
Kaynar patates, salata suyunı,
Oyunda hazmı çok çapuk olur.

Fokstrod da geldi meydane,
Arkadaş arar bakar her yane,
Biçimsiz ahval, mesleki şeytane,
Kucaklayub döner ayni pervane.

Her hal olacak bir erkek bir dişi,
Damsız olmaz imiş khatun kişi,
Ömürde görmedik böylesi işi,
Oynasınlar da gör ne biçim olur.