Araştırma, soruşturma, gözlem ve okumalar sonucu sosyoekonomik, kültürel, dini, etnik farklılıklarına rağmen tüm kadınları ezenin ne olduğunu öğrendim: Tanrı, ata, kral, papa, baba, koca: Patriyarka!
21 Ocak 2016 12:45
Sanırım her kız çocuğu “farklı” olduğu hissettirildikten sonra baskıyla, ikincilleştirmeyle, ötekileştirilmeyle kurulan bu farklılığın dezavantajını yaşadığı gibi “farklılığının” bilincine varıp ve bunu kendisi gibi tüm kız çocukların yaşadığını görerek feminist bir algıya sahip olabilir. Çevremdeki neredeyse tüm kadınların dolaylı/dolaysız şiddete maruz kaldığını, aldatıldığını, erkekler tarafından ezildiğini, cinselliği ve bedeni etrafında bir yığın yasak ve tabu üretildiğini fark ederek öfke duyduğum çocukluk yıllarımda, feminist oluşumun ilk tohumları atıldı. Sosyoekonomik, kültürel, dini, etnik farklılıklarına rağmen tüm kadınları ve gelecekte kadın olacak (çünkü zaten “kadın” doğan) kız çocuklarını, cinsiyetlerinden dolayı ezen neydi?
Araştırma, soruşturma, gözlem ve okumalar sonucu bunun ne olduğunu öğrendim ve etrafımdaki tüm kız çocuklarına da bunu anlatmaya devam ettim: Tanrı, ata, kral, papa, baba, koca: Patriyarka!
Tüm kız çocuklarına ulaşmam imkânsızdı. Bu yüzden Küçük Feministin Kitabı Türkçede yayımlandığında çok heyecanlandım. “Feminist çocuk ve gençlik edebiyatının kült eserlerinden biri” olarak “uzun yıllar dünyanın farklı yerlerindeki küçük kızlara ulaşan” kitap, benim ulaşamadığım kız çocuklarına, patriyarkanın ve feminizmin ne olduğunu, kadının ötekileştirilmesinin ne zaman ve nasıl başladığını, nasıl devam etmekte olduğunu anlatabilirdi.
İsveçli yazar ve sanatçı Sassa Buregren’in hem yazdığı, hem desenlediği kitap, feminizmden, 8 Mart’tan, Mary Wollstonecraft, Emmeline Pankhurst, Simone de Beauvoir’dan söz ediyor; özsavunmadan, oy hakkı mücadelesinden, haksızlıktan, güzellik takıntısının anlamsızlığından, herkesin olduğu gibi olmasının doğruluğundan, demokrasi, iktidar ve eşitlik kavramlarından bahsediyor, basit örneklerle anlatıyordu.
Ama nasıl ve hangi feminizmin içinden?
Kız çocuklarına anlatılacak, aktarılacak genel bir feminist bilgi olduğuna dair şüphe yok, ancak kendi tarihsel sürekliliği içindeki farklılıklarıyla birlikte kadın hareketinin biçimlenmesinde toplumsal-yapısal koşulların, ülke tarihinden gelen özelliklerin, kültürel değerlerin vb gibi birçok etkenin söz konusu olduğuna da kuşku yok. Dolayısıyla Buregren’in nasıl bir feminist gelenekten beslendiği, feminizmi nasıl tanımladığı ve aktardığı, nasıl bir gelecek perspektifi çizdiği gibi veçheler, kitaba hakikaten “küçük feministin kitabı” diyebilmem için büyük önem taşıyordu.
Büyük keyif ve heyecanla okumaya koyuldum. Kadınlar arası aktarımın önemine inanan, harekete geçerek örgütlenebilen ve kadına karşı ayrımcılığa küçük yaşta öfke duyan Ebba, sistemi sorgulamaya, gazetede gördüğü G8 zirvesi fotoğrafıyla başlar:
“Dünya liderleri ha! Dünyayı bunlar mı yönetiyor? Hepsi üniforma gibi takım elbise giymiş, birbirine benzeyen, sekiz yaşlı adam. Kadınların lider olması yasak mı?”
“Dünyada gençler, yaşlılar, kadınlar, beyazlar, siyahlar yaşarken neden hep erkekler karar veriyor?”
“Dünya egemenlerinin olduğu fotoğrafta neden tek bir kadın yer almıyor?”
O ana dek, günün birinde Avrupa Birliği başkanı olmayı hayal eden Ebba, bu haksızlık karşısında karar aşamasındadır: Ya bundan vazgeçip başka bir yol çizecektir ya da bazı tabuları yıkmayı öğrenecektir.
“Haksızlığı görmek iyi bir başlangıçtır, sonraki adım bunu nasıl değiştireceğini düşünmektir.”
Peki acaba, içlerinde hiçbir kadının olmamasından bizzat mutlu olduğum, emperyalist ve patriyarkal ülkelerden oluşan G8’i de sorgulamaya başlayacak mıdır? Dünyayı köleleştiren bu erkekler dergâhına dâhil olma arzusu yerine kadına yönelik baskı, şiddet, ötekileştirme, sömürü, nesneleştirmenin neden ve kim tarafından gerçekleştirildiğini görüp bununla savaşmaya başlayacak mıdır Ebba?
Öncelikle gözlemlediği haksızlığa karşı neler yapabileceğini anneannesiyle, yeğeni Jorinda ve arkadaşlarıyla konuşmaya başlayan Ebba, derken üç kız ve iki oğlan çocuğundan oluşan “Beşler” grubunu kurarak eyleme geçer ve feminist literatüre dair bilgi sahibi olmaya başlar.
Karşısına çıkan ilk kitap, feminizmin temel eserlerinden Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi olur. Mary’nin ve anneannenin kesişen hayatları üzerinden eşitlik, eğitim ve oy hakkı mücadelesi, kitabın bağlamına yerleşmeye başlar. Liberalizmin temel koşulu özgürlükse kadınlar neden bundan faydalanamıyordu? Tanıdığı ikinci feminist, yine süfrajet ve kadın hakları savunucusu Emmeline Pankhurst’tür. Sırayla Hedwig Charlotta, Nordenflycht, Anna Maria Lenngren gibi kadınların sosyal konumu ve eğitim üzerine görüş süren liberal feministlerle, ilk kadın rahip Margit Sahlin ve ilk kadın doktor Karoline Widerström ile, ilk kadın yöneticilerle, Nobel (!) ödülünü alan ilk kadınlarla tanışır.
“Güçlü ve Etkili Kadınlar” başlığı altında, sanki başka hiçbir alanda, hele ki kadın hareketinde “güçlü ve etkili” kadın yokmuş gibi sadece erkeklerin yaptığı işleri yapabilenleri, devlet başkanı ve başbakan olan kadınları tanımaktadır Ebba ve kitabı okuyan kız çocukları…
Hindistan tarihindeki tek kadın başbakan Indira Gandhi, Pakistan başbakanlığı yapan Benazir Butto, Sri Lanka’nın 5. cumhurbaşkanı Chandrika Bandaranaike Kumaratunga, Endonezya’nın 5. devlet başkanı Megawati Setiawati Sukarnoputri, İrlanda devlet başkanlığı yapan Mary Robinson, Norveç başbakanlığı yapan Gro Harlem Brundtland, Finlandiya devlet başkanı Tarja Halonen ve demir leydi Margaret Thatcher!
80 sonrasında neo-liberal politikaların ilk uygulayıcısı olarak tarihe geçen demir leydi’nin, işçi sınıfına düşman bu koyu muhafazakâr, erkekleşmiş kadının demokrasiyle, eşitlikle, insancıllıkla ne ilgisi vardır? Küçük Feministin Kitabı’nda –hem de iftihar listesinde- ne işi vardır? Adı anılan tüm bu kadınlar ve daha pek çokları, başbakanlık da dâhil üst düzey görevler üstlenmiş olabilirler, ancak bu kadınlar, emekçi kadınların sorunlarının çözümü konusunda, patriyarkayı analiz etme yönünde ne tür adımlar atmışlardır? Hangi demokratik ve eşitlikçi yasalarda imzaları vardır?
Zaten bir siyasi lider olmak isteyen ve ayrımcılığa dair ilk rahatsızlığı, G8 zirvesi fotoğrafı üzerinden yaşayan Ebba, yavaş yavaş –arada Simone de Beauvoir’ı kısaca tanısa da, cinsiyetçilik, güzellik miti ve dışlama yöntemlerinin neler olduğu öğrense de- genel olarak kapitalizme eklemlenmiş bir liberal feminizmi öğrenmeye başlamıştır. Birinci dalganın ilk basamağını oluşturan liberal feministler oy, eğitim hakkı gibi kazanımlarıyla kadın hareketine çok şey katmış, kadınlar seslerini güçlü biçimde duyurmuşlardır. Ancak zamanla orta-sınıf ve beyaz kadın hareketi olma özelliği taşıyan liberal feminizm, kadını “ortak kimlik” olarak değerlendirerek, farklılıkları göz ardı etmiş ve en önemlisi, özel alanı, dokunmadan bırakmıştır. Kadınların cinsiyetlerinden ötürü ayrıma uğradığını kabul eden, ama cinsler, ırklar ve sınıflar arası ilişkileri bir güç ilişkisi olarak görmeyen liberal feminizm, çelişkili ve sorunlu bir kuramdır. En temel çelişkisi, kendini liberalizm gibi eril bir sistem üzerinden tanımlamasıdır. Liberal eşit haklar hareketi, son kertede, burjuva erkeği ile eşitlik talebidir.
Görünen o ki Ebba’nın talebi de budur! Ama nihayetinde erkek egemene yenilir.
Demokrasi ve aile tarihçesi gibi konularda çocuk kitapları yazan, çocuklar için demokrasi ve eşitlik atölyeleri düzenleyen Buregren de ayrımcılıktan söz ederken, farklılığa ve farklılığın pozitif yönüne vurgu yapmaktan kaçınarak kadınlar ile erkekler arasında tam bir eşitlik olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla “farklılık” göz ardı edilmiş, ırk ve toplumsal cinsiyet körü bir anlayış benimsenmiştir. Buregren’e göre feminizm “erkeklerle kadınların eşitliğidir.”
Oysa feminizm bana göre sadece bu ve belki de bu, hiç değildir; kadınların dünyaya, erkeklerin gözlerinden, onların çıkarları açısından değil, kendi gözleriyle bakmasını savunan, kendi seslerini bulmalarını isteyen bir düşünce akımıdır. Kadının kadın olmasından dolayı sömürülmesini, aşağılanmasını, ikincilleştirilmesini, cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı, kadınları ev işlerinde ücretsiz çalışmaya mahkûm eden erkek-egemen toplumsal işbölümünü sona erdirmeyi amaçlayan, patriyarkal kapitalist sisteme yönelik politik bir mücadeledir. Ve feminizm, kadının farklılığına vurgu yapan bir eşitlik savaşımı, aynı zamanda eleştirel bir bilinçlilik biçimidir.
Ancak bu her “feminist” için böyle değildir. Örneğin Joyce Gelb’in tespitine göre Kuzey Avrupa ülkelerinde feminist hareketten çok, devletin eşitlik politikalarından ve “feministleri olmayan feminizm”den söz etmek mümkündür.[1] Nitekim Buregren’in ülkesi İsveç’te anaakım feminizm, radikal ve devrimci bir hareket olarak değil, aşırı fikirleriyle devlet ve hukuka nüfuz etmiş olan bir iktidar odağı olarak kodlandı. Kadınların erkeklerle eşit haklar ve erkeklerin de kadınla eşit sorumluluk almasını sağlamak- örneğin çocuk bakımında- gibi konularda başarılı olan kadın hareketi, 80’lerden sonra özgün bir devlet feminizmine dönüştü. 2005’te kurulan Feminist Parti de yine aktif ve geniş bir kadın hareketinden doğmadı; çeşitli dağınık guruplardan kadınların girişimiyle, parlamentoya girme hedefiyle kuruldu. Kadınların partisi olmanın yanı sıra; erkeklerin de partisi olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini savundu.
Buregren’in de ısrarla savunduğu –BM’nin anaakımlaştırdığı, günümüzde küreselleşen-, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının feminist istemleri değiştirerek içini boşalttığı ve hatta cinsiyet eşitliğinin ulus-devletin hedeflerinden biri haline geldiği biliniyor. Toplumsal cinsiyete dayalı eşitlik politikaları hevesle kabul ediliyor; ancak ücretsiz ev emeği, kadına yönelik erkek şiddet ve patriyarkal kurumlar sorgulanmıyor. Radikal değil, oldukça ılımlı ve hatta pragmatik bir feminizmi temsil eden bu anaakım kadın hareketinin, feminizme evcilleşmiş bir karakter kazandırdığı yadsınamadığı gibi, kadınların eşit kamusal oy hakkına sahip olmaları nasıl kadın sorununu çözmeye yetmemişse, parlamentolarda daha yüksek oranlarda temsil edilmeleri de bu tarihsel sorunu çözemeyecektir.
Nitekim Ebba’nın ülkesi, dünyada sosyal refah düzeyinin en yüksek olduğu İsveç’te de cinsiyet eşitliği politikaları, işgücü piyasasındaki eşitsizlikleri önleyemediği gibi hâlâ cinsiyet eşitliği sağlanabilmiş ve kadına yönelik şiddet, cinsel istismar, aile içi taciz, tecavüz önlenebilmiş değildir.[2]
İsveç’te bilinenin aksine, kadınlarla erkeklerin hiç de eşit olmadığını ve acilen feminizme ihtiyaç duyduklarını vurgulayan Feminist Parti temsilcisi Johanna Grantaxem, kadınların hâlâ şiddete ve tacize uğradığını belirtirken şu çelişkiye de dikkat çekiyor: “İsveç’te kime sorsanız feminist. Kime sorsanız burada kadına şiddet ve taciz yok. Ancak bu kocaman bir pazarlama stratejisinin görünen kısmından başka bir şey değil.”[3]
Kamusal alana çıkmak, ücretli bir işte çalışmak politik olarak kendini ifade etmek, eğitim kültür haklarından yararlanmak tabii ki kadın için özgürleşmenin bir boyutudur. Fakat her anlamda cinsiyet eşitliği, kadına yönelik sömürü, baskı ve şiddetin önlenmesi ve kadın devrimi yönünde bir şeyler bekleniyorsa, patriyarkanın toplumsal-siyasal-kültürel-ideolojik yapılanmasını ve kurumsallaşmasını iyi çözümlemek, yıkmak ve alternatifler getirmek gerekmektedir.
Ne var ki erkeklerin söz sahibi olduğu bir dünya eleştirisiyle başlayan Küçük Feministin Kitabı, özellikle de finaliyle eleştirdiği bakış açısını ve gerçeği yeniden üretirken, kadın hareketinin en önemli ivmelerinden biri olan 8 Mart’ı da kendi istekleri doğrultusunda dönüştürerek –“Uluslararası İnsanlar Günü”- apolitize ediyor, anaakımlaştırıyor!
Ebba’nın Dörtler grubu nihayetinde, 8 Mart kutlamalarına katılma kararı alarak aralarında konuşurlar. Simon itiraz eder; “Dünya İnsanlar Günü denilseydi erkekler olarak katılırdık.”
Ve bu eril reddediş, talep ve niyet hiç tartışılmadan kızlar arasında kabul edilir: “Tamam.”
Hikâyede, Simon’un bir erkek olarak 8 Mart’ı reddetme rolü, cinsiyetçiliği refere ederken, erkeğin yine karar veren ve kanaat önderi olması, toplumsal cinsiyet eşitliğinden anlaşılanın, erkeğin egemenliği olduğunu gösteriyor.
Ebba, aldığı feminist eğitimden sonra, sayfalar sonra 8 Mart söz konusu olduğunda bile karar veren olamaz, diğer kızları bu konuda örgütleyemez –oysa feminizm, kadınların bir kolektif politik özne olarak davranmalarını mümkün kılan bir şeydir-, Simon’a feminizmin sadece kadınlar değil, tüm insanlar için gerekli olduğunu anlatamaz ve özne olarak failliğini ortaya koyamazken, “Uluslararası İnsanlar Günü”ndeki talepler de hep erkeğin lehinedir:
“Babalar da evde çocuklarıyla kalabilsinler!”, “Babaları kurtarın!”
Erkeklerin süreçteki rolünü görmezden gelerek, hatta onları kucaklayarak liberal, hatta dini[4] eşitlik taleplerini öne çıkaran ama özel alana, patriyarkal ilişkilere ve kadına yönelik şiddete dokunmayan kitap, feminizmin taleplerine uyuyormuş gibi yaparak feminizmi savuştururken; liberal kadın politikaları merkeze taşınıyor, radikal dönüşümler isteyen feminist yaklaşımlar çevreye itilmeye ve feminizm marjinalleştirilmeye devam ediyor.
İsveç’in bu konuda dünyadaki en ayrıcalıklı ülkelerden biri olmasına rağmen Buregren’in kadınların kökten sorunları, temel talepleri yokmuş gibi “baba” olarak erkekleri kayıran, şefkat duyan söylemi, patriyarka gerçeğini de maskelemeye ve sürdürmeye yarıyor. Ayrılıkçı bir erkek düşmanlığı önermiyorum elbette, ancak bugün tüm dünyada kadınları ezen, baskı, şiddet, uygulayan, sömüren, tecavüz eden, aşkıyla da öldüren erkekler; patriyarkal kapitalizm içinde farklı alanlarda ve birimlerde konumlanmış, tümü de iktidar sahibi erkekler ve erkekleşmiş kadınlardır. G8’dir, Thatcher ve diğerleridir!