“Metin Akpınar’ın Metin Akpınar oluş hikâyesi yarınımıza ışık tutmalı”

"Metin Bey’in potansiyelinin ne kadar zengin olduğunu biliyordum, ama tahminlerimin üstünde biriyle karşılaştım. Bir de beni şaşırtan ne oldu biliyor musun; bu kadar doğuştan yetenekli, bu kadar o yeteneğin üzerine çalışmasıyla ve bilgi birikimiyle kendisini donatmış bir insanın daha öfkeli olmasını beklerdim, burada, bu ülkede…"

30 Haziran 2022 10:00

Gazeteci ve yazar Zeynep Miraç son dönemde yazdığı biyografi kitaplarıyla öne çıkıyor. Önce tiyatro eleştirmeni ve çevirmen Seçkin Selvi’nin hayatını kaleme alan Miraç, şimdi de Sahneye Adanmış Bir Ömür: Metin Akpınar kitabıyla hem bir duayenin hayatına hem de bir döneme ışık tutuyor. Akpınar’ın doğumundan itibaren Türkiye’nin sosyal ve siyasal panoramasını da gözler önüne seren kitap, kimler geldi, kimler geçti ama bazı dev isimler hâlâ yerli yerinde dedirtiyor okurlara. Oyunculuğun her kolunda çalışan, tiyatronun birçok farklı departmanını da sırf meslek aşkı yüzünden öğrenen biri Metin Akpınar. Bir de ilginç özellikleri var; çok iyi yemek yapması, tıp ve kimya alanında oldukça bilgili olması, merak salmadığı spor dalının neredeyse olmaması… Ünlü duayen, Zeki Alasya’yla olan dostluklarını, eşi Göksel Akpınar’a olan aşkını, Ulvi Uraz’dan Haldun Taner’e hocalarını da Zeynep Miraç’a anlatıyor. Sahneye Adanmış Bir Ömür: Metin Akpınar kitabını yazarına sorduk...

Seçkin Selvi, Metin Akpınar biyografi kitaplarını yazdınız, daha başka biyografiler de gelecek gibi görünüyor. Gazete ve dergilere yazıyorsunuz. Önce nasıl ayakta kaldınız, onu sorayım. Şans, başarı ya da yılmamak… Bu işin sırrı ne?

Yılmamak tabii ama önce istemekle başlıyor her şey. Hayat hikâyelerine meraklıyım. O merakların, ilgiler sende bir süre sonra bilgiye, sonra da aktarma arzusuna dönüşüyor. Biraz da yolunu öyle seçiyorsun. Gazetecilikte de aynı şey oldu; ben kültür-sanatta başladım, yazı işlerinde de çalıştım ama en çok ilgimi çeken hep hayat hikâyeleriydi. O hayat hikâyelerini hep kurcaladım. Onlar ilgini çekip de sen yapmaya, oralara yönelmeye başlayınca, bir süre sonra bir yol çizmiş oluyorsun kendine. Aslında fark etmeden oluyor. Cumhuriyet’te portreler yazıyordum, sonra Kafa dergisinde portreler yazdım. Ben Seçkin Hanım’ı bir çevirmen, bir tiyatro eleştirmeni olarak herhalde 20 yıldır tanıyorum. Onunla tanışıp da sohbet etmeye başlayınca hayat hikâyesine de vakıf oldum, gitgide bende bu hikâyeyi başkaları da duymalı hissi oluştu. Bu hikâyeyi hepimizin bilmesi gerekir gibi bir motivasyonla başladı. “Sizin hayatınızı bir kitap mı yapsak?” dedim. “Ben ünlü değilim ki… Kim okur!” dedi. Dedim ki “Bu şan-şöhret meselesi değil, burada bir hikâye var.” “Tamam” dedi, sohbetlere başladık. Sohbetler zamana yayıldı, yazmak zamana yayıldı. İlk yazdım, olmadı. Seçkin Hanım başka önerilerde bulundu, derken gelişti, yayınevi aşamasına geldik. Eksik olmasın Cem Erciyes “Hemen yayınlarız” dedi. Bunların hepsi zamana ve hayata yayılan bir süreç. O isteğim, o arzum hep taze kaldı; yılmamak kısmına bile gelmedim!

“Son 20 yıl yediğimiz dayakların tarihi oldu!”

Çünkü bu sizin merak biçiminiz; merak ediyorsunuz.

Evet, merak ediyorsun. Her şey oradan başlıyor. Yazmak, çizmek, gazetecilik, belgeselcilik, habercilik, bilimin hepsinin özünde merak duygusu var; merak ediyorum. Ama bu böyle yüzeysel, dedikodu merakı değil, bunun arkasında ne var; n’oldu, niye oldu, nasıl oldu? Bunu ben istiyorum, bunu anlatmak için değil, önce ben bilmek istiyorum. Bildiğin şeyi de doğal olarak aktarmak arzusu geliyor, biraz öyle oldu. “Türkiye zor zamanlardan geçiyor” cümlesi belki son 50 ya da 100 yıla yayılan bir cümle, hep zor zamanlardan geçiyor, o değişmiyor. O zor zamanlarda da hep bir tutunacak dal arıyorsun kendine… Bence bizden önce bu yollardan, daha sert mücadelelerden geçmiş insanların hikâyelerinden daha iyi bir dal olamaz tutunacak. Biraz onu da dert ediniyorum. Bu son 20 yılda yaşadıklarımızdan ibaret değil burası. Buranın başka bir tarihi, başka insanları, başka hikâyeleri; başarılmışlıklar var. Son 20 yıl yediğimiz dayakların tarihi oldu. Halbuki o dayaklara rağmen başarılmışlıklar, kazanılmış zaferler, mutlu anlar var; onları hatırlamak gerek ki, vazgeçmeyelim. Biraz da o motivasyonla hareket ettim. Metin (Akpınar) Bey’in kitabında da aynı şey oldu. O geçmişi hatırlamanın bizim yarınımıza ışık tutması gerek! Bana o motivasyonu veriyor, okuyana da o motivasyonu versin arzusundayım. Sadece kahretmek değil, yok yok buralardan da çıkılır, bu şartlarda da Metin Akpınar olunur, bak olmuş işte diye de bunları yazdım.

“Vazgeçelim diye bir seçenek yok!”

Metin Akpınar’ın hikâyesi çok ilham verici. İhtilaller görmüş, kendisiyle uğraşılmış ama hiç yılmamış, umut dolu bir insan portresi...

Öyle bir seçenek yok ki! Vazgeçelim, gidelim gibi bir seçenek olmamış onlar için hiç! Biz ısrarla kendi dünyamızdan, kendi gündemimizden o soruları soruyoruz; nasıl vazgeçmediniz, vs… O zaman öyle bir seçenek yok! Bir de mizah bu topraklarda sırtı sıvazlanan bir alan değil. Mizah yapmaya çalışıyorsunuz, mutlaka karşınızda bir dolu duvar var.

Ellerindeki metne karıştıklarında sahneden patlıcan tarifi vermiş ya…

Tabii… Ne kadar güzel ve incelikli bir cevap o. Biraz da o incelikleri görmek lazım.

Boşuna Haldun Taner “Kabare zeki insanlarla yapılır” dememiş.

Hah! Zeki insanların zeki insanlara yaptığı iki taraflı bir şey! Yani şimdi zeki insanlar yok mu? Var. Şu sıralar karamsarlığın, kötülemenin, felaket haberlerinin, yok geleceğimiz çok karanlık demenin reytingi çok yüksek ya! Belki öyledir ama geleceğin varsayımıyla bugünü de karartıyorsun. Ama biz bugünü yaşıyoruz. Sabah kalktık, akşama kadar önümüzde bir gün var. O gün daha farklı da yaşanabilir, buradan çıkış yolları arayarak da yaşayabiliriz. Çözüm için bir zamanlar daha ferah alanlar yaratmış insanlara bakarak da yaşanabilir. Metin Akpınar, Seçkin Selvi böyle örnekler. Seçkin Selvi’nin hayatında da az buz mücadele yok! Kitap çevirdiği için hapishanede yatmış, türlü kişisel felaketlerle yüzleşmiş bir insandan söz ediyoruz ama Seçkin Hanım bugün hayatın tadını çıkarmayı bilen bir insan olarak burada. Bugününü güzel yaşamaya çalışan bir insan olarak burada. Hâlâ çeviriler yapıyor, hâlâ eleştiriler yazıyor, hayatımızı zenginleştiriyor. Ben oradan bakmak isterim. Elbette, başına gelen şeylerden sorumluluk hissediyorum; kendi ülkemin vatandaşı olarak ve bu aydınlık insanlara çektirilenler hepimizin sorumluluk hissetmesi gereken bir durum. Ama buradan nasıl çıktıklarına da bakmak lazım. Çıkmış işte… Üretiyor, üretmeye devam ediyor, hiç durmuyor. Kendilerine karamsarlığa kapılma lüksü tanımamış bu insanlar. Onu bir lüks olarak görüyorlar.

“Metin Bey’in öfkeli olmasını beklerdim”

Metin Akpınar’ın hayatını araştırırken sizi en çok şaşırtan ne oldu? Ben farklı iş kollarında çalıştığını biliyordum ama yarılan bir kafayı dikecek kadar tıp bilgisi olduğunu kitaptan öğrendim.

Metin Bey’in potansiyelinin ne kadar zengin olduğunu biliyordum, ama tahminlerimin üstünde biriyle karşılaştım. Bir de beni şaşırtan ne oldu biliyor musun; bu kadar doğuştan yetenekli, bu kadar o yeteneğin üzerine çalışmasıyla ve bilgi birikimiyle kendisini donatmış bir insanın daha öfkeli olmasını beklerdim, burada, bu ülkede… Kendisi “Umduğum kadar bilge yaşlanmadım” diyor ama hayata dair her şeyi, her bilgiyi bu kadar yumuşak bir şekilde kucaklaması beni şaşırttı. Müşfik bir insan Metin Akpınar; ben müşfik olduğunu bilmiyordum; çok müşfik… Ben onun yerine daha çok öfkeleniyorum bazı durumlara. O bu kadar öfkelenmiyor, o daha kucaklayıcı ve kavrayıcı. Buralara bizim kızdığımız kadar kızmıyor.

Peki sizce dönemle mi ilgili bu? Biz bir dönemi biliyoruz ama o çok hükümet, çok olay görmüş ve kendini her dönem belli bir seviyede tutmayı başarmış. Sizce bununla mı alakalı?

Galiba şunu kaçırıyoruz; Türkiye’nin daha içine kapalı olduğu dönemlerde, onlar bunu yaşamışlar. Bir de ‘60’larda tiyatro yapmak, bugün bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir altın çağ. ‘62 Anayasası’nın getirdiği ‘görece özgürlük’ diye tarif ettiği dönemlerde burayla ilgili, bu topraklarla ilgili güzel hayaller kurabilmişler. Güzel günlerin içinde yaşadıklarına inanmışlar, daha da güzel günleri birlikte inşa edebileceklerine inanmışlar. Daha iyi bir geleceğin hayaliyle çalışmışlar, öyle olunca o günün zorluklarına katlanmak da daha kolay oluyor, galiba bizim bugün bu kadar zorlanmamızın nedeni daha iyi bir geleceği hayal dahi edemeyişimiz. “Güzel günler göreceğiz çocuklar” cümlesi artık bizim için geçerli değil! Onlar o cümleyle yaşamış, buna inanmışlar, hatta bunu kendilerinin yapacağına da inanmışlar. Bence aradaki fark o. Biz “Metin Akpınar’la Muhabbet” diye bir gösteri yapıyoruz. Seyirci gelip Metin Bey’e istediği soruyu sorabiliyor. Ben de orada moderatörüm. İstisnasız her akşam birkaç şu soru geliyor: “Metin Bey, bize öyle bir şey söyleyin ki, umudumuzu yeşertin”, “Metin Bey, bize öyle bir şey söyleyin ki, devam etmemiz için lokomotif olsun”, “Öyle bir şey söyleyin ki, biz niye bu ülkede kalalım?”, “Siz niye bu ülkede kaldınız”lar da var, “Biz niye bu ülkede kalalım”lar da... Metin Bey’in gençliğinde ve daha ileriki yıllarda, ‘70 ve ‘80’lerde başka bir yerde yaşama seçeneği o kuşak insanlar için, bizim için olduğu kadar gündemde değildi. Bir kere bu ülke benim, ben nereye gidiyorum? Bunu düşünmüyorlardı bile. Bizim bu ülkeyle ilişkimiz o kuşakların olduğu kadar sağlam değil! Kendimizi buraya ait hissetmekte ve burayı da bize ait hissetmekte daha zorlanıyoruz. Onlarda müthiş bir örtüşme var. Metin Bey 1941 doğumlu ama ona da Cumhuriyet kuşağı demek mümkün, Cumhuriyet’in taze döneminde doğmuş. “Bir arada yeni bir ülke inşa ediyoruz” ruhu içinde büyümüş. Biz yıkım dönemine denk geldiğimiz için birlikte inşa etme ruhu hiç yok. Biz Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” cümlesinin çocuklarıyız. Aramızdaki fark bu. O cümleden sonra da aidiyet kolay kolay kurulamaz, o cümle hepimizin içinde yaşayan bir cümle. O nedenle de Metin Bey bizim bu sorularımıza hayretle yaklaşıyor. Bu ülke ve toprakla kurduğu sarsılmaz bağı kendi bağımla karşılaştırdığımda şaşırtıcı olabiliyor ama o modu kendi içinde değerlendirmek gerekiyor. Biz bunları yaşamadık.

“O sıralar herkes bir arada”

O dönem, o kuşak birbirlerini çok tutuyor. Sevdi mi tutuyor… Metin Akpınar, Sezen Aksu ve başka isimlerde de dikkatimi çeken bu. İnsanlar bu dönemde daha bireysel, o dönemde herkes daha bir arada.

Haklısın! O ‘60’lar için de söylenir ama bir araya geldikleri alanlar var. Bugün kim, nerede bir araya gelecek? O dönemlerde lokaller var. Bir Kulis Bar var mesela. Geçenlerde İzzet Günay anlattı; oralarda ‘60’larda buluşup bilgi yarışmaları yapılırmış filan. Şan Tiyatroları’ndan çıkıp gittikleri o zamanın Günay’ı var, o var, bu var, Ece Bar var. Bir araya geldikleri alanlar var. Şehir de daha küçük… İş dışında o bir araya gelişler birbirlerini beslemelerine vesile oluyor ve dostluklar da kuruluyor birlikte. Şimdi herkes çok dağınık; şehir büyük, ülke büyük, alanlar genişliyor. Bu durum o kesişimleri biraz engelliyor, biraz onlar var. Bu kadar çok iletişim kanalı, bu kadar çok mecra yok! Dolayısıyla iş yapan insan sayısı az, birbirini tanımak daha kolay… Bir de galiba herkes bir diğerinin emeğine daha çok değer veriyor. Ama tabii bu karşılıklı bir şey. Daha değer verilecek emekler de var. Bu da bir tartışma, daha geçirgenlik var. Bu karşılaşmalar, kesişmeler daha fazla… Mesela bir sinema filminde oynuyorlar, 10 star var o filmde. Bir Mavi Boncuk’u düşün mesela… Zeki-Metin, Emel Sayın, Münir Özkul, Halit Akçatepe, Tarık Akan, hepsi aynı anda aynı başrolü oynuyor ve kimse ben az ya da çok göründüm demiyor.

Egolar da az o zamanlar herhalde…

Öğreniliyor bence. Bu egolarla hareket etmek de öğrenildi. Haldun Dormen belgeselini yaparken menajeri anlattı. Sete karavanlar falan geliyor ya… Haldun Bey demiş ki “Bu nedir?” Demişler “Karavan sizin için”. Haldun Dormen de “Yok, ben herkesle birlikte oturmak istiyorum, neden karavanda tek başıma oturayım? Hep beraber oturalım işte” demiş. Sette Haldun Bey’in tek isteği “Bir bardak sıcak çaydır”, bu kadar.

“Malum davayı uzatmak istemedim”

Peki, Metin Akpınar’ın anlattıklarını yazarken oto sansür demeyeyim ama Türkçe lastikli bir dil, okuyan başka bir şey anlar, başına farklı bir şey gelir mi diye kendinizi engellediğiniz oldu mu?

Olmadı, Metin Bey zaten çok kontrollü, çok tartarak da konuşan bir insan; böyle bir şey gerekmedi ama Cumhurbaşkanına hakaret davasıyla ilgili şunu yaptım diyebilirim. Dosya önce terördü, sonra hakaret davasına dönüştü, onu çok uzatmak istemedim. Neden uzatmak istemedim?

İçi acıdığı ya da kötü hissedeceği için mi?

Hayır, hiç onunla ilgili değil! Metin Bey’in hiçbir rahatsızlığı yok. Ben sadece Metin Bey’in hayatında bunun çok küçük bir alan olduğunu düşünüyorum. Bu olmamalı Metin Akpınar’ın yan yana geldiği hikâye… Bu gerçekten olmamalı, yok böyle bir şey! Bu bir zırvalıktır, bir zırvalık ne kadar yer alabilirse o kadar olmalıdır. Bunlar ajitasyona da çok yatkın şeyler ya, ama yok, orayı kısa, öz ve hop diye geçelim. Metin Akpınar’ın hikâyesindeki yeri ancak bu kadardır. Burayı çok kısa geçeyim diye düşündüm, bu benim kişisel görüşüm. Onun hikâyesinde çok daha güzel şeyler var.

Zaten bir sayfada da geçilmiş…

Daha fazlasını hak ettiğini de düşünmüyorum.

Metin Bey’in Zeki Alasya’yla tanışması da ilginç. İkisi de Aksaraylı, ikisi de aynı yollardan geçmiş, komşularmış…

Çok denk gelen şey var. Bir şeyler olup geriye dönüp bakınca hikâye yazılıyor aslında. Aynı çevre, babalarının aynı işyerinde çalışması… Belki de kaç kişiyle karşı karşıya gelip birlikte tiyatro yapmak istediler, ama olmadı. Geçinmeye gönlü olmak diye bir cümle vardır ya, onların da geçinmeye gönlü varmış.

Metin Bey’in uzun sohbet sofralarına davet edildiniz mi?

Eskisi kadar uzun sofraları yok Metin Bey’in! Daha sağlıklı, daha dikkatli yaşıyor ama birkaç rakı içtik tabii. Ama ben maalesef erken kalkıyorum, oradaki sevimsiz benim. Masadan erken kalkılmasından hoşlanmıyor ama ben çoluk çocuk nedeniyle sofradan erken kalkan oluyorum. Bu arada eşi Göksel Hanım da olağanüstü bir ev sahibidir.

Göksel Hanım’ın bu kitaba yaklaşımı ne oldu?

Herkes onu merak ediyor. Onun tiyatro geçmişi biraz zorunluluktan olmuş, hep kendini geri planda tutmuş. Belgesele de konuşmadı, istemedi. Kitapta daha çok fotoğrafı, daha çok bahsi var. Öyle tercih etmiş. Metin Akpınar’ı destekleyen, onun hayatını güzelleştiren, onunla yaşamı paylaşıp yaratıcılığını besleyen kişi olmayı tercih etmiş. Ama çok hoşsohbet, tatlı bir ev sahibi, gönlü açık bir insan. Az buz değil, birlikte 61 yıl geçirmişler.

Onların sevgi anlayışı da çok hoşuma gitti. Birbiriyle geçinmeye gönlü olmak dediniz ya…

Tabii, tabii… Metin Bey eski kuşak, öyle aşkından meşkinden çok konuşan biri değil ama bizim aşkımız Aksaray’ın en büyük yangınıydı dediğinde her şey bitmiş oluyor.

“Kılavuzunuz Metin bey’se her yere gidersiniz”

Kitap belli bir kronolojiyle akıp gidiyor. Hiç dağılmaktan korkmadınız mı?

Metin Bey çok iyi bir hatip, o kaybolmaya bir kere o izin vermiyor. İnsanın kılavuzu Metin Akpınar olunca her yere gider. Genelde hatırlarken gerçek eğilip bükülebilir, insan zaman geçince onu fark etmeden de yapabilir, ama Metin Akpınar eğip bükmüyor gerçeği. Kendi haksız olduğu konuyu da, yanlışı da söylüyor. Öyle olunca daha kolay işliyor işler.

Devekuşu Kabare'de Haldun Taner'le birlikte...

Kitapta burjuvazinin yokluğundan da bahsediliyor. Onu biraz açar mısınız?

Özel tiyatronun yokluğuyla ilgili... Sermayenin kültür sanata ilgisinden bahseder. Yapılan işlerin karşılığındaki seyirci kim, ne bekliyor? Haldun Taner’e göre kabare daha rafine bir iş; Zeki-Metin ise daha geniş kitlelere hitap etmek istiyor. Haldun Bey’in bahsettiği seyirci, Türkiye’nin geneline yayılmış bir seyirci değil… Şarapla, içkiyle izlenen kabareden, yazlık sinemada 3 bin kişinin patlamış mısırla izlediği bir kabareye yol alış var. Haldun Taner’in bahsettiği durumda burjuva kesimin olması gerek ama Haldun Bey’in hayalindeki kabareyi sadece onlar değil, Türkiye’nin sosyolojisi de taşıyamazdı.

“Kemal Sunal beni iyi ki dinlemedi”

Metin Bey, Kemal Sunal’a Şaban rolünü uzun süre oynamaması gerektiğini söylediğini ama burada yanıldığını, Sunal’ın iyi ki kendisini dinlemediğini söylüyor. Ama bence Metin Akpınar kendi adını gayet güzel yönetmiş bir isim…

Ben Metin Akpınar’ın en büyük meziyetinin ‘Hayır’ demek olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda ne bir sinema filminde, ne bir dizide, ne bir tiyatro oyununda görüyoruz onu. Devekuşu Kabare kapandığından beri ona yapılan teklifleri düşünün… Bir dolu işi yapabilirdi ama yapmadı. Var olmak, hâlâ buradayım demek için yapabilirdi, yapmadı. Bir ülkenin popülasyonundan, sosyolojisinden azade olamıyor böyle işler. Biliyor ki, Kemal Sunal da anlatabileceği şeyi Şaban olarak daha güçlü anlatabiliyor. Diğer karakterler riskli. Metin Bey doğru öneride bulunmuş ama ülke gerçeğini bildiği için ‘İyi ki beni dinlemedi’ cümlesini de kuruyor.

Tiyatroyla ilişkiniz nedir?

Ben tiyatro eğitimi alamadım. İlkokuldayken Şen Sazın Bülbülleri, Haldun Dormen’in ve Hisseli Harikalar Kumpanyası ve Kanlı Nigâr vardı. Bunları TRT televizyonda yayınlıyordu. Başka ne var televizyonlarda… Çekip çekip yayınlıyorlar. Bunları da neden bilmiyorum, ailem kaydetmiş, ben de o kasetleri bozana kadar seyrettim. Ben İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum, ortaokula yeni başladığımız zamanlarda Devekuşu Kabare’nin bu beta kasetleri falan çıkmıştı. O zaman arkadaşlarımla deliler gibi seyrediyoruz. Aman Allah’ım! Yani nasıl bir tutulmak… Neye tutulduğumu da bilmiyorum, mizah seviyorum. O kabare beni çok etkiledi. Biz 12 Eylül sonrası, sakin ailelerin çocuklarıyız, devletimiz bir şey yaptıysa bir bildiği vardır kavramıyla yaşamışız falan. Yo, orada işler öyle olmuyor. Baktım, Devekuşu Kabare’de başka konular konuşuluyor, başka imalar var. Özal’a, Demirel’e göndermeler var; bunları anlamaya çalışıyorum, nereye gittiğini düşünüyorum. Bende şu duygu oluştu: “Ben o insanlardan biri olmak, bu işi yapmak istiyorum.” Derken bu herhalde budur deyip, tiyatrocu olmak istediğim cümlesini kurdum. Tabii orada babamla biraz çatıştık. Babam bunu ülke şartlarında çok makul bir hayal olarak görmedi. “Git başka şey oku, sonrasına bakarız” dedi, ben de uluslararası ilişkiler okudum. Ama bu tutkum devam ediyor. Beni tiyatrocular çok tanır. Çünkü okul kırıp üniformayla onların provalarına giderdim. Eksik olmasın Nevra Serezli, 15 yaşında okulun dergisi için kendisiyle röportaj yapmak istediğimi söylediğimde “Provalara gel, bak bakalım” dedi. Dediğine pişman ettim zaten. Her provaya, her oyuna gidiyorum. Onlardan önce gidip her oyunu onlardan önce seyrediyorum. Orada kendime iş yaratmaya çalışıyorum. Haldun Bey’e mektup yazmıştım “Dormen Tiyatrosu’nda tiyatrocu olmak istiyorum” diye, o da beni birisine arattı, çok naziktir. “Buyrun tanışalım, provaya gelin” diye… Ben yine okulu kırdım, yine üstümde üniforma, gelip gidiyorum. Haldun Bey vaziyeti anladı, bana dedi ki, “Sen gelip gidiyorsun; okulu bitiremeyeceksin. Bitiremezsen de hiçbir şey olamayacaksın. Bu böyle olmaz. Sen liseyi bitir, öyle gel!” Böyle böyle üniversite yılları, sonra Gülriz Sururi’yle tanışmam, “Ben sizinle çalışayım” derken tabii zaman geçiyor ve herhalde o sahneye çıkma özgüvenini de yakalayamadım.

İyi ki yakalayamamışsınız! Şimdi Metin Akpınar’la sahnede sohbet ediyorsunuz, moderatörsünüz…

Sonradan oldu. Üniversiteyi bitirdim, bitirdiğimin 15’inci günü Vizyon dergisinde yarım sayfa ilan, çalışan arıyoruz gibi bir şey. Hemen başvurdum, deneyimim yok ama arzu ve isteklerim var. Ferhan İstanbullu’ydu yayın yönetmeni, sınav yaptılar bana. İlk soru Sedat Hakkı Eldem kimdir? Babam mimar, onun öğrencisi, onun adıyla büyümüşüm. Ciddi bir genel kültür sınavıyla girdim, orada öğrendim; yazmayı da, bu alanları da seviyorum. Oradan Milliyet, sonra Hürriyet, sonra Cumhuriyet derken gazetecilik oldu. Ama tiyatro aşkı hep içimde yanıyor, o ayrı dava ama hep tiyatroyla ilgili haberler yapıyorum. Sonunda Selçuk Metin beni Metin Akpınar belgeseli için arayınca benim o bütün halının altına süpürdüğüm tiyatro aşkım yukarı çıktı yine.

Bu kader kısmetin ötesinde bir şey gibi…

Kovalanan kader… Kaderse bile ben onu kendi haline bırakmadım, onun peşinden koştum. Başta Haldun Bey’e söyledim. Haldun Dormen Tiyatrosu’nun 40’ıncı yıl gecesi yapılacak, sadece davetliler katılacak eski AKM’de. Bütün 40 yıl tiyatroda çalışanlar yine çok etkileyici. 16-17 yaşındayım, ben Zeynep. “Benim bu geceye gelmem lazım” dedim. “O zaman çalışırsan gelirsin” dediler, ben o gece sahne arkasında çalıştım. Ben oradaydım, şimdi Haldun Bey’in belgeseline o akşamı koyduk, herkes o görüntülerden çok etkileniyor. O günden bugüne kovaladım, o yoldan hiç ayrılmadım, hiç unutmadım, başka işler yaptım ama unutmadım. Her şeyi de insan kendisine yontmasın, talihim de yaver gitti, Selçuk beni niye aradı? Metin Akpınar sevdamı biliyor, tiyatro ilgimi biliyor, onunla ilgili her türlü bilgiyi kovaladığımı biliyor.

Evet, belki senaryo deneyimim yok ama o sevgim ve ilgimle tamamlayacağımı biliyor. Bir gün ben kendimi Metin Akpınar’la aynı sahnede buldum. Tiyatrocu değilim ama olsun, aynı anda sahneye çıkıyoruz, daha ne isteyebilirim bu hayattan? Kader, gayret, şans, vazgeçmemek…

Metin Akpınar’ın hikâyesinde de yok mu bu?

Herkesin hikâyesinde vardır bir şekilde ama bunlardan biri eksik olduğunda o hedefe ulaşamamış olabiliyorsun. Bazen sen her şeyi doğru yapıyorsun, zamanlama yanlış oluyor, bir şeyler kaçıveriyor elinden. Hayatlarımızda da öyle şeyler oluveriyor. Bazen birazı, bazen son numaraya çıkan amorti gibi oluyor. O yolda yürümeye, o yolda kalmaya inanıyorum. Savrulsan da hep yolda kalmak, unutmamak, vazgeçmemek, yetinmemek, biraz daha olur mu diye hep kurcalamak… Eninde sonunda hikâyeler güzel olduğu zaman böyle anlatıyorsun, bakma! Amaca ulaştığında bir kazanılmışlık olduğunda geriye dönük hikâyeleri anlatıyorsun.

Yılmadığınız için olmuş ama…

Vazgeçmedim. Vazgeçmeyecek kadar çok seviyordum.