Obama ve Robinson: Demokrasinin baş düşmanı, korku

Bir başkan ve bir yazar, sanki melankolik bir azınlığın üyeleriymiş gibi, Amerika’da demokrasiyi zayıflatan başlıca sorunu, yani birbirinden kuşku duymayı, kasıtlı korku yaratmayı, kendisi gibi olmayanları düşman ilan etmeyi konuşuyor, dertleşiyorlardı...

24 Aralık 2015 15:30

Edebiyat dünyasında 2015 yılının en tuhaf olayı, Başkan Obama ile romancı Marilynne Robinson’un buluşmasıydı. Eylül’de görev için Iowa’ya giden Obama, programında yer açarak Robinson’la buluştu ve tıpkı bir gazeteci gibi, onunla röportaj türünde bir söyleşi yaptı. İnternet üzerinden ses bandı olarak da ulaşılabilen söyleşiyi, New York Review of Books, Kasım ayında iki bölüm halinde yayımladı.[1] Türkiye dâhil bütün dünyada basın bu sohbete büyük ilgi gösterdi.

Ben de büyük merakla okudum söyleşiyi, çünkü Robinson çok sevdiğim bir romancı. İki yıl önce keşfettiğimden beri, bütün arkadaşlarıma Robinson’u mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. Bazı romanlarının Türkçe çevirileri de var. (Kyrhos Yayınları)

Başkan Obama’yla, Robinson’un romanlarına hayranlık duymak gibi bir ortak yanımız olduğunu keşfetmek büsbütün hoşuma gitti. Ama Iowa’daki söyleşinin asıl konusu edebiyat değildi, demokrasiydi.

Bir başkan ve bir yazar, sanki melankolik bir azınlığın üyeleriymiş gibi, Amerika’da demokrasiyi zayıflatan başlıca sorunu, yani birbirinden kuşku duymayı, kasıtlı korku yaratmayı, kendisi gibi olmayanları düşman ilan etmeyi konuşuyor, adeta dertleşiyorlardı. Asıl hayret verici olan buydu.

Türk gazeteciler, bizim ne zaman böyle kültürlü liderimiz olacak diye hayıflandılar. Avrupalı gazeteciler, Obama’nın ne kadar entelektüel bir başkan olduğundan dem vurdular. Obama’nın, iyi yurttaş olmak konusunda ne öğrendiyse, romanlardan öğrendiğini söylemesi, büyük yankı uyandırdı. Önemli bir devlet başkanı, böyle bir şeye ihtiyaç varmış gibi, roman sanatına taze bir meşruluk ve parıltı kazandırıyordu sanki.

Fakat bence asıl önemli olan, “pürist” diyebileceğimiz iki şahsiyetin bir araya gelmesiydi. Pürist derken, yaptığı işi katıksız ve saf yapan insanları, inandığı şeye tam olarak inanmayı kast ediyorum. Belki idealist de diyebiliriz.

Böyle insanlar, inançlarında ısrarcı ve doğrucu olabiliyorlar, inandıkları şeyi sonuna kadar inatla savunan kişiler. Obama, başkanlığı boyunca karşılaştığı fanatik düşmanlıktan epey çekmiş bir siyasetçi, buna rağmen sosyal adalet ve eşitlik hedefinden asla ödün vermiyor. Klasik anlamıyla bir sosyal demokrat.

Robinson ise dini bütün bir Protestan, ona da klasik bir Hıristiyan demokrat diyebiliriz ama asla fanatik bir dindar değil. Romanlarını okuduğum zaman, kendime ilk söylediğim şeyi hatırlıyorum: Her dindar bu kadın gibi dindar olsa, dindarlık her yerde böyle modern ve özgürlükçü olabilse, dünya kurtulurdu diye düşünmüştüm. Son derece açık fikirli bir yazar. İmanı, romancılığını asla zedelemiyor, tersine güçlendiriyor. Saydam, akıcı, çok etkileyici bir roman dili var.

Fakat sonuçta, beklediğim kadar ilginç bir sohbet çıkmadı karşıma. En şaşırtıcı olan da buydu. Obama son derece tekdüze düşünen birisi, sohbeti sürekli olarak kendi zihnindeki politik gündeme bağlamaya çalışıyordu. Robinson da belki anlaşılabilir şekilde, biraz tutuktu, az konuşuyordu. Yine de, aralarındaki bu tutukluğu aşmayı başarmışlar, çünkü ele aldıkları sorunun evrensel ve acil önemi meydanda.

Bugün sadece ABD değil, bütün dünya, hepimiz bir korku rejiminde yaşamaya başladık. Terör korkusu, göçmen korkusu, savaş korkusu, iç düşman korkusu, komplo korkusu, köktendinci korkusu, ateist korkusu, korkularımız saymakla bitmiyor.

Sanıyorum Obama’yı Robinson’la görüşmeye yönelten şey, yazarın daha yeni çıkan deneme kitabıydı. (The Givenness of Things/ Verilmiş Olanlar, Picador) O kitaptaki denemelerden birisi “Korku” başlığını taşıyordu ve The New York Review of Books, o denemeyi Eylül ayında, Robinson-Obama görüşmesi gerçekleştikten on gün sonra yayımladı.

Robinson, kendimize daima “düşman ve sinsi bir öteki” yaratmanın, demokrasiyi kemiren başlıca illet olduğu kanısında. Yalnızlık, önyargı, endişe ya da hınç gibi duyguları adeta bir tür yurtseverlik yahut cesaret kisvesine büründürmek için mahsus korku yaymayı, sürekli bir “öteki” icat ederek demokrasiyi korkuyla rehin almayı, hem gerçek imana aykırı bir tutum, hem de demokrasiye karşı, yıkıcı bir tavır olarak tanımlıyor.

İlginç bir de benzetme yapmış: Benim şiddet ve baskı yüzünden Avrupa’dan kaçarak Amerika’ya, yeni dünyaya sığınan Protestan atalarım, tıpkı şimdi Müslümanlara yöneltilen düşmanlığın, hatta daha kötüsünün, bir zamanlar hedefiydiler, demiş.

Tıpkı Başkan Obama gibi, o da Amerika’daki silahlanma ve silah kullanma kültürüne bir çare bulunması gerektiğini düşünüyor. Hepimiz dünyanın dört bir köşesinden buraya göç etmişiz, neyi paylaşamıyoruz diye soruyor.

Iowa’daki sohbette, Obama Amerika’da bazı dönemlerde “biz ve onlar” tarzı bir kutuplaşma politikasının öne çıkmasına karşı, Hıristiyanlık ve iman bakış açısından ne düşündüğünü sorunca, Robinson ilginç bir noktaya değiniyor: “Kendi içlerine kapanan ve silahlanan, hayal ürünü bir ‘öteki’ yaratan insanların ben imanı ciddiye aldıklarını sanmıyorum, çünkü bence demokrasi, zaten imanla başlayan bir hümanizmanın ulaştığı en yüksek nokta.”

Başkan Obama bunun üzerine, sohbeti edebiyata doğru çeviriyor ve soruyor: “İşte senin romanlarında en sevdiğim şey de bu, çünkü iman sahibi kahramanların için, iman her zaman hayatı kolaylaştırmıyor, çünkü onlar imanı ciddiye alıyorlar, değil mi?” “Evet, aynen öyle,” diye cevap veriyor Robinson. Ve gerçekten de öyle. Dinî inancın, kolay formüllere sığınıp rahat etmek değil, hayatın zor çelişkileriyle daha da ciddi yüzleşmek olduğu, Robinson’un romanlarında sürekli gördüğümüz bir tema. Robinson imanı ciddiye alan birisi. Fazla ciddiye aldığını düşünenler de olabilir.

İnsanların temelde iyi olduklarına inanmış bir yazar bu. Sıradan insanların, her zorluğa rağmen, doğruyu yapmaya çalıştığını, demokrasinin de birbirimiz hakkında iyiyi düşünmek üzerine inşa edildiğini düşünüyor. Ve bu düşüncesini, hayatın katı gerçeklerine karşı, defalarca sınıyor, sürekli sınıyor romanlarında.

                                                                    ***

Marilynne Robinson, 1943 doğumlu ve 1980 yılında ilk kitabıyla, toplumsal dışlanmayı ele alan Housekeeping (Gölün Evi) romanıyla, PEN/Hemingway “İlk Roman” Ödülü’nü almış. Sonra, 24 yıl boyunca roman yazmamış. 2004-2014 arasında yayımladığı ve gene toplumsal dışlanma temasını işlediği üç roman ise, bana kalırsa Amerikan romancılığında, hatta dünya edebiyatında önemli bir zirve.

İlginç bir rastlantıyla bu üçlemeyi ben tersten okudum, üçüncüyle başlayarak geriye doğru gittim ve iyi ki de öyle yapmışım. Etkisi çok daha büyük oldu.

“Iowa Üçlemesi” diyebileceğimiz romanların hepsi de, Gilead adında, ücra, minik bir kasabada geçiyor. En yeni roman Lila, bu adı taşıyan kadın kahramanın hikâyesi. Sokağa bırakılıp terk edilmiş, evsiz ve ailesi olmayan bir çocuk. Ülke içinde göç ederek geçinmeye çalışan mevsimlik işçilerin kaldığı bir evde, yaşlı bir zenci kadın, Doll, ona acıyıp, çocuğu çalmaya karar veriyor ve ona Lila adını veriyor.

Kaderin bir araya getirdiği bu tuhaf ikilinin, 1920’ler ve 1930’lar Amerika’sının yoksulluğunda, acımasız bir işsizlik ve sömürü âleminde, birlikte hayatta kalma çabalarını izliyoruz. Dışlanmışlığın ve çaresizliğin her yönüyle tanışıyoruz. Dickens ve Dostoyevski ile benzerlikler taşıyan ama alabildiğine çağdaş bir roman dünyasındayız.

Doll öldükten sonra yaşamın binbir batağına girip çıkan, hiçbir yerde uzun kalmayıp, yollarda ve sokakta yaşamaya devam eden Lila’nın yolu günün birinde Gilead kasabasına düşer. John Ames adında, çok gençken dul ve çocuksuz kalmış, tek başına yaşlanmakta olan bir Protestan rahibin kapısına kadar uzanır.

Edebiyat tarihinin en tuhaf aşk öykülerinden birisi başlıyor böylece ve bir yandan da, Iowa denilen bu garip eyaletin Amerikan tarihindeki ilginç yerini, Amerikan tarihi dediğimiz şeyin ruhunu okuyoruz. Yakup Kadri’nin Yaban romanındaki gibi aşılmaz gözüken bir kültürel uçurum çıkıyor karşımıza.

Lila gibi toplumdan dışlanmış, yabani bir kadının evcilleşmesi mümkün müdür? Lila ve John gibi, hayatta olabilecek en derin yalnızlığı, en büyük terk edilmişliği yaşamış insanlar, tekrar sevgiyi ve yuva sıcaklığını tadabilir mi? Aralarında güven ya da ortaklık kurulabilir mi? Daha da önemlisi, birbirinden bu kadar farklı, böylesine yabancı iki insanı ayıran uçurum, sevgiyle aşılabilir mi?

John Ames bir din adamı, Lila ise vaftiz bile olmamış.

John Ames’in, kendisi gibi rahip olan büyük babası, köleliği sona erdirmek için bile olsa, cemaatini Amerika’nın 1860’lardaki o feci iç savaşına katılmaya ikna etmekle, doğru bir şey yapmış mıydı? Dava haklı bile olsa, bir din adamının savaşı savunması doğru olabilir mi?

John’un gene rahip olan babası bu yüzden ömrü boyunca savaş karşıtlığı yapmış. Erkek kardeşi Iowa’yı terk ederek, ateist bir üniversite hocası olmuş. John ise, sadece imanına sarılarak, çok daha önemli bir şeyi başarmış, yüreğini hayata açık tutabilmiş bir adam. Aziz değil, bütün insani zaaflara aşina, ama vicdanı hür, fikri hür bir adam. Dinini gözü kapalı yaşamıyor. Tıpkı onu yaratan yazar gibi.

Bu garip çiftin evlenip bir erkek evlat sahibi olmasıyla bitiyor Lila romanı. John’un Lila’yı nehirde vaftiz ettiği sahne, bugüne kadar okuduğum en garip ve dokunaklı aşk sahnelerinden birisiydi. Robinson’un romanlarında hayat süslü değil, gerçekler çok sert ve çıplak.

Üçlemenin ilk cildi Gilead 2004 yılında Pulitzer Ödülü’nü kazanmış. Zaman olarak daha ilerideyiz. Roman 1950’lerin sonunda geçiyor. Kalp hastalığından ölmek üzere olan John’un, karısı Lila ile beklenmedik bir mutluluk bulduğunu anlıyoruz. Roman onun ağzından anlatılıyor, küçük oğluna yazdığı bir veda mektubu, aynı zamanda ailesinin öyküsü, derin bir Amerika tarihi.

2008’de yayımlanan ikinci cilt, Home (Yuva) ise gene 1950’lerde, John’un en yakın arkadaşı olan bir başka yaşlı rahibin, Robert Boughton’un, en genç oğlu Jack ile arasında oluşan keder verici yabancılaşmayı anlatıyor.

Jack, ailesinin “yüz karası,” bir baltaya sap olamamış, uyumsuz, İncil’deki “savurgan oğul” gibi, yuvaya dönmeye çabalıyor ama başaramıyor. Çünkü Amerika, zenci-beyaz çatışmasının, ırkçılığa karşı verilen o büyük mücadelenin ortasındadır ve Jack, zenci bir kadınla sevişip çocuk sahibi olarak, kendini “kabul edilebilir” toplum örflerinin tamamen dışında bulur. Yaban ve yuva arasında sıkışmış, trajik bir adam. Onun küçük melez oğlu, 1960’ların çalkantılı Amerika’sında nasıl büyüyecek, tahmin edebiliyoruz.

Savurgan oğul ile rahip baba arasındaki uçurum, sevgiyle aşılabilir mi? Boughton, arkadaşı John Ames kadar hoşgörülü bir adam değil. Romanın bu ikilemi, bizi daha büyük bir soruya götürüyor: Demokrasi bu kadar büyük farkları ve çatışmaları bağdaştırabilir mi?

İşte bu noktada, bir okur olarak Başkan Obama’nın, bir yazar olarak Marilynne Robinson’a hayranlık duymasının temel nedenine geliyoruz. Iowa’daki söyleşide, Obama bunu açıkça söylüyor. John Ames’in en sevdiği roman karakteri olduğunu itiraf ediyor. John Ames’in sahip olduğu hoşgörüyü, kendinden farklı olanı kabul etme gücünü, hem iman hem de demokrasi açısından, başarılması en zor ama en gerekli şey olarak tanımlıyor.

Bunun için roman okuyoruz, diyor Obama. “Öteki”ni anlamayı, empati duymayı, romanlardan öğreniyoruz.

Aslında romanlar çok daha önemli bir şeyi daha başarabiliyor, bence. Barack Obama adında hiç tanımadığım bir okurla, dünyanın öbür ucunda oturan benim gibi bir okuru, bütün uçurumların, farkların ve ayrımların ötesinde, bir araya getirebiliyor ve ortak değerlerde, aynı beğenide buluşturabiliyor romanlar.

Biz insanlar, Iowa’da, Diyarbakır’da yahut Washington’da, ne kadar farklı hayatlar yaşıyor olsak da, paylaştığımız insanlık hâli aynı.

Böylece Marilynne Robinson gibi bir yazarın yaratmaya çalıştığı trajik ama hümanist tablo açıkça meydana çıkıyor. Gerçek iman, hangi inanç olursa olsun, sahici inanç, insanın kendisinden en zor olanı beklemesidir. Aynı şekilde, demokrasi de, kendimizden zor olanı beklemektir, başka şey değil.

Robinson’un romanlarından ve Obama-Robinson görüşmesinden elde ettiğimiz şey tam da bu farkındalık.

Kendi kendime, Marilynne Robinson’un Başkan Obama’ya söylediklerini, başka kelimelerle de olsa tekrar eder buluyorum: Biz bu demokrasiyi birbirimizden korkarak, nefret ederek, bizden farklı olanları düşmanlaştırarak kurmadık. Biz bu demokrasiyi birbirimize güvenerek ve inanarak inşa ettik. Şimdi onu korkuya teslim etmemiz, o büyük çabayı heba etmemiz, ne kadar büyük bir yazık olurdu, değil mi?

 


Fotoğraf: Pete Souza/ Beyaz Ev