Gezegenin yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmasını engellemek için onun bir ana, bilinçli dev bir organizma, bizim iyiliğimizi isteyen uyumlu ve iyicil bir özne olduğunu düşünmek zorunda değiliz.
06 Şubat 2020 16:00
Yıllar önce, iklim mücadelesinden henüz söz edilemeyecek kadar eski bir zamanda (epi topu 1960’ların sonu) James Lovelock ile Lynn Margulies, Gaia hipotezini ortaya atmışlardı. Bir teori haline gelmesi için Lovelock’un çok gayret gösterdiği, adını Yunan mitolojisindeki yeryüzü tanrıçasından alan hipoteze göre Dünya canlı bir organizma gibi davranmaktaydı. Bizler de bu devasa canlının sinir sistemindeki nöronlardık; kendini düzenleyen, koruyan, geliştiren dev bir canlının. Aksi takdirde yeryüzünün atmosferindeki o hassas gaz dengesi nasıl olup da varlığını sürdürebilirdi? Çünkü “biyosfer, canlı organizmaların var olduğu üç boyutlu coğrafi bölge. Gaia ise hava, okyanuslar ve yüzey kayalarıyla sımsıkı birbirine bağlanmış yaşamdan oluşan süperorganizma.” (s. 13)
Lovelock’un tabiriyle Gaia, esas olarak “Dünya’nın canlı bir organizma, onun üzerinde yaşayan organizmalar için daima rahat bir yer sağlamak üzere iklimini ve bileşimini düzenleyebilen bir şey olduğu fikri”… (s. 17-18)
Sonuçtan başlayarak o sonuca göre sebepler bulma, varılmış noktaya göre rota belirleme eğilimi az rastlanan bir şey değildir:
“Dünya’nın şu anda ve tarih boyunca sahip olduğu iklimi ve kimyasal özellikleri yaşam için daima uygun gibi görünüyor. Bunun rastlantı eseri gerçekleşmiş olması ihtimali, trafiğin yoğun olduğu saatlerde gözleriniz kapalı bir şekilde kullandığınız arabadan çizik bile almadan kurtulmanız ihtimaliyle aynı.” (s. 33)
Evrim teorisine dair bütün tartışmalar da bir yerde gelip tesadüf ve bilinçli tasarım meselesinde düğümlenir hep. “Bu dünya bizim için yaratılmıştır” der Yaradılışçılar, “atmosferin bileşimi biraz daha farklı olsaydı nefes alamazdık, gezegen biraz daha soğuk olsa donar, biraz daha sıcak olsa haşlanırdık…” Küçük bir hokus pokus oyunu oynanır burada, çoğu zaman bilinçsiz: Zaten milyon yıldır biz o koşullara, atmosferin o bileşimine, gezegenin yüzey ısısına uyarlanıp evrimleşmiş canlılarız. Bizim için tasarlanmış bir dünya varsaymamıza gerek yok, biz bu dünyanın bir ürünüyüz. Başka bir dünyada biz ya var olmayacaktık ya da bambaşka bir biyolojimiz olacaktı – biz olmayacaktık yine.
Saçmaya indirgenirse: Gözlük takabiliyorsam, burnum buna imkân sağladığı içindir. Hatta ta en baştan burnum bunun için vardı! Bu bir tesadüf olamaz. Olabilir mi yoksa? (Saçmaya indirgeyen ben değilim, Candide yazarı Voltaire yüzyıllar önce indirgemişti.)
Gaia hipotezi her şeyden önce Darwinci evrimin doğal ayıklanma ilkesiyle çelişir ve apaçık bir şekilde teleolojiktir. (Teleoloji yani ereksellik –adı üstünde– hiç de tesadüfi olmayan bir şekilde rastlantıdan nefret eder.) Doğa ananın en küçüğünden en büyüğüne, farklı canlı ve kuvvetleri sarıp sarmalayarak bir ahenk içinde tek bir canlı gibi davrandığı fikri bütün mitolojilerdeki altın çağları andıran rahatlatıcı, neredeyse dinsel bir varsayım… Gaia’nın bunca yıldır bu kadar rağbet görmesinin en önemli sebebi de zihnimizdeki bildik mitik yapılara tastamam oturması olsa gerektir. Mitler kolay kolay ölmez, hatta hep yeniden dirilirler, hep başka kılıklarda…
“Bu varsayım doğayı hizaya getirip fethedilecek ilkel bir güç olarak gören şu kötümser görüşe bir alternatiftir” diyor Lovelock. Hemen ardından da ekliyor:
“Aynı zamanda gezegenimizi Güneş’in bir iç halkasının etrafında kontrolsüz ve amaçsız bir şekilde sonsuza dek seyahat eden kaçık bir uzay gemisi olarak resmeden eşit derecede bunaltıcı tabloya da bir alternatiftir.” (s. 35)
Doğayı tüketilecek, hükmedilecek bir nesne olarak görmekten kurtulacağız, ne hoş, ama bilim bize bunaltıcı bir tablo sunuyorsa onu güzelce süslememiz gerekiyor… mu? Hoş, Lovelock daha önce uyarmıştı bizi: “Sonuç olarak bu kitap katı bir bilimsellik arayanlar için değil.” (s. 13)
Gevşek bir bilimsellik? O da ne ola ki? “Kuramlarımızı sınayalım, ama çok da şeyetmeyelim” filan gibi bir şey mi
2006 yılında Independent gazetesinde şöyle diyordu Lovelock:
“Gaia teorim, Dünya'nın bir canlı gibi hareket ettiğini öngörür; şurası da çok açık ki, canlı olan her şey, sağlıklı bir hayat sürebileceği gibi, hastalığa da yakalanabilir. Tabiat Ana (Gaia) beni bir gezegen hekimi haline getirdi ve ben mesleğimi çok ciddiye alıyorum; işte bu yüzden şimdi kötü haberi vermek zorundayım.”
Ateşli hastalık geçiren bir dünya. Ölebilir de! Ya da onu hasta edenlerden intikam alabilir.
Fena olmazdı doğrusu, koskoca bir gezegenin çocuğu olmak kimin hoşuna gitmez ki? Ama doğanın bizi –herhangi bir şeyi– umursadığına dair elimizde hiçbir kanıt yok. Bizsiz de yapar o. (O dediğimiz şeyin nasıl bir hercümerç olduğunu bir yana bırakalım, “her şey”den o diye bahsedip kişileştiredururken.) Denge dediğimiz şey şu an var olan geçici bir durumdan başka bir şey değildir; sık sık bozulur, yeniden kurulur… Çok çok sonraları, bizden sonra dünyaya ‘hakim olacak’ hamamböcekleri, bambaşka bir doğa ana ya da Gaia uydurabilirler kendilerine. Kakalakgaia.
İnsanlar onu hep aradı, ama hiçbir zaman bir altın çağ, mükemmel bir doğal uyum hüküm sürmedi yeryüzünde. Hele insanın, insan olalı beri ‘doğal’ olduğu tek bir an bile yoktur! Bizim yaptığımız, kendi kuyumuzu kazmaktan başka bir şey olamaz; gezegeni bizim için yaşanır bir yer olmaktan çıkarmak.
Tabiatıyla, ciddi hiçbir bilimci şimdiye kadar Gaia teorisini ciddiye almış değil: Stephen Jay Gould, Richard Dawkins, Jacques Monod, Richard Lewontin…
Örneğin, “dünya Gaia hipotezine inananların düşündüğü gibi faydacı bir amaca yönelik olarak kendini düzenleyen büyük bir canlı organizma değildir” (s. 27) diyen Lewontin, İdeoloji Olarak Biyoloji’de daha ileri giderek şunları söylemişti yıllar önce:
“Dünya hakkındaki bilgimiz özel bir denge ya da uyumun varlığına işaret etmez. (…) Çevre hiçbir zaman var olmadı, denge ve uyum da öyle. Şimdiye kadar var olan türlerin yüzde 99,999’unun nesli tümüyle tükenmiş durumdadır ve gelecekte bütün türlerin nesli tükenecektir. (…) Bu nedenle, tüm rasyonel çevre hareketleri, çevrenin korunduğu uyumlu ve dengeli bir dünya görüşüne dayanan romantik ve tamamiyle temelsiz olan ideolojik bağlılıklarını bir kenara bırakmalı ve tüm dikkatlerini insanların nasıl yaşamak istedikleri ve bu yaşam tarzını nasıl düzenleyecekleri meselesine yöneltmelidir.” (s. 103-104)
Belki de insanları asıl dönüştüren, mücadelenin kendisi: Aktivizmin ve acil eylemlerin önceliği, çevre hareketlerine ta en baştan beri –Gaia hipotezinden bu yana– içkin olan mitik ve romantik öğeleri bertaraf ediyor. Çünkü artık söz konusu olan, hayatta kalma savaşı.
İklim krizinin giderek görünür hale geldiği günümüzde, doğaya bu romantik bakışın yerini daha pratik, ayakları yere basan ve bilimsel yaklaşımlar alıyor. Almalı da.
Gezegenin yaşanabilir bir yer olmaktan çıkmasını engellemek için onun bir ana, bilinçli dev bir organizma, bizim iyiliğimizi isteyen uyumlu ve iyicil bir özne olduğunu düşünmek zorunda değiliz. Tıpkı vegan olmak için atalarımızın otobur olduğunu kanıtlamaya çalışmak, etobur geçmişimizi inkâr etmek, başka bir insan doğası tarif etmek zorunda olmadığımız gibi…
İsterseniz siz yine tabiat anaya, bizi koruyup gözeten Gaia’ya inanabilirsiniz, ama bu inancınız onu bir kuram, bilimsel bir kuram haline getirmeye yetmez. Bir gün çok ciddi kanıtlar ve yeni bir çerçeve ortaya konur da gerçekten kuramlaştırılırsa, o başka – hiç sanmam.
Peki şu denemez mi, ne olmuş ki, kim hangi masaldan, hangi mitten bir kötülük görmüş, Gaia’nın ne zararı olabilir bize?
Gaia’yı bilim mertebesine eriştirirseniz –ne kadar haklı olursa olsun– politik amaçlarınıza bilimi alet etmiş olursunuz. O zaman iklim inkârcılarının, Trumpçı ‘bilimci’lerin, uluslararası kartellerin sözcülerinin bilimine nasıl burun kıvırabilirsiniz, nasıl göğsünüzü gere gere “bunlar bilimsel değil” diyebilirsiniz? Sözde-bilimler birbiriyle çarpışırken, iklimbilimcilerin sesini duyabilen olacak mı o zaman?
Bilimin çok önemli bir silah olduğu iklim mücadelesinde Gaia kuyusuna düşmemeli.
•
RESİM:
Selim Birsel, Kırmızı Gökyüzü II, 2019
kâğıt üzerine mürekkep,
10 x 29.5 cm, 19.5 x 38.5 cm.