“Geleceğimiz, dönüp bakmadığımız bir yerde şekilleniyor.”

Çağdaş Almanca edebiyatın en etkili yazarlarından Jenny Erpenbeck’le külliyatını kapsayan bir söyleşi: “Kendilerine soru sorulmayan, dikkat çekmeyen insanların görülmeme problemiyle nasıl başa çıktıkları… Dünyada hareketi yaratan şey budur.”

30 Haziran 2022 13:00

Berlin Duvarı’nın yıkılışını hayatın kesintiye uğraması olarak tarif ediyor Jenny Erpenbeck. “Şimdiki zaman,” diyor, “geçmiş zaman haline geliverdi. Çok net bir kesintiydi bu, çocukluğum ve gençliğimle yetişkin hayatımı birbirinden bıçak gibi ayırdı.”

Erpenbeck okurları, özellikle de onun Kein Roman (Roman Değil) adlı kitabında yer alan otobiyografik denemelerini bilenler, Berlin’in (ve Almanya’nın) birleşmesinin yazarın hayatında adeta travma etkisi yaptığını, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR; Deutsche Demokratische Republik) sonunun onun hem opera yönetmenliğini bırakıp yazmaya başlama kararını hem de sonrasında edebiyatını şekillendirdiğini, Doğu-Batı ayrımının muhtelif sonuçları ve nüanslarıyla zihnini meşgul etmeye devam ettiğini de bilirler.

Bu meşguliyet, 1967 Doğu Berlin doğumlu Erpenbeck’in Almanya’da Kasım 2021’de yayımlanan yeni romanı Kairos’ta büsbütün belirgin. Aralarında otuz dört yaş fark olan bir erkekle kadının, Doğu Berlin’de, duvarın yıkılışından hemen önceki birkaç yıl zarfında yaşadıkları aşkın çevresinde örülmüş bir roman bu. Siyasi değişim ve çöküş, giderek zehirlenen bir romantik ilişkinin içinden anlatılıyor.

Kairos (Καιρός) malum, bir Yunan tanrısı. Talihin dönüp yüzümüze baktığı anları, bir şeyi gerçekleştirmek için dört elle sarılmamız, kaçırmamamız gereken fırsatları ima eden bir kavram. Erpenbeck’in son romanı bağlamında, hem aşkta bulunan mutluluğun geçici niteliğini, bir aşkın nereye varacağını, nasıl gelişeceğini belirleyen kader anlarını hem de gerek kendi bireysel hayatlarımızda gerek yaşadığımız dünyada anlamlı bir değişim sağlamak adına yitirdiğimiz fırsatları düşündürdü bana kairos.

Bir bakıma, yazarın bütün kitapları –Türkçeye de çevrilmiş olan ilk üç romanı Gölün Sırrı, Bütün Günlerin Akşamı, Gidiyor Gitti Gitmiş ve henüz Türkçesi olmayan iki uzun öyküsü Wörterbuch (Kelimeler Kitabı) ile Geschichte vom alten Kind (İhtiyar Çocuğun Hikâyesi)bu temanın içinden okunabilir; tesadüflerin, imkânların, tereddütlerin, zaafların ve kaçırılan fırsatların Erpenbeck kurmacasında çok belirgin bir rolü var. Öte yandan, başka türlü olması da pek mümkün değil sanırım. Zira kairos, bütün olarak hayatın, hayatlarımızın çekirdeğinde duran, hikâyelerin gelişimine imkân sunan şeyin ta kendisi aslında. Böyle düşününce, Erpenbeck’in dördüncü romanına uygun gördüğü adın iddiası da berraklaşıyor.

Kairos’u Michael Hofmann’ın henüz yayımlanmamış olan İngilizce çevirisinden okudum. Okuduktan hemen sonra, 17 Mayıs 2022 günü Jenny Erpenbeck ile hem bu roman hem de bir bütün olarak edebiyatı üzerine çevrimiçi bir söyleşi yaptım. Video kaydını Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin dijital arşivinde Türkçe altyazılı olarak izleyebileceğiniz söyleşinin geniş bir kısmını aşağıda sunuyorum. Bu vesileyle, Jenny Erpenbeck’in kitapları üzerine Behçet Çelik’in Mayıs 2021’de K24’te yayımlanmış olan incelikli değerlendirme yazısını okumanızı da tavsiye ederim.

 

Kairos romanınız bir açıdan beni şaşırtmadı, zira sizin için çok önemli olduğunu bildiğimiz bir temayı işliyor: Almanya’daki ve Avrupa’daki eski Doğu-Batı bölünmesi. Sizin hayatınızı derinden etkilemiş, bizim kuşağımızdan birçok insanın hayatını biçimlendiren bir bölünme. Fakat romanınız başka bir yönden şaşırtıcı, çünkü merkezde bir aşk hikâyesi var. Ana hikâye olarak romantik bir ilişkiyi ilk kez anlatıyorsunuz, değil mi?

Evet. Bu benim için aşılması gereken bir zorluktu. Artık buna cesaret edebilecek yaşa geldiğimi düşündüm.

Ne tür bir zorluktu bu? Mahremiyeti yazmak mı, duyguları yazmak mı, işin fiziksel boyutunu yazmak mı zor olan?

Bir bakıma bir mikrokozmos gibi bu. Ayrıntılara girmeniz gerekiyor. Kastettiğim şey fiziksel ayrıntılar değil. İşin zorluğu orada değildi.

Bütün o geçiş süreçleri, yapılan bütün hatalar ve bütün o ümitler arasında, ilişkinin keşfine çıkmaktaydı zorluk. Dikkatli ve yavaş olmak gerekiyordu.

Bir hikâyeyi ayrıntılarıyla anlatmak, küçücük şeylerin bütünü değiştirebileceği anlamına geliyor. Bu farklı bir yazma biçimi ve bir bakıma yazarı da savunmasız bırakıyor. Çünkü aynı zamanda sizin kendi ümitleriniz, ilişkinin nasıl bir anlam taşıdığına ilişkin kendi düşünceleriniz ve iktidar meselesinin bir ilişkide ne anlama geldiğine dair bakışınız da devreye giriyor.

Klişe bir aşk üçgeni tuzağına düşme riskiyle başa çıkmak zorunda kaldınız mı? Ziyadesiyle kendine özgü bir ilişki yaratmayı başarmışsınız ama aynı zamanda insan kendinden çok şey bulabiliyor bu ilişkide. Bunun üstesinden nasıl geldiğinizi merak ediyorum.

Bir bakıma her ilişki kendine özgüdür elbette.

Benim burada yaptığım, en azından yapmaya çalıştığım şey şuydu: Aynı zamanda hafızaya ilişkin bir hikâye de anlatmak istedim. Kaybettiğiniz şeyler hakkında, bir yandan onları kaybederken elinizde tutmak istediğiniz şeyler hakkında bir hikâye.

Dolayısıyla sadece normal yolundan ilerleyen bir aşk hikâyesi değildi bu. İlk bölüm, ikinci bölümde yıkılacak olan şeyi inşa ediyor. Aynı zamanda da bir tür karanlık ayna efekti söz konusu. Karakterlerin ilk kez ve son kez diyalog içinde oldukları sahneler, birbirine ayna tutuyor.

Tabii dünyada pek çok aşk hikâyesi var ki, mükemmel bir şekilde başlıyor ama sonra depresyona dönüşüyor.

Kitabı henüz okumamış olanlar için kısa bir özet verebiliriz. Bu bir aşk hikâyesi ama aynı zamanda sizin de az söylediğiniz üzere bir mikrokozmos. 1986’da, Doğu Berlin’deyiz. Roman bize Berlin Duvarı’nın yıkılışından önceki birkaç yılın hikâyesini veriyor. Bir toplumun çürümesine, çözülmesine içerden bakıyoruz. Duvarın yıkılışıyla Doğu Berlinlilerin bildiği haliyle hayat bir gecede değişiyor. Bu esnada bir aşk ilişkisindeki çürümeyi de gözlemliyoruz. Gayet seksüel, aynı zamanda gayet entelektüel, tutkulu bir ilişki, daha sonra biraz istismarcı, manipülatif bir hal alıyor. Erkek karakter giderek obsesifleşiyor. Sadakat ve aldatma temaları, sahiplenme ve sizin dediğiniz gibi iktidar, güven ve güvensizlik hep oyunun bir parçası. İki ana karakterimiz var: Hans ve Katharina. Aralarındaki dinamiğin ilginç tarafı Hans’ın 1933’te, Katharina’nın ise 1967’de doğmuş olması. Doğum yıllarının toplam 100 etmesine bayılıyorum. Bu bize, ikisinin farklı perspektiflerini algılama şansı veriyor, iki ayrı kuşak – biri Duvar dikildikten sonra doğmuş, diğeri Hitler iktidardayken çocukmuş. İlişki, birçok ilişki gibi zehirli ve mutsuz bir hal alıyor. Hans da neredeyse zorbalaşıyor ama yine de ona bir miktar sempati duyuyoruz, çünkü kendisini nasıl da kaybolmuş hissettiğini görüyoruz. Doğu Almanya yıkılırken bu kaybolma duygusu da artıyor.

Berlin Duvarı’nın yıkılışı sizin için çok belirleyici, yazar olmanızı sağlayan olay. Neden böyle? 1989’da Duvar yıkıldığında neyi yitirdiğinizi ve yazarak neyi geri alabileceğinizi düşündünüz?

Önce şunu söylemeliyim. Duvar yıkıldığında bir şey kesiliverdi. Şimdiki zaman, geçmiş zaman haline geliverdi. Çok net bir kesintiydi bu. Benim çocukluğum ve gençliğimle yetişkin hayatımı birbirinden bıçak gibi ayırdı. Bu, benim yetişkin olmaya başladığım bir dönemde meydana geldi aslında. Fakat DDR’de yaşadığım bütün tecrübelerin bir anda eskidiğini ve bir müzeye ait olduğunu düşünmeye başladım. Dolayısıyla beni bir anda çok yaşlandırdığını söyleyebilirim.

Sadece sevdiğiniz şeyleri yitirmekle ilgili bir şey değildi bu. Sevmediğiniz şeyleri de yitiriyordunuz. Fakat bunlar sevmeseniz bile tanıdığınız, bildiğiniz şeylerdi.

Duvar yıkılınca her şey değişti. Bir kere, annemle babamın kuşağının işlerinde kalmaları çok zorlaştı. Tabii, satın alabildiğiniz ürünler tamamen değişti. Gazeteler, kültürel kurumlar, o zamana dek entelektüel hayatın üzerine kurulu olduğu bütün bir kültürel gelenek değişti. Tiyatrolarda farklı insanları görüyordunuz artık, farklı oyunlar oynanıyordu, farklı kitaplar basılıyordu. Her şey değişti.

Bunun ardındaki itici güç kuşkusuz ekonomiydi. Doğu Almanya da bir pazardı elbette. Ayrıca sadece pazar da değil, eskiden Batı Almanya’nın bazı bölgelerinde iş bulamayanların şimdi ele geçirdiği bir alandı.

Bugün bile şirketlerde, üniversitelerde, kültürel kurumlarda yönetici pozisyonunda çok fazla Doğu Alman yok. Dolayısıyla birdenbire benim tecrübe etmiş olduğum o ülkeyle –ve tabii aynı zamanda karanlık yönleri de olan ülkeyle– yenisi arasında bir uçurum oluşmuştu. Tabii, artık bizim başa çıkması kolay olmayan başka zorluklarla uğraşmamız gerekiyordu.

Romanda bu değişimin aniliğini anlatan sahnelerden birini çok sevmiştim. Katharina eski erkek arkadaşlarından birine rastlıyor, galiba bir tren istasyonunda ve oğlanın elinde az önce Batı Berlin’deki bir büfeden aldığı Der Spiegel var. İşte bu kadar. Bir sabah bu oluveriyor ve etraflarındaki dünya yıkılmaya başlıyor.

Şimdi sizden Kein Roman adlı kitabınızdan bir paragraf okumanızı rica edeceğim. “Hüznü Özlerken” başlıklı denemenizden, az önce anlattıklarınızı ve o kayıp duygusunu çok iyi özetleyen bir paragraf. 

“Benim içine doğduğum toplumda, hükümeti en radikal biçimde eleştirenler iyi şeyler olacağını ümit etmek konusunda hükümeti bile geride bırakmışlardı. Ben de böylece ümit etmeyi öğrenmiştim – şeylerin geçici haliyle yaşamayı, daha iyisinin olduğunu bilmeyi ve beklemeyi öğrenmiştim. Ama şimdi ne olacaktı? Şimdi iş yanılmış olanların yerine yeni insanların getirilmesiyle kalmıyor, yanılmış olanlar tamamen silinip atılıyordu. Ve bundan daha iyisinin olduğunu bilenler birdenbire boş bir tiyatro salonunda otururken bulmuşlardı kendilerini. Birdenbire herkes özgürlükten söz eder olmuştu, fakat ben her çeşit cümlede serbestçe salınan bu özgürlük kelimesinden pek bir şey anlamıyordum. Seyahat özgürlüğü mü? (Ama paramız buna yetecek miydi?) Fikir özgürlüğü mü? (Ya kimse benim fikrimin ne olduğuna aldırmıyorsa?) Alışveriş yapma özgürlüğü mü? (Peki ya alışverişimiz bitince ne olacak?) Özgürlük size bedava sunulan bir şey değildi, bir bedeli vardı. Ve bedel o âna kadarki bütün hayatımdı. Bedel, o âna kadar şimdiki zaman adı verilen her şeyin şimdi geçmiş olarak adlandırılmasıydı. Gündelik hayatlarımız artık gündelik hayatlar değil, sağ kurtulabildiğimiz birer maceraydı. Geleneklerimiz birdenbire eğlenceliğe dönüşmüştü. Aşikâr olan şeyler, sadece birkaç hafta içinde aşikâr olmaktan çıkmıştı.

Ancak yüzyılda bir açılan bir kapı açılmıştı, fakat o yüzyıl da ebediyen yitirilmişti şimdi. O andan itibaren benim çocukluğum bir müzeye aitti artık.”

Teşekkür ederim. Bu bölüm bana Kairos’taki şu paragrafı hatırlattı. Katharina’nın Batı’ya geçtiğinde, Batı Berlin’de yürürken kendini çok rahatsız hissettiği bölümü: “Kendisini orada yaşayanların kötü bir kopyası gibi hisseder, her an foyası ortaya çıkacak bir dolandırıcı gibi, bir hilebaz gibi…”

Siz de böyle hissetmiş miydiniz kendinizi? Ve ne zaman, nasıl aştınız bu duyguyu?

Evet, şu anda bir yerden bir yere serbestçe gidebilenler için sınırı geçmenin nasıl bir his olduğunu hayal etmek bence zor. Sınırı her geçişimiz tuhaf bir his veriyordu bize…

Başlangıçta sanki Paris şehri uçan halıya binip gelerek Berlin’in yanı başına inmiş gibi bir histi bu. Tabii, oraya giderdiniz ve kendinizi yabancı gibi hissederdiniz.

Elbette bizler aynı dili konuşuyorduk ama yine de farklı giyiniyorduk, farklı kokuyorduk, kötü kokmuyorduk ama farklı kokuyorduk, Batılıların gezmeye alıştığı gibi süslü püslü gezmiyorduk, farklı türde insanlardık.

Birleşmeden yıllar sonra bile ben kimin Doğulu kimin Batılı olduğunu, sadece o kişinin nasıl hareket ettiğine, kendisini nasıl taşıdığına, nasıl takdim ettiğine bakarak anlayabiliyordum. Farklılıklar vardı.

Başlangıçta tabii yeni yerleri keşfetmek ilgimizi çekiyordu. Mesela Batı Berlin’deki sinemalara gittiğimi hatırlıyorum ve müzelere tabii. Fakat kendimizi ziyaretçi gibi hissediyorduk.

Mahcubiyet hissettiğimizi, yoksul olmaktan mahcubiyet duyduğumuzu söyleyemem. Çünkü zengin bir kültürel hayatımız olduğunu biliyorduk. Tahmin edilenden çok daha fazla kitaba erişimimiz vardı. Ay’ın öteki tarafında yaşamıyorduk yani.

Belki de Batılılarla aynı tarzda hareket etmeyi, aynı tarzda giyinmeyi de istemiyorduk. Ancak derin bir farklılık söz konusuydu. Bu farklılık bir bakıma bugün bile bende mevcut. Bence Doğulular bugün beni gördüklerinde, kendileriyle aynı geçmişe sahip biri olduğumu anlayabiliyorlar.

Kitaplarınız bize Doğudaki entelektüel, renkli ve gerçek hayata açılan bir pencere sunuyor. Kairos’ta, Batı Berlinlilerin Doğu’yu tarif etmek için “gri” kelimesini kullandıklarını söylediğiniz cümleyi de çok seviyorum. Şehrin büyük neon ışıkları, reklam panoları olmayan bölümünden “gri” diye söz ediyorlar.

Oysa sizin için şehir o kadar da “gri” değildi, öyle değil mi?

Adeta karanlıkta fotoğraf çekerken, kameranın karanlıktaki her şeyi görmesi için biraz beklemenize benziyor bu. Bize gri görünmüyordu her şey. Hatta arada yeşil renk de vardı biraz! Fakat o yeşillik kısa süre sonra büyük reklam panolarıyla kapandı. Şehirde sadece çimenlikten ibaret olan yerleri artık göremez oldunuz.

Ben bir bakıma çürümeyi görmenin daha sahici bir şey olduğunu düşünüyorum. Çürüyen binaları, savaşın izlerini…

Savaşın izleri Doğu Berlin’de, Batı Berlin’de olduğundan çok daha belirgindi. Bunları görmeye alışkın olmanın yanı sıra, bunlar beni tarihte olup bitenler hakkında düşündürürdü de. Farkında olmamı sağlardı.

Ve şimdi artık her şey pürüzsüz ve güzel görünüyor. Elbette, binaların onarılması ve bazen yeniden yapılması gerekiyor, öylece yıkılmalarına izin veremezsiniz. Fakat yine de ben bir şeyin mükemmel olmadığını, yüzde yüz parlak ve pürüzsüz olmadığını gördüğümde kendimi daha çok evimde hissediyorum.

Bugün hâlâ o farklılığı hissettiğinizi söylediniz. Kairos’ta sonlara doğru Katharina küçük kâğıt parçaları, DDR’den küçük hatıralıklar toplamaya başlıyor, artık hayatta kalmayacağını bildiği şeyleri topluyor. Bir mülakatınızda, evinizde çekilmiş bir fotoğrafınızı görmüştüm, sizin de DDR’den böyle hatıra eşyaları, kâğıtlar olan bir duvarınız var.

Niye böyle bir duvar? “Ostaljik” misiniz, Doğuya nostalji mi duyuyorsunuz? Eğer böyle belki de kaçınılmaz bir hasret duygunuz varsa, bunun edebiyatınıza sinmesini nasıl önlüyorsunuz?

Öncelikle, nostaljik değilim. DDR ile ilgili duygularımı anlatan doğru terim bu değil. Kuşkusuz Doğu Almanya’nın geri gelmesini istemem. Bu ülkenin son bulmasının sebepleri vardı.

Fakat kullanmaya alıştığınız veya bütün hayatınız boyunca kullandığınız parayla son kez bir şey almaya gitmek çok tuhaf bir tecrübe. Ve hemen ertesi gün, kendi dünyanızın içine girmiş yepyeni bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Bir günden diğerine geçerken her şey kayboluyor.

Biriktirdiğim şeyler, şu ya da bu şehirde hatıra eşyası gibi alınabilecek türden şeyler değildi. Ambalaj kâğıtlarıydı ve DDR’nin ambalaj kâğıtlarını gerçekten seviyordum. İnsana satmanın ve satın almanın önemsizliği hakkında çok şey anlatan kâğıtlardı bunlar.

DDR’nin başarısız olmasının nedeni, belki asıl nedeni ekonomiydi. Fakat satmanın ve satın almanın bugün oynadığı kadar büyük bir rol oynamamasını çok seviyordum ben. Oysa şimdi her şeyi bu tarz bir ekonomi belirliyor. Bunun önemli olmamasını hakikaten çok seviyordum.

Dolayısıyla fazla renkli olmayan ambalaj kâğıtlarını biriktirmeye başladım. Tasarımı ve üzerindeki yazıların tarzı pek fena değil. Fakat çok mütevazı kâğıtlar. Onları duvara asarak kendime özel bir tür müze yaptım ama bir süre sonra renkleri iyice soldu. Kâğıtların üzerinde ne yazılı olduğunu artık göremiyorsunuz bile. Doğrudan güneş almıyorlar; yine de solup gittiler.

İnsan gençken yaptığı şeyler, hatta yazdığı şeyler konusunda bile pek fazla düşünmüyor. Ben de öylesine bir şeyler biriktirmeye başlamıştım. Bunu niye yaptığımı çok da düşünmeden.

Şimdi bunu yapmamın nedenini, bir yolunu bulup zamanı elimde tutmak isteyişime bağlıyorum. Zaman derken bir konsept olarak zamanı değil, hayatımın belli bir dönemini kastediyorum. Hayatımın belli bir dönemini elimde tutmak istedim. O dönemi olduğu gibi geri almak istemek değildi bu ama elde tutmak istemekti.

Bugünkü söyleşimizin duyurularına “Edebiyatta Geçmiş ve Şimdiki Zaman” başlığını vermiştim. Bu konuşmanın ana teması olarak üzerinde durmak istediğim şey tam da bu çünkü: Zaman.

Fakat önce, izleyicilerin yanlış anlamasını istemediğim için bir şey söyleyeceğim. Romanınızı özetlerken ve size bu soruları sorarken, geçmişe dair “siyasi” bir nostaljiyle yazdığınızı kastetmek istemedim. Elbette öyle değil. Geçmişe dair eleştirel bakışınız kitaplarınızda her zaman hissediliyor. Okurlarınız bunu biliyorlardır. Bu yeni romanınızda da mesela sansüre, otosansüre referanslarınız var, Tretiakov’un, Bukharin’in hikâyelerinden bahis var; Bierman Olayı’ndan söz ediyorsunuz – muhalif görüşleri nedeniyle yurttaşlıktan atılan ünlü şarkıcı Karl Wolf Bierman’dan. Sistemin suçları sık sık bize hatırlatılıyor romanda. Neyin yanlış, neyin kötü olduğu konusunda bir farkındalık var. Fakat aynı zamanda o ortamda neyin iyi, belki neyin mümkün, neyin hâlâ canlı olduğunun bilinci de var. Ben bunu çok seviyorum.

Hans ve Katharina Moskova’ya gittiklerinde, her ne kadar “balayı” adını verseler de, sonunda pek balayına benzemeyen bu seyahatte, Sovyet sisteminin ve devrimin simgelerine bakarken, ikisinden biri, “Yeni, kanlar içinde doğar” diyor, “ama üzerindeki kanları kim silecek?”

Şöyle sorayım: O kan hiç silinmiş miydi? Nasıl silinebilirdi?

Bir bakıma haklısınız. Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde olanlar, DDR’de de devam eden bir yanlıştı. Stalinist Sovyet Rusya’dan gelen göçmenler Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni kurarken Stalin iktidarındaki kovuşturmaları hatırlıyor ve olanları anlatmaları durumunda kendilerinin de Gulag benzeri bir yere gönderilebileceklerini düşünüyorlardı.

Bu korku, devleti büyük ölçüde yöneten göçmenler aracılığıyla DDR’ye de taşınmıştı. Silinemeyen kan bir bakıma kendi yoldaşlarının kanıydı.

Bence yaşlı ve genç kuşak arasındaki tartışma da kısmen bunun üzerineydi. İhtiyaç duyulan değişiklikler hakkında veya daha önceki yıllarda olduğundan biraz daha farklı bir sosyalist toplum hakkında konuşmak güçlüğünü koruyordu.

Bence şimdi hepimizin ihtiyacı olan şey, tamamen yeni bir başlangıç.

Genç kuşağın işleyecek bir sistem icat edebileceğimi umuyorum hâlâ. Fazla şiddet ve ölüm olmadan, sadece yabancılar değil, yoldaşlar da ölmeden gelecek bir değişim. Şu anda durum pek de ümit verici değil zira.

Hayır, hiç de değil. Bu konuya döneceğim ama sizi “zaman” temasında tutmak istiyorum biraz daha. Hikâyelerinizde geçmiş çok önemli bir yer tutuyor. Fakat siz doğrudan tarihsel hikâyeler yazan, salt geçmişte kalmış olayları anlatan biri değilsiniz. Yaptığınız şey geçmişi alıp şimdiki zamana getirmek, zamanları katmanlandırmak.

Bunu Bütün Günlerin Akşamı’nda görüyorum örneğin. Orada bize aynı kadının hayatının beş alternatif sonunu veriyorsunuz. Tek bir birey için hipotetik, alternatif hayat hikâyeleri halinde yazılmış bir 20. yüzyıl tarihi. Bu Gölün Sırrı için de geçerli. Göl kenarındaki bir evin, farklı kuşaklardan farklı sahiplerinin elindeki hikâyesini anlatıyorsunuz yüzyıl boyunca. Değişmeyen tek kişi, eve bakan bahçıvan. Bu iki kitapta da, hatta son romanda bile tarihin birbirinden farklı dönemleriyle ilişki kurabiliyoruz.

Bize sunduğunuz yapı, geçmişle şimdiki zamanın aynı anda var olmasını mümkün kılıyor. Böylece geçmişle şimdiki zamana, birbirlerinin içinden bakmak, onları birbirlerinin içinden düşünmek ve hatta onları birbirleri sayesinde anlamak mümkün oluyor.

Kurmaca, edebiyat, özel olarak da sizin yazdıklarınız bizim zamanla olan ilişkimizi, zaman anlayışımızı gözden geçirmemize nasıl yardımcı olabilir dersiniz?

Bence edebiyat bize bir bakıma farklı hayatlar yaşama imkânı sunuyor. Bir fikrin ya da sorunlarla belli bir başa çıkma biçiminin, bir düşünce biçiminin kendi zamanında nasıl var olabildiğini sınamamızı sağlıyor.

Okur olmak, aynı zamanda hep belli bir mesafeye sahip olmak demektir. Bir hikâyenin ortasına atlayabilir ama aynı esnada ona dışarıdan da bakabilirsiniz.

Benim Bütün Günlerin Akşamı’nda ve Gölün Sırrı’nda yapmaya çalıştığım şey biraz geri çekilmek ve aynı anda bu tür, şu tür ve bir başka tür hayat biçiminin içine girebilme fırsatını okura vermekti. Her şeye başka bir perspektiften bakabilme fırsatı sunmaktı.

Tabii aynı zamanda şimdiki zamanın okurları olarak bizlere bu kitaplardaki her bir hikâyenin nasıl bir ağırlığa sahip olduğunu, birbiriyle nasıl kıyaslandığını, bir insan hayatı boyunca değerlerin nasıl değişebildiğini göstermekti.

Bütün Günlerin Akşamı’nda kuşkusuz hep aynı hayatın malzemesi vardı elimde. Giderek uzuyor, uzuyordu aynı hayat ve o hayata yeni şeyler ekleniyordu sonuna varıncaya dek.

Yine de eğer buna “malzeme” diyebilirsek, elimdeki şey aynı malzeme, aynı çocukluk ve gençlik deneyimi, aynı aşk, aynı siyasi angajman vesaireydi.

Benim için ilginç olan bu malzemeye ilişkin yargılar, bu malzemeye verilen değer ve bunlardaki değişimdi. Zamanla daha geri plana atılan ya da bir süre için göz ardı edilen şeyler oluyordu. Sonra bu şeyler yeniden ön plana geliyordu ve belki şimdi artık daha yaşlı olan biri için yeni bir anlam kazanıyordu.

Hepimiz kendi hayat hikâyemize bir anlam katmaya çalışıyoruz, malum. Ölüm de hep o hayatın özetini vermeye çalıştığımız, şimdi biten şeyin ne olduğunu kavramaya çalıştığımız bir an.

Bütün Günlerin Akşamı’nda aynı insanın tek bir hayatın içinde birçok farklı insan olabileceğini göstermeye çalıştım.

Ve bir insan öldüğünde yapılan o özette şeylerin taşıdığı önemin hayat boyunca değiştiğini görüyorsunuz. Bir şeye bir değer biçiliyor ve o değer hep öyle kalıyor diye bir şey yok.

Aşk için intihar etmeye karar veren genç bir kızın hayatının merkezindeki şey aşktır, fakat aradan elli yıl geçmişse, belki de artık öyle değildir.

Kendime soruyordum: Önemli olan nedir? Ve bu şey önemini hep böyle korur mu? Yoksa yer mi değiştirir?

Dediğiniz gibi, böyle yazmanız bize mesafe sağlıyor. Perspektif kazandırıyor ve farklı imkânların varlığına uyandırıyor bizi.

Bu mesafeye sahip olmanın aynı zamanda bir rahatlık verdiğini düşünüyorum. Bir şey size azami önemde görünürken bile, uğruna hayatınızdan vazgeçebileceğiniz bir şeyken bile, bunun meseleye bakış biçimlerinden sadece bir tanesi olduğunu görebilirsiniz.

Belki başka bir bakış açısı daha vardır ve o bakış açısıyla yaşamaya devam edebilirsiniz. Birçok başka önemli, iyi ve ilginç tecrübe yaşayabilirsiniz, bunları yaşamaya değer.

Üslubunuzla ilgili, romanlarınızdaki bu özgün zaman kavrayışınızı da ilgilendiren bir şey sorabilir miyim? Hikâyelerinizi geniş zaman kipinde anlatıyorsunuz. Bu bana bir “şimdiki zaman” katmanının üzerine bir başka “şimdiki zaman” koyarak katman katman bir anlatı kurduğunuzu düşündürüyor. Geçmişte kalan bir hikâye gibi değil de, birbirini takip eden şimdiki zamanlar gibi. Neden bu kipte daha rahatsınız? Pek sık rastlanan bir şey değil ve eminim, çok da kolay bir şey değil.

Almancada bile çok kolay değil. Editörümle de bunu sürekli tartışıyorum. Bu zaman kipini okulda öğretildiği şekliyle, doğru kullanıp kullanmadığımdan emin değilim.

Fakat benim zihnimde bu çok açık. Bir, çok uzakta olup bitmiş şeyler var – bu miş’li geçmiş zamanın rivayeti. Tarihten önceki tarih; hayatın kadim zamanları. Büyük büyükannelerin zamanı gibi bir şey. Sonra geçmiş zaman var. Şunu yapmıştım, “on yaşımdayken bunu yapmıştım” der gibi. Sonra “hemen dün şunu yaptım” derkenki gibi, yakın geçmiş zaman var. Bu katmanlar var. Tabii, kural şu. Almancada mesela bütün bu kipleri aynı anda kullanamazsanız. Neyin ne zaman olduğu konusunda bir karar verip cümleyi ona göre kurmalısınız.

Oysa ben hep “olayı yaşar gibi” anlatmayı tercih ediyorum. Bazen böyle olur; uzak geçmişteki bir şeyi düşünürsünüz, hemen ardından dün yaptığınız bir şeyi düşünürsünüz, sonra da beş dakika önce yaptığınız bir şeyi düşünürsünüz. Ve bu katmanlar arasında bir ayrım yapmanız gerekir, zira bu olayların ağırlığı farklıdır.

Ayrıca Almancada bu en eski zamanı anlatan kipte hep bir fiil kullanılır: “hatte” (vardı). HATTE.

Ben hatte’nin kulağa gelişini pek severim. Bu en geçmişteki zaman kipi bazen bir hatayı da anlatmak için kullanılır. Mesela, “O böyle böyle düşün-müş-tü” dersiniz ve sonra “fikrini değiştir-di” ve “işin farklı olduğunu anla-dı.” Dolayısıyla daha geçmişteki zamanı, daha sonra belki farkına varılmış olan bir hatayı tarif etmek için kullanırsınız.

Sizin tercih ettiğiniz kullanımda ise, mesela “Katharina Hans’ı görmeye gitti” demek yerine, “Katharina Hans’ı görmeye gider” dediğinizde, bu, olayı bizim için geniş zamanda mevcut kılıyor, okuduğumuz zamana da ait bir şey gibi oluyor, daha önce olup bitmiş bir şey gibi değil de… hep olan bir şeyi anlatıyormuşçasına.

Evet, karakterin içine giriyoruz böylece.

Karakterin içine giriyor, o ânı yaşıyorsunuz.

Ve bu geniş zaman kullanımı, Türkçede nasıl bilmiyorum ama Almancada olaylara ivme katıyor, tempoyu artırıyor. 

Bence Türkçede de öyle.

Hız katıyor.

Tempodan söz etmişken biraz ilerlemek ve sizin tiyatro ve müzik geçmişinizden, bunun yazarlığınızı nasıl beslediğinden bahsetmek istiyorum. Tiyatro eğitimi aldınız ve sonra opera yönetmenliği eğitimi aldınız ve operada sahne yönetmeni olarak çalıştınız, öyle değil mi?

Evet.

Bu sizin eserlerinizde çok görünür bir şey. Klasik müziğe, operaya, librettolara birçok referans var yazdıklarınızda. Fakat ben müziğin edebiyatınızda ayrıca iki önemli etkisi olduğunu görüyorum ve size bunları sormak istiyorum.

Birincisi, kurduğunuz yapı. Nerdeyse senfonik bir anlayışla yazmanız. Sizin sesleri, fikirleri, düşünceleri, duyguları, olayları, söylenen ve söylenmeyen şeyleri, hepsini bir arada, tek paragrafta buluşturan yazma stiliniz. Bir senfoni gibi. Paragraflarınızı bir orkestra eseri gibi gözümde canlandırabiliyorum.

Ama müziğin edebiyatınızdaki ikinci ve bence daha önemli olan izi de boşluklar. “Müziği yapan notalar değil, notalar arasındaki boşluklardır, sessizliktir” diyen Claude Debussy’ydi sanırım. Bunu sizin yazdıklarınızda da görüyor ve hissediyorum. Bu kadar çok şeyi dışarda bırakma cesaretini, cüretini nerden buluyorsunuz? Zira pek çok şeyi dışarda bırakıyorsunuz. Yazdıklarınızda kelimeler kadar sessizlik de var.

Ben dili hep üzerinden atlayıp uçmaya başladığınız ya da belki aşağıya atladığınız bir kaya parçası gibi hayal ederim.

Dili kullanarak bir hisse, bir duygulanıma, bir düşünceye başlangıç noktasını vermeye çalışırım ama o hissi veya duygulanımı çok ayrıntılı biçimde tarif etmem, hatta bazen o konuda tek bir kelime bile etmem. Çünkü o başlangıç noktasını yarattıktan sonra insanlara ne hissettiklerinin tarifini vermeniz gerekmez. Onları kendi hallerine bırakabilirsiniz ve kendi düşündüklerini düşüneceklerdir.

Bence gerçek hikâye de boşluklarda, duraklamalardadır. Yayıncımla ilk başta tartıştığım bir şey de paragraflar arasında bıraktığım boş satırlardı. Çünkü bence asıl hikâye o boş satırlarda olup bitiyor.

Bu sadece kullanılmayan bir alan ve kâğıt israfı değil. Okuru yalnız bırakmayı seviyorum. “Yalnız” doğru kelime olmadı. Okuru kendi haline bırakmayı seviyorum. Bazen ben de düşüncelerim ve duygularımla kendi halime bırakılmayı seviyorum. 

Yazdıklarınızda hep bu duraklamalar ve sıçramalar var. Bir şey oluyor ve o şeyin olduğunu siz bize söylemeksizin biz biliyoruz. Bu bilgiyi bize geçirmeyi başarıyorsunuz.

Kasım 2015’te Berlin Sanatlar Akademisi’ne kabul töreninizde yaptığınız konuşmada şöyle demişsiniz: “Çoğu zaman, obuanın esere dahil olup çalmaya başladığı anda kameranın obuacıyı göstermemesini, onun yerine çalma sırasının tekrar kendine gelmesini bekleyen dördüncü kornocu gibi birini göstermesini dilemişimdir.”

Bu sanırım siz televizyonda konser izlerken olan bir şey. Bunu çok sevdim ama tam olarak doğru anladığımdan emin değilim. Burada ne diyorsunuz?

Benim için her zaman birisini, mesela bir müzisyeni, kendisi esas aksiyonun bir parçası değilken izlemek daha ilginç olmuştur. Beklerken, oyalanırken…

Bu deneme kitabındaki başka bir metinde şöyle bir şey diyordum sanırım: “Geleceğimiz, dönüp bakmaya alışık olmadığımız bir yerde oluşup şekilleniyor.” Halihazırda gelişiyor ama oraya bakmaya alışkın değiliz.

Almancada buna “nehmen Schauplatz” (sahne almak) deriz. Esas aksiyon gibi görünen şey her zaman asıl aksiyon değildir. Esas aksiyon sahnede görünmeyen, biz bilmeden gelişen şeydir. Bu da benim ilgimi çekiyor.

Kendilerine soru sorulmayan insanlar, dikkatlerin üzerine toplanmadığı insanlar… Onların orta yerde olmama, görülmeme problemiyle nasıl başa çıktıkları… Dünyada hareketi yaratan şey budur.

Siz bunu söyleyince romandaki şu bölümü hatırladım. Katharina bir yerde oturup, Hans’la Ingrid’in kendi evlilikleri hakkındaki konuşmalarının bitmesini bekliyor. Onların kendi kaderini kararlaştırdıklarını, kendi hayatını etkileyecek bir şeylere karar verildiğini, bunun ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığını düşünüyor. Ki burada siz okuru Katharina’nın yanında tutuyorsunuz, Hans’la Ingrid’in konuşmasında tutmak yerine. Bizler esas oyuncuyla, baş aktörle veya spot ışıklarının altındaki kişiyle birlikte değiliz o anda.

Evet. Katharina gölgede. Olanları gözlüyor. Esas aksiyonun parçası mı, yoksa yan oyunlardan birinde mi kalacak, bilmiyor.

Bence gölgede kalan, olayın ortasında olmayan şeylere dikkatinizi vermek her zaman önem taşıyor. 

Aynı temadan devamla romanlarınızdaki diyaloglardan da bahsetmek istiyorum. Diyalog pek az kullanıyorsunuz, bazen hiç kullanmıyorsunuz, bazen de az. Kairos’ta nispeten daha fazla diyalog var ama yine konuşma işaretleri kullanılmadan verilmiş. Çoğunlukla da içsel düşüncelerle iç içe, nerdeyse hiçbir zaman doğrudan, net bir konuşma şeklinde değil.

Kısa bir alıntı okumama izin verin, bu kez Heiner Müller’den, yine Kein Roman kitabından, “Konuşma ve Sessizlik” başlıklı denemenizden okuyorum. Müller’den alıntıladığınız dizeler şöyle:

“Kelimeler / telafisiz bir şekilde zamanın tıkır tıkır işleyen düzeneğine düşer / ve şeyleri tanınır ya da tanınmaz kılarlar. / İnsanlar için ölümcül olan tanınmaz olandır.”

Bize “tanınmaz olan”ın gücünden bahsetmenizi çok isterim, hem yazdıklarınızda hem de özel olarak karakterlerinizin konuşma biçiminde.

Evet, belki de haklısınız. Ben biraz diyalogdan korkuyorum. Çünkü düşündüklerinizi seslendirip açığa vurmanızı gerektiriyor. Bu aynı zamanda doğru olmayan bir şey söylemek suretiyle ihanet etmenin ya da belli bir tarzda konuşarak bir insanı manipüle etmenin de bir yolu.

Yine de birisi yüksek sesle konuştuğunda, o kişi o anda tanınır olmalıdır. Konuşmak bir karardır. Aynı zamanda saklanmanın da bir yoludur konuşmak ama sessiz kalarak saklanmak kadar değil. Bu başka türlü bir saklanma biçimidir.

Konuşma işareti kullanmayı hiç sevmem. Belki de son kitapta bunun neden böyle olduğunu görmek daha kolay.

Son kitapta, karakterler normal bir diyalog içindeyken, birbirlerine şunu ya da bunu söylerken, her zaman kelimelerle ifade etmedikleri düşünceler de zihinlerinden geçiyor, bazen onları dillendirmeyip kendilerine saklıyorlar, ayrıca şunun ya da bunun anısı, birbirlerine ilişkin hatıraları da var kafalarında…

Mesela Hans bir şey söyler, o sırada bir şey düşünür ve Katharina’nın söylediği bir şeyi hatırlar. Ben bütün bunların kolajını yapmayı seviyorum. Kelimelerle hareket ederken yaptığımız gibi…

Her zaman bir şeyler düşünür, bir şeyleri gizler, bir şeyleri açıkça söyler, bir şeyleri hatırlarsınız. Pek çok insanla sessiz diyaloglar kurarsınız. Çoktan ölüp gitmiş insanlarla, görmediğiniz insanlarla görünmez bir diyalog içindesinizdir.

Benim yapmayı sevdiğim şey, bütün bu iletişim biçimlerine –görünür ya da görünmez biçimlere– eşit haklar tanımaktır. Yüksek sesle söylenen şeyler sırf işitilebildikleri için illaki ilk sırada gelmezler. Aynı derecede önem taşıyan ama bunu sessizlikleri içinde yapan birçok şey vardır.

Konuşma işaretlerini kullanmamak, aynı zamanda konuşulmuş cümlelere atfedilen gereksiz önemden de sıyırıyor onları.

Malum, konuşma işaretleri her şeyi çok basit kılıyor, her şeyi birbirinden ayırıyor. İşitebildiğiniz şeylerle işitemediğiniz şeyler arasında bir ayrım yaratıyor. Benim deneyimimde ise bunlar birlikte büyüyen şeylerdir. Her zaman, nasıl söylesem saç gibidir.

Evet, birlikte örülmüş, iç içe geçmiştir. Benim sizin yazınınızda senfonik bulduğum, orkestral müziğe benzettiğim şey de buydu. Müziğin farklı unsurlarının iç içeliği gibi…

Obuacının her çalışında konuşma işaretleri olduğunu düşünün!

Kesinlikle… “Ve işte keman…” Böyle bir anons olmazdı.

Gidiyor, Gitti, Gitmiş’ten de konuşmak istiyorum. Diğerleri gibi güçlü bir roman, fakat diğer yazdıklarınızdan biraz farklı. Bugünle, şimdiki zamanımızla ilgili. Bu kitapta bizi mülteci kriziyle yüzleştirmekten ziyade, kendi kayıtsızlığımızla, kendi cehaletimizle, kendi ahlaksızlığımızla ve bu konudaki ikiyüzlülüğümüzle yüzleştiriyorsunuz. Bilhassa buradaki özel durumda Afrika konusundaki cehaletimiz, Afrikalıları oldukları gerçek insanlar olarak göremeyişimiz var.

Gayet politik bir kitap. Bu kitapta emekli bir klasik edebiyat hocası olan Richard var. O da eskiden DDR’de yaşarken ülkenin sonu gelince ayrılmak zorunda kalmış. Bir gün Berlin’de kamp kurmuş olan Afrikalılara rastlıyor. Onların hayatının bir parçası haline geliyor.

Sınırlar teması, yerinden edilmek teması, yer yurt arayışı, diğer kitaplarınızda da olan bu temalar burada da ön planda. Sizin bu kitap için araştırma yaptığınızı, tıpkı Richard’ın kitapta yaptığı gibi mülakatlar yaptığınızı biliyorum.

Edebi temalarınız burada olmakla birlikte, acaba bunun daha ziyade bir siyasi gazetecilik çalışması olabileceğini hiç düşündünüz mü, onu merak ediyorum. Zira ahlaklı olanı, doğru olanı işaret etmemek böyle bir kitapta imkânsız. Kaçınılmaz biçimde doğru yolu gösteriyorsunuz. Bu belki bir roman için biraz tehlikeli de olabilecek bir şey, öyle değil mi?

Evet, belki de insanlara tehlikeli görünüyor ya da tehlikeli görünebilir. Şimdiki zamanda gerçekleşmekte olan bir hikâyenin anlatısının basitçe gazetecilik diye adlandırılabileceğini düşünenlere öyle gelebilir.

Ama bu kitap benim diğer kitaplarımdan bazı insanların düşündüğü kadar farklı değil. Çünkü bu kitap da yine bir geçiş süreciyle ilgili, kimliğin anlamıyla ilgili, bir insanın kendi hayatının bütün temel bileşenlerini, ailesini, günlük rutinlerini, işini, ülkesini, evde olma duygusunu kaybettikten sonra bile nasıl kendisi olmayı sürdürebildiğiyle ilgili.

Dolayısıyla bu diğer kitaplarımdan çok uzak değil. Sadece burada yapmaya çalıştığım şey, “bizim dünyamız” dediğimiz şeyle –burada emekli bir bilim insanının dünyasıyla– bu genç Afrikalıların dünyasını yan yana getirmek ve bu iki birbirinden uzak dünya arasında gerçek bir karşılaşma sağlayabilmekti. Ve aradaki bağlantı noktalarının neler olduğunu sormak, bunca uzak dünyalardan gelmelerine rağmen ve aynı şehirde birbirinden bunca uzak hayatlar yaşarken bile sahip oldukları ortak deneyimlerini bulmak istedim.

Roman aynı zamanda hayatta bizi biz yapan şeyin ne olduğuna ve insanın kendisini yeniden yaratmak için karşısına kaç kez fırsat çıkabileceğine ya da değişimin yaşandığı noktaların neler olduğuna ilişkin.

Bütün Günlerin Akşamı’nda başkarakterin dosyasını sağ tarafa ya da sol tarafa koyan bir memur var. Her zaman sonucu ölümcül olmasa da, aslında bir bakıma bizim dünyamızda da her gün olan şey bu. Oradaki ya da buradaki memurlar dosyaları okuyorlar, hatta okumuyorlar bile ve bu bir fark yaratıyor. Ya da kaybolduğunuzda size kalacak bir yer veren biri olup olması mesela…

Bu diğer kitaplarımdan o kadar da farklı değil. Sadece kitabı yazdığım koşullar nedeniyle yapısı farklı oldu. Aynı anda araştırma yapıyor ve yazıyordum. Bu nedenle pek öyle her şeyin yerli yerine oturduğu billur gibi işlenmiş bir yapısı yok.

Bir şeylerin olmasını beklemek ve olunca da hemen bunu kitabıma eklemek cesaretini gerektiriyordu. Bu da başlı başına bir zorluktu. Ama bunu yapmaya değeceğini düşündüm.

Kesinlikle değmiş. Çok önemli bir kitap. Bunca ırkçılık ve göçmen karşıtı hissiyat varken okunması elzem. Ben “tehlikeli” derken, kitabın tematik olarak sizin edebiyatınıza ait olduğuna ilişkin bir soru işareti taşımıyordum. Daha ziyade belki didaktizm riskinden ve aynı zamanda gerçek insanlar olan karakterleri, buradaki Afrikalı mültecileri nesneleştirme, belki de onların öznelliklerini, derinliklerini, karmaşıklıklarını gözden kaçırma riskinden bahsediyordum. Ama siz bu riskin üstesinden geliyorsunuz. Bu bilerek üzerine gittiğiniz, meydan okuduğunuz bir zorluk muydu?

Tabii, sadece araştırmam esnasında görüştüğüm insanların hikâyelerini anlatabilecektim. Onların bana anlattıkları hikâyeye güvenmekten başka yolum yoktu.

Hikâyelerini onlar bana anlatıyorlardı. Ve elbette, bazen okuyan insanların “Aaa, bunlar aynı zamanda iyi karakterlermiş” dediği oldu. “Bu doğru olamaz. Herkes onların kötü olduğunu, en azından içlerinden bazılarının kötü olduğunu biliyor.”

Tabii bunun yüzdesi çok küçük. Kötüler çok küçük bir azınlık. Fakat ben genç erkekleri yıllarca bir yerde bekler halde tutmanın yarattığı sorunları da görebiliyorum. “Kötü” denen şeyin, şerrin beslenip büyüdüğü koşullar tam da bunlar.

Kitapta buna ilişkin sadece bir bölüm var. Biyografilerde de olduğu gibi, hikâyenin sadece bir kısmını biyografiden öğrenebiliyorsunuz ve hikâyenin geri kalanını öğrenmek için daha çok kitap okumanız gerekiyor, ya da gidip kendi araştırmanızı yapabilirsiniz.

Ben bu kitabı aynı zamanda bir başlangıç noktası olarak, insanları gerçek birer karşılaşmaya teşvik etmek için yazdım. İnsanların sığınmacı evlerine girmekten korktuklarını görünce bunu düşündüm. Çünkü korkuyorlardı. Oysa düşündükleri kadar tehlikeli bir şey değil bu.

Gerçekten rezil bir dünyada yaşıyoruz. Konuşmamızın başlarında sizin de söylediğiniz gibi, yeni kuşak umarım anlamlı bir değişim yaratabilmenin yolunu bulacak. Bu kitaptaki Richard karakterinin bir yerde dediği gibi: “Neden bizim bunca çok şeyimiz olsun ki, diğerlerinin bunca az şeyi varken?”

Savaşlar var, şiddet var, etnik çatışmalar var ve bence hepsinden önemlisi eşitsizlik var. Bu muazzam eşitsizlik, onunla el ele ilerleyen ırkçılık, devasa iktisadi uçurum, gelir grupları arasında aşılması imkânsız fark. Sizin bütün bu konulara çok duyarlı olduğunuzu biliyorum.

Sizce bugünün dünyasında insan bu adaletsiz sistemle mücadelenin araçlarını nerede bulabilir? Bu soruyu bir yazara, eski bir opera yönetmenine, sorduğumun, bir aktiviste ya da politikacıya, bir parti liderine sormadığımın gayet iyi farkındayım. Sanat ya da özel olarak edebiyat ve yazmak dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek için ne yapıyor, ne yapabilir?

Bu konuda belki de birbiriyle çelişen iki fikrim var. Bunlardan biri şu: Her zaman insanların birbirini daha iyi anlamasını sağlamaya çalışıyorum. İnsanın bir kitabı okuduğu süre zarfında, kendisinin başka birisinin, tehlikeli veya anlaşılmaz gibi görünebilen birisinin yerinde olduğunu hayal etmesini sağlamaya çalışıyorum… Ve tabii bunun sonucu olarak barışçı bir konuşmayı ve sorunları barışçı yoldan çözmeyi teşvik etmeye…

Öte yandan, kendisi şiddete hiç başvurmayan “Occupy” gibi bir harekete bile devlet tarafından büyük bir şiddetle karşılık verildiğini biliyorum.

Tabii, günümüzde her devletin silahları var. Duvarlar ve çitler gibi diğer araçları var. Bunlar dünyanın bugünkü hali değişmesin diye var.

Bir şeyi değiştirmek her zaman zordur ama bence bu artık daha da zorlaştı. Siz gerçekten ekonominin iktidarını kırmak, parasız bir dünyada yaşamak ya da en azından bunu hayal etmek istediğinizde size çok şedid bir karşılık verilecektir. Bu da problemin diğer tarafı. Barış ve diyalog pek mümkün değil. Dolayısıyla bir çözümüm yok benim.

Dünyanın kapitalist düzeninden bahsetmişken, başka bir sisteme ilişkin bir soru da sormak istiyorum. Edebiyatın müesses nizamından söz ediyorum. Bütün bu büyük yayınevleri, ödül komiteleri, İngilizce egemenliğindeki yayıncılık, çeviri için çok az kaynak ayrılması hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Siz de çok ödül almış bir yazarsınız, bunu hak ediyorsunuz da. Ayrıca adınız sık sık Nobel Edebiyat Ödülü’yle aynı cümlede geçiyor, ödülü alması muhtemel bir yazar olarak anılıyorsunuz. Bütün bunlar, ödüllerle taçlandırılmak, günün birinde Nobel’i alabileceğinizin konuşulması sizin için ne anlam ifade ediyor? Kendinizi bir “ünlü” olmaktan, müesses nizamın parçası olmaktan, bir sistemin ya da kanonun beklentilerine uygun üretmekten nasıl koruyorsunuz?

Kendi gerçek ve sahici işimi yapmaya çalışıyorum. Bu da yazmak.

Bir sekreterim, yardımcım yok. Her şey biraz bana fazla gelmeye başladığında, bahçeye çıkıp biraz bitkilerle ilgileniyorum.

Ve ne zaman birinin bana yardım etmesine ihtiyacım olduğunu düşünsem, kocam bana “Evet, ama o zaman yazmak için sana malzeme veren bütün o deneyimlerden uzak kalacaksın” diyor.

Övgüler ise tabii her zaman insanı mutlu ediyor, birinin beni arayıp “Şu edebiyat ödülünü aldın” demesine seviniyorum.

Sadece ödülle bağlantılı bir para ödemesi olabileceği ve bu da geçinmeme yardımcı olacağı için sevinmiyorum. Aynı zamanda ödülün onuru ve anlaşılmış olmak tabii harika ve kendimi bu açıdan şanslı hissediyorum. Fakat bu benim tek bir cümle bile yazmama yardımcı olmuyor. Yazmayı kolaylaştırmıyor. Hatta belki yazmayı çok daha zorlaştırıyor.

Çünkü yeni bir fikir bulup bir kitap yazdığınızda herkes o kitabı açıp sizi Nobel’e aday yapan o harikulade cümleleri aradığında, bu sizin iyi bir cümle yazmanıza yardımcı olan bir şey değil.

Hep yaptığım şey şudur: Yazmaya başladığımda, birilerinin halihazırda beni tanıdığını veya insanların kitaplarımı okuduğunu unutmaya çalışırım.

İnsanların yazdıklarımı okuyacaklarını düşünmek bana hiç yardımcı olmuyor. Yalnızmışım gibi düşünmeyi ve sadece yazmayı tercih ediyorum.

Nerede yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz?

İşte burada, stüdyomda. Yaz aylarında da bahçede yazıyorum.

Eğer bir şeyi bitirme baskısı altındaysam otel odasında bile yazabilirim ama bunu sevmiyorum. Bazen trende ya da hatta yanımda kimse oturmadığında uçakta bile yazdığım oldu. Konsantre olabilsem de, öyle yazmayı sevmiyorum.

Gerçekten sevdiğim şey burada oturmak ve huzur içinde çalışmak.

Her gün yazıyor musunuz?

Bir kitap üzerinde çalışırken, evet. Ama iki kitap arasındaki dönemde, seyahat ettiğim, okuma turları yaptığım ya da başka projelerle uğraştığım, bir şey için hazırlandığım, böyle mülakatlar verdiğim zamanlarda yazmıyorum. Şu anda o ara dönemdeyim. Kendime zaman tanıyorum. Genellikle yeni bir şey düşünmeye başlamam bir yılı alıyor.

Yazdıklarınızı yeniden yazmak, gözden geçirmek ve editörlerle birlikte çalışmak – bunları ne ölçüde yapıyorsunuz?

Kocam buna hiç katılmasa bile yine de söyleyeceğim: Ben yavaş yazan biriyim. Yazmaya oturmadan önce çok düşünürüm. Bir kez ilk kelimeler hazır olduğunda, gerisi genellikle nispeten hızlı gider.

Uzun zaman alan şey genellikle bir hikâyeyi nasıl anlatacağıma karar vermektir. Fakat o kararı verdikten sonra bir bölüm, sonra bir bölüm, sonra bir bölüm daha, böyle akarak ilerler, gider.

Biraz araştırma yaparım, okurum. Sonra yazmaya otururum ve çoğu zaman öyle yazmayı sürdürürüm.

İlk ve en önemli okurum kocamdır. Hayatımızın bazı bölümlerinde çok telefonla konuşuyoruz. Çünkü kocam orkestra şefi ve ben de sık sık seyahatte olabiliyorum. Bazen sadece birbirimize telefon edebiliyoruz ve ben de ona yazdıklarımın ilk versiyonunu telefonda okumaya alıştım artık.

Şimdi ikimiz aynı yerde birlikteyken bile beraberce otururuz ve sanki telefondaymışız gibi, ben ona yüksek sesle okurum yazdıklarımı. Çok iyi bir eleştirmendir. Genel olarak yazdıklarımı sever ama bazı gerçek eleştiriler de getirir. Şu ya da bu kelime olmamış gibi değil de, “Şu pasajda karakterine sadık kalmamışsın” gibi şeyler söyler.

Bunu gerçekten çok seviyorum. Tabii o zaman biraz bozuluyorum da. Ama sadece biraz. Ve üzerinde çalışmaya başlıyorum. Kocam da eleştirisini her zaman, sorunu çözebileceğim bir şekilde aktarıyor bana.

Daha sonra, metin hemen hemen bittiğinde, diyelim ki kitabın bölümlerinden biri ya da daha geniş bir kısmı tamamlandığında, yayınevindeki editörüme veriyorum. O da okuyor ve bazen yorumda bulunuyor. Mesela, Bütün Günlerin Akşamı’nda, “Ah, burada bir hikâye eksik, onu da kitaba koymalısın” gibi şey söylemişti. “Büyük büyükanneye ne oldu?” gibilerinden bir şey. Onun üzerine ben de kitaba bir bölüm ekledim. Ama normalde sadece kitap bittiğinde birlikte oturur ve üretim sürecinin parçası olarak her bir virgülü, her şeyi tartışırız. Evet, bu kadar.

Yani titiz bir editörlük sürecinin işlemesine olanak tanıyorsunuz.

Kocanızın orkestra şefi olduğunu öğrenmek de ilginç. Yazdıklarınızda izlerini gördüğüm müzikal geçmişinize ek olarak, şimdi ilk okurunuzun ve ilk eleştirmeninizin de bir müzisyen olduğunu bilmek ilginç. 

Evet, hem iyi bir okurdur ve hikâyenin kendisi konusunda, nasıl anlatıldığı ve kurgulandığı konusunda iyi bir algıya sahiptir hem de ritme ve dildeki müziğe dikkat eder, ki bu hisse sahip olmasını çok seviyorum.

Son bir soru olarak, yazarlara sormayı sevdiğim bir şeyi soracağım: En çok ne zamanlar mutlusunuz? Yazarken mi, araştırma yaparken mi, okurken mi, mola verirken mi, müzik dinlerken mi? Sizin mutlu ânınız nedir?

Tabii, şayet düşünebildiğimden daha hızlı yazabiliyorsam, bu beni çok mutlu ediyor. Kendi kendine oluyormuş, adeta benim yardımım olmadan kitap kendi kendisini yazıyormuş gibi gittiğinde.

Ayrıca bahçede kocamla ve oğlumla birlikte olmayı da çok seviyorum. Hepimiz bir hamakta ya da bir koltukta kitap okurken ya da bahçeyle uğraşırken… Hep beraberken. Beni gerçekten mutlu eden şey bu.

Size çok teşekkür ederim ayırdığınız zaman için, sorularımı cevaplarkenki cömertliğiniz için, kitabınızdan bir bölüm okuduğunuz için. Hayatınızda ve yazdıklarınızda iyi şanslar diliyorum. Talihli anların tanrısı Kairos hep sizinle olsun.

Çok çok teşekkür ederim.