García Márquez’den masalsı öyküler

"García Márquez’in kaleminden hissettiğimiz en belirgin şey duyularımıza yaptığı uyarıcı göndermelerdir. Kokular, renkler, tatlar her bir sözcükle zengin imgeler cümbüşüne sokar okuru. Bunaltıcı tropik sıcaklarda badem ağaçlarının kokusunu duyarız satırlar arasında."

Hayatta olmayan, sevdiğimiz yazarların yeni kitapları yayımlandığında sanki sonsuzluktan seslerini duymuş gibi oluyoruz. Yedi yıl önce kaybettiğimiz Gabriel García Márquez’in bir tanesi dışında daha önce okumadığım öyküleri de hoş bir heyecan yarattı, saklı bir hazine bulmuş gibi sevindim.

Kitap altı öyküden oluşuyor. 139 sayfa ama Carme Solé Vendrell’in öyküler için yaptığı özgün resimlerin yarattığı bir kalınlık bu; resimler olmasa derleme elli sayfayı bulmayacak. Kitabın arka kapağında bu öyküleri çocukken anneannesinin anlattığı masalların üzerinde bıraktığı etkiyle kaleme aldığı yazıyor. Gerçekten de García Márquez’in yazınını incelerken bu masalların önemine ayrıca bakmak gerekir.

Annesiyle babasının evliliği aile tarafından onaylanmadığı için gergin aile ilişkileri içinde büyüdü Márquez çocukları. Hatta küçük Gabriel hayatının ilk yıllarında anne ve babasını tanımadı, onu ve kardeşini albay dedesiyle anneannesi büyüttü. Baba evine 1936’de, dedesi hastalanınca döndüler, zaten bir yıl sonra da dede vefat etti.

Dokuz yaşında kadar dedesinin evinde büyümüş olması Gabriel’in hayal dünyasını çok etkiledi. Albay dede tarihe meraklıydı ve disiplinli bir eğitimci olarak torunlarını tarihî bilgilerle donattı. Öte yandan anneannesi bir masal anlatıcıydı. Büyüler, olağanüstü olaylar, efsanevi kahramanlar onun masallarında canlanıp Gabriel’in hayal dünyasına girdiler.

Gabriel García Márquez’i bu bileşimle anlamak gerekir. Bir yanı tarihî bilgilerle donanmış, Latin Amerika’nın siyasi gerçeklerine, diktatörlere, baskıcı rejimlere dayanan ve toplumsal olayları irdeleyen, öte yanı masallar, halk söylenceleri, efsaneler dünyasının hayal gücüyle varsıllaşmış. İşte bu bileşimden Büyülü Gerçeklik akımının benzersiz yazarı doğdu: yarısı gerçek-yarısı büyü.

Dokuz yaşında Gabo

1962 ile 1992 yılları arasında yazdığı öykülerden derlenen bu kitabında ortak motifleri aradığımızda, çocuk ağzından anlatılan öyküleri görüyoruz. Romanlarından farklı olarak, geniş bir zaman dilimi içinde yazıldıkları için yazarın farklı dönemlerinden izler taşıyor öyküler. Böylece García Márquez’in anlatısının izini sürmek mümkün oluyor. Aile, çocukluk, yoksulluk, batıl inançlar, ölüm gibi konuları otuz yıl içinde işleyişini ve yazarın kalemini daha yakından tanıma fırsatı veriyor okurlara.

Çoğu öyküde dokuz yaşında bir anlatıcı ya da kahraman var, hep de yanında iki yaş küçük kardeşi onu gölgesi gibi izliyor. Tam da yazarın çocukluğunun iz bırakan yaşında geçiyor olaylar. Dev kanatlı meleklerden dağılan toplumlara, ailesinin sözünü dinlemediği için örümceğe dönüşen kadından öğle uykusunda ıssızlaşan sokaklara, farklı motifleri ele alışında hep yazarın olağanüstü ile en gerçek duyguları yansıttığını görüyoruz.

García Márquez’in kaleminden hissettiğimiz en belirgin şey duyularımıza yaptığı uyarıcı göndermelerdir. Kokular, renkler, tatlar her bir sözcükle zengin imgeler cümbüşüne sokar okuru. Bunaltıcı tropik sıcaklarda badem ağaçlarının kokusunu duyarız satırlar arasında. Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi, García Márquez’in karakterleri de kendilerini bir anda paralel bir varlık içinde bulabilirler.

Fahişeler ve Gabo

García Márquez’in roman ve öykülerinde sıklıkla fahişelere rastlarız. Bunun bir nedeni, çok parasız olduğu bir dönemde bir genelev patroniçesinin kendisine yardım etmesidir. Onun kaleminde erdemli, saygın fahişeler görürüz. Felsefe konuşan, hayat hakkında bilgili, genç ve yaşlı fahişelerin dünyasına götürür okuru. Bu kitabında da “María dos Prazeres” adlı öyküde ilginç bir fahişe kahramanı yaratır.

María dos Prazeres, ağlamayı öğrettiği köpeği Noi ile birlikte Barcelona’da yaşayan, yetmiş altı yaşını henüz bitirmiş, Brezilya asıllı, melez bir kadındır. Gördüğü rüyaların etkisiyle ölümün yakın olduğunu sezerek kendisine mezarlıkta bir yer almak üzeredir María. “Günün her saatinde onca erkeği kabul eden” María artık kendini itici bulur ve orospuluk döneminin kapandığını hüzünle kabul eder ama bir yandan da kapıyı açmadan önce bigudilerinin üzerine kırmızı bir gül takmayı ihmal etmez.

Bu öykünün en etkileyici yanlarından biri María’nın zıtlık taşıyan duygularıdır. Genelde utanılan bir iş olan fahişelikten adeta gurur duyar. Fahişe olduğu anlaşılmadığında bozulur, yaşlı olduğu için koluna girip ona yardım etmeye kalkanlardan hoşlanmaz, çünkü kadınlığını geride bırakmış olmayı kabul etmekte zorlanır. Evi değerli antikalarla doludur. “Sıkıntılı özverilere pek de katlanmadan biriktirdiği bir servetle…” sözlerinden de bu hayatı zorlu görmediğini ve geride bırakmaktan hoşnut olmadığını anlarız.

“Gerçekten de, kısa bir süre öncesine kadar otobüste kendisine yer vermeleri, yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmeleri, merdivenleri çıkarken koluna girmeleri hiç hoşuna gitmiyordu; ama sonunda bunu yalnızca kabullenmekle kalmamış, aynı zamanda nefretlik bir gereksinim olarak da ister olmuştu.”

María’nın tek derdi öldükten sonra mezarı başında ağlayacak kimsenin olmaması ama Márquez bunu da yine farklı bir açıdan gösteriyor: İnsanların üzüntülerini nasıl kolayca unuttuklarından, yasları bittikten sonra ağlamadıklarından, giysilerini değiştirdiklerinden, zaman içinde mezarlığa geldikleri hallerine benzemediklerinden, hatta tanınmaz olduklarından ve hayatın doğal evriminden söz ediyor.

García Márquez bu kısacık öyküyle yine büyülü ve masalsı bir dünyaya sokuyor okuru ama öte yandan María’nın faşist müşterisine tepkisini göstererek Franco İspanyası’nın siyasi karmaşasını da arka plana yerleştiriyor. María’nın müşterileri birbirlerinden çok farklı. Franco yanlısı Kont’tan Bask militanlarına dek her tür erkeği tanıyor ama içlerinde en sevdiği, kurşuna dizilen anarşist Buenaventura Durruti. Onu “Barcelona’da elinden gelmiş geçmişlerin arasında en hüzünlü ve isyankârı” diye anıyor. Devrimcilerin mezarları belli olmasın, geriye anı kalmasın diye askerlerin her gün sildikleri mezar taşlarının üzerine o, her mezarlığa gittiğinde, Durruti’nin adını gizlice yazıyor.

Öykünün sonunu elbette söylemeyeceğim ama María’nın, on dört yaşında annesi onu bir denizciye sattıktan sonra defalarca tecavüze uğradığı transatlantikle başlayan hayatı, yine transatlantik gibi suları yararak Barcelona caddelerinde onu evine götüren şoförle yeniden başlıyor. Aslında belki de hayat onca acı çekmeye değiyordur.

Kitapta Carme Solé Vendrell’in resimlerini beğenmediğimi, hatta gereksiz bulduğumu eklemeliyim. Kitabın arka kapağında “Márquez’in eserlerini resimlendirmek için izin verdiği tek sanatçı” diye yazıyor ama bence resimler çocuk kitabı algısı yaratıyor; oysa öyküler çocuklara göre değil. Gabriel García Márquez’in öykülerini okurken, her öykünün sonuna geldiğimde “içlerinde bu en iyisiydi” diye düşündüm, kitapta yer alan sonuncu öykü María’nınki olduğu için de size bunu anlatmak istedim. 2021’de neler okuduk diye baktığımda, aklımda en renkli imgelerle kalan, en sevdiğim kahraman María oldu.

 

GİRİŞ RESMİ:

Gabriel GarcíaMárquez’in memleketi Cartagena’dan bir duvar resmi.